Yaşar Tarakçı

Women – Action – Time 

Yaşar Tarakçı 

Education and Science Workers’ Union – Eğitim Sen, Ankara, from the 1990s to the 2000s; Antalya, from 2010s onward

Men talk in the representative committees. Most of the chairs are held by men. The meetings are generally started by the chairpersons. There are also fewer women as representatives. In union struggles, it is mostly women who participate in strikes. They participate in strikes, but not in meetings or other activities, only in strikes. Why? Because in the strike hours they are at the workplace, not at home. Kids are either in the school or they stay with the baby-sitters. Women do not need to make plans for this. Therefore they can take part in strikes.

To watch the video of Yaşar Tarakçı on “Women’s Congresses” (in Turkish) click below.

Evliyim, iki çocuğum var. 1991 yılında Ankara’da öğretmenliğe başladım. 26 yıldır da okul öncesi öğretmenliği yapıyorum. Üniversiteyi Ankara’da Gazi Üniversitesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi’nde tamamladım. 1992-94 arası Eğit Sen Ankara şube yöneticiliği yaparak sendikal çalışmalara başladım.

Öğrenciliğimin son iki yılında Gazi Üniversitesi Öğrenci Derneği çalışmalarında yer aldım. Orada da hem siyasi mücadele hem de öğrenci mücadelesiyle tanışarak okul bittiğinde bir biçimiyle kendimi bir siyasi kişi olarak tanımlamıştım. Öğretmenliğe başladığımda da sendikaya üye oldum ve sendikada aktif görev aldım.

Sendika üyeliğiyle birlikte aslında kendimi biraz yönetici adayı olarak buldum. Çünkü o zaman gruplar üzerinden süren bir sendika yönetimi vardı. Çoğu yerde hala sürüyor ama o zaman daha belirgindi. Kendimi sendika yönetici buluverdim. Dolayısıyla Ankara dışında ilçede köyde çalışıyor olmama rağmen Ankara Eğit Sen şube yöneticisi oldum. Yıl 1992. 94’e kadar eğitim sekreteri olarak görev aldım. Eğitim sekreterliğinde bir anektod vardı. Ben yirmi iki yaşında Ankara şube yöneticisi oldum. Ama o zaman 1980 öncesini yaşamış bir sürü öğretmen arkadaşım sendikada çalışıyordu. Devralırken de aslında çok ıkına sıkıla “Hocam, yardımcı olursunuz dosyaları teslim edersiniz” falan filan derken, Tayfun hocamın “Yönetime gelmeyi biliyorsan, yaparsın herhalde her şeyi, ne devir teslimi, ne yardımı!” gibi bir cümlesiyle, kendimi pat diye işin içinde buldum.

Sendika aktivistleri politikti.  Çünkü o dönem gerçekten çok sıcak bir dönem. Henüz yasal bir sendika yok ortada. Sokakta sürekli eylemler ve okullarda da bilfiil elden yürütülen bir sendika çalışması yapılıyor. Dolayısıyla benim görebildiğim siyasi insanlar vardı. Kadınlar açısından da bu böyleydi. Şimdi düşünüyorum, ilk aklıma gelenler gene siyasî gruplardan kadınlar. Ama kadın sayısı azdı Eğit Sen’de.

Erkekler de aynı. Hep yönetim bazlı düşünüyorum. Ben yönetime girdiğimde, üç kadın daha girmişti yönetime. Ama altısı aynı gruptan erkeklerle birlikte, sadece ben  farklı gruptandım. Dolayısıyla kadınlar açısından da  kadın sorunu çok öne çıkan bir şey olarak durmuyordu. Birlikte hareket eden bir ekiptiler.

Büyük biçimiyle 1992, benim yöneticiliğim ama aslında okullardan üyeler yapılmıştı. Bir hazır zemin mi vardı ki bilemiyorum. 90’lar aslında kuruluş yılı. İki yıl sonra bir sürü okulda örgütlü bir Eğit-Sen’le karşı karşıyaydık. En azından Ankara için böyleydi. Okul gezileri çok fazla yapılıyordu. Temsilciler eliyle aidatlar toplandığı için sıcak temas söz konusuydu. Aidat toplarken sendikada ne olup bittiğine dair taleplere ilişkin görüşler alınması mümkündü. Ve aynı zamanda da sürekli bir sokak eylemi işi vardı. Bir taraftan da tartışmalar. Ortak örgütlenme, bazen birlikte örgütlenme, Sendika Yasası olsun olmasın tartışmaları… Herhalde böyle gidiyordu.

Öğretmenlik benim için çok yeniydi. Öğretmenlik üzerinden sendikada daha doğrusu eğitim iş kolunda olmaktan dolayı örgütlülük sözkonusu. Ama ben çok deneyimli öğretmenlerle çalıştım. Hem sendikada hem çalıştığım okullarda. Böyle olunca öğretmenlikten ziyade benim aklımda kalan şey sendikal mücadele ve sokak etkinlikleri. Sendikada yapılan tartışmalar, siyasi tartışmalar. Evet,  erkeklerin sayısı çok olduğu için erkekler daha çok tartışıyor ve kararları da onlar alıyor gibi görünüyordu. Ama dediğim gibi geçmiş mücadelenin içinden gelen kadın arkadaşlar da vardı. Ben yirmi iki yaşımdan bahsederken, onların otuz, otuz beşli yaşlarda olduğunu varsayarak… Onlar zaten belli bir deneyimden geliyorlardı. Aslında o tartışmaların içine dâhil olan kadınlar olduğunu düşünüyorum. Ama bunlar açıkçası karar verici unsurlar mıydı? Sanıyorum, çok öyle değildi.

Eylemlerin tarihlerine ve isimlerine dair bir şey hatırlamıyorum… Çok birbirine benzeyen eylemler yapmışız. Eylemlerin isimlerini, gerekçelerini ve tarihlerini hiç hatırlamıyorum. Yalnız benim hatırladığım, bir akşam yönetim toplantısı yapıp konuştuk,  ertesi gün Sakarya’da bir eylem yapacağız. Eyleme ilişkin kaygılar anlatılıyor yönetim kurulunda. Yönetimdeki başkan, sekreter olan arkadaş tarafından deniyor ki, “üyelerimiz Sakarya’ya sokulmayabilir.” Ben de diyorum ki “Sakarya herkesin geldiği dolaştığı bir yer. Sokmamak ne demek”. Hiç aklıma bile gelmiyor. Tamam zorlanırız ama sokulmaması mümkün değil, diye. 

Gerçekten ertesi gün gittiğimizde gördük ki Sakarya’nın ilk defa tüm girişleri tutulmuş ve hiçbir biçimiyle giremiyoruz içeriye. Oradan dolaşıyoruz olmuyor, buradan dolaşıyoruz olmuyor. Ben o zaman “Daha öğreneceğim ve göreceğim çok şey var.” demiştim. Böyle bir şey vardı benim açımdan hatırladığım.

Yine Sakarya’da bir eylemde coplanarak, dağıtıldığımızı hatırlıyorum. İlk coplu eylemlerden birisiydi o. Coplanarak yere düştüğüm bir eylemdi. Daha sonra bacağımda kocaman bir morlukla haftalarca gezdim. Ama iyi geliyordu herhalde. Herkes birlikte cop yediğim için olsa gerek!

Eğitim Sekreterliği yaparken,  Eğitim Sekreterliği iki komisyon çalışması sürdürüyordu. Hem Eğitim hem Araştırma Komisyonu. Kadın Komisyonu var mıydı? Kadın toplantıları yapıyorduk ama adı Kadın Komisyonu muydu çok emin olamıyorum. Ona dair yazılı bir şey de bulamadım. Kadın toplantıları yaptığımızı hatırlıyorum o dönem. İki komisyon ayrı ayrı çalışıyordu. Araştırma, inceleme, seminerler veren, anketler hazırlayan, daha akademik çalışma yapan. Kemal İnal’ın da içinde olduğu bir komisyondu. Eğitim Komisyonu daha çok eğitim talepleri içeren ve bunları oluşturan, sendikada da söyleşiler yapmaya çalışan bir konumdaydı. Daha sonra 1994’ten sonra ben ara verdim yöneticilik faslına. Üye ve işyeri temsilcisi olarak sendikal mücadelede yer aldığım 1995 yılında Eğit Sen ve Eğitim İş’in birleşme çalışmalarında kadınlar açısından ortak toplantılar yapıldı. 

Eğitim Sen kurulduğunda Genel Merkez Kadın Komisyonu olarak Meral, Nurşen, Münibe ve ben ilk görev alanlardık. Bu dönem kadın yöneticiyle değil, genel sekretere bağlı çalışmaya başladık çünkü dokuz kişilik yönetimde hiç kadın yoktu. Genel Sekreter Nurettin Aldemir’di. İlk defa komisyon olarak dört sayfalık bir özel sayı çıkardığımızı, yazıları zor yazdığımızı, hatırlıyorum. Daha sonraki yıllarda da Merkez Kadın Komisyonu çalışmalarına devam ettim. Merkez Kadın Komisyonunda daha sonraki yıllarda yeni arkadaşların katılımıyla sayımız artı. Emine, Deniz, Nursel, Asiye, Songül…. 1998’de DEK ve KESK kadın kurultayında aktif görev aldım. 2004 yılında yine Eğitim Sen Kadın Kurultayı ve DEK çalışmaları, kurumsallaşma ve kararlar anlamında önemli dönem noktalarıydı. 2008’de İkinci Kadın Kurultayı çalışmalarında da yer aldım. Böyle sıralayınca Eğitim Sen ve KESK’in kadın mücadelesinde önemli dönemeçlerde yer aldığımı görüyorum. Bu gurur verici.

Sonra ne yaptık. 1995 gibi sanıyorum, Eğitim Sen birleşme çalışmaları mı, tarihler yanlış da olabilir, birleşme çalışmalarıyla birlikte, hem Eğitim İş’ten gelen kadın arkadaşlar hem de Eğit Sen’den gelen kadın arkadaşlar görüşmeye başladı. Sonra Eğitim Sen kurulduğunda da orada ilk Merkez Kadın Komisyonunda görev aldım. Sanıyorum dört  ya da beş kişinin görev aldığı bir komisyondu. Kadın Sekreterliği yoktu. Kadın yöneticiye değil Genel Sekretere bağlı çalışan Merkezi Kadın Komisyonu vardı. Merkezi Kadın Komisyonunda   25 Kasım’la ilgili  dört sayfalık ilk özel sayıyı çıkarmıştık. Epey sıkıntılı, kendimizin yazdığı falan. Zor yazabildiğimiz bir şey olarak. Sonra Eğitim Sen’de devam ettik Merkezi Kadın Komisyonu çalışmalarına. Ta ki, profesyonel çalışanlar gelinceye kadar. Profesyonel ve daha oturmuş bir çalışmayla oradan da biraz uzaklaştım, bıraktım. Sonra 2009 ya da 2010’da KESK Kadın Dairesi’nde görev aldım. Kadın Kurultaylarına delege olarak katılmıştım. Kadın Kurultaylarının sonuç bildirge komisyonlarında yer aldım. 

KESK’teki kadın arkadaşların toplu olarak gözaltı sürecinde tekrar göreve çağrıldım “Gelin sahip çıkın” dendiğini hatırlıyorum. Orada benim tekrar aktif olarak yer aldığım ve üniversitelerdeki akademisyen arkadaşlarla görüşmeler yaptığımız, gazetelerle görüşmeye gittiğimiz ve “Arkadaşlarımıza Dokunmayın!” “KESK’li kadın tutuklular serbest bırakılsın!” diye bir kampanya sürdürdüğümüzü hatırlıyorum. Sonra bir de Eğitim Sen Ankara 2 Nolu şube yöneticiliğim var. 1998- 2000 arası. Orada da Eğitim Sekreteri olarak. Ama orada artık Kadın Komisyonlarının da yönetimdeki kadınlara bağlı olarak çalışması netleşmişti. Hem Eğitim Komisyonu hem de Kadın Komisyonu çalışmaları, bana bağlı olarak devam etti. Orada da Ankara’da, kalıcı bir şey, ilk defa 8 Mart’ta üyelerle bir kadın yemeği yapılması, büyük bir tartışmayla netleşmişti.

Tartışma… Kadın Komisyonunda, aslında ilginç olan “8 Mart mücadele günüdür. 8 Mart’ta yemek yenmez. Eğlenilmez. 8 Mart’ta sokakta mücadele edilir.” diye yemeğe karşı çıkanlar vardı. Oysa “Biz sadece yemek yiyor olsak neyse, ama sokakta da mücadele ediyoruz. İşyerinde gerekli çalışmaları da yapıyoruz. Akşama da birlikte olacağız. Bu da zaten sendikal örgütlenmenin kadınları örgütlemenin bir ayağı olacak.” dedik. Diğer şubelerden de kadın arkadaşların davetli olduğu ama özellikle 2 No’lu şubenin üyelerinin katıldığı Jeoloji Mühendisleri Odası’nda bir yemek yaptık. Aslında herkes çok mutlu olmuştu. O tartışma da böylece bir şeyin yolunu açtı herhalde. 8 Mart’lar, aynı zamanda kadınların bir araya gelip eğlenebildiği bir zamana da dönüşmüş oldu.

Aslında ilk 2004, galiba Kadın Kurultayı. O güne kadar merkezi toplantılar yaptık. Kadın üyelerimizi illerden çağırdık. Kadın Komisyonlarından sorumlu olan arkadaşlarımızı davet ettik. Eylemler nedeniyle yazışmalar yaptık ama Kadın Kurultayı ilk defa kadınları delege olarak bir araya getireceğimiz bir toplantı. Konularını belirlemek açısından “Neyi tartışalım ki sendikal olarak bizim önümüzü açsın?”. Hem merkezi kadın komisyonlarında hem de şubedeki çalışmalarda sürdürdüğümüz eğitimleri yapıyoruz kendi kendimize, konuşuyoruz, tartışıyoruz. Akademisyenlerden bir şeyler öğreniyoruz ama sonuç alıcı işler yapmak istiyoruz. Nasıl sonuç alacağız? Konuştuğumuz her şey, sendikada tüzüksel bir zemine kavuşsun istiyoruz. Onun çok önemli olduğunu varsayıyoruz. 

Diyoruz ki “Yazılı olursa, herkes çok güzel uyacak buna.” Kadın sekreterliklerini oluşturmak, kadın kotasını geçirmek… gibi. Dolayısıyla Kadın Kurultayında bunların kararını aldırırsak bu artık tartışılmaz. Şube yöneticileri de Genel Merkez yöneticileri de artık Kadın Kurultayının aldığı kararları göz ardı edemezler, “Hayır” diyemezler. Bizim için kadın kurultayı bu açıdan önemliydi. Orada gerçekten çok büyük emek var. Tüm illerdeki kadın arkadaşların. Ben merkezi olarak kendi adıma çok emek harcadığımı söyleyemem. Konular belirlenmişti. Şubelere gönderildi ve şubelerde bununla ilgili Şube Kurultaylarının ya da şube toplantılarının yapılması ve şubelerden görüşlerin gelmesi isteniyordu. Kişisel tebliğler yazılabilecekti. Günlerce oturup şubelerde yapılan çalışmaları, önümüze döküp onları eski usül “O şube bunu demiş, bu bunu demiş” diye birleştirmeye çalıştık. Bu zevkli bir şeydi. Sivas’ta ne yapmışlar Diyarbakır’da ne demişler, onları ve altındaki bir sürü kadının imzasını görmek aslında güzel bir şeydi. Her zaman olduğu gibi delege belirlenmesi sürecinde küçük küçük sorunlar yaşanıyordu ama o şubeye beş, bu şubeye iki vb. delege üzerinden. Kadınların emeği üzerinden yapılan bir ilk kurultaydı sanıyorum.

Sanırım tavsiye kararı olarak, Kadın Kurultayının kararları olarak geçti. Ama hani nasıl, hangi aşamada uygulamaya geçti? Bazı şeyler için Tüzük Kurultayı gerekli, deniyordu. Dolayısıyla kota gibi şeyler Tüzük Kurultayına bırakılmıştı. Ama kurultayda  “tavsiye kararı” olarak geçiyordu. Orada da Genel Kongrelerde de tekrar önerge olarak vermek gerekir mi? Kadın kurultaylarının aldığı kararlarla ilgili tartışmalar yapılıyordu, ama hatırlamıyorum.

8 Mart’larda hep Ankara’da bir etkinlik yapılma süreci oldu. Bazen basın açıklamaları. İlk 8 Mart mitingini Sıhhiye’de yaptık. İzinli miting olarak. O güne kadar da kadınlar bir alanı dolduramayız kaygısıyla hep basın açıklamaları, daha küçük alanlarda, Sakarya Caddesinde Yüksel’de, YKM önünde eylemlerle yapılıyordu. Sıhhiye’de bir miting Tüm Bel Sen Ankara şube yöneticisi Songül, yine Sultan arkadaşın kürsüde olduğu, Sıhhiye’de bir kadın mitingi yapmıştık. Çok yağmur yağan bir günde.

Sendikada sorumlu olan, kadın mücadelesi sürdüren insanlar olarak çok şey yaptığımızı düşünüyorduk ama bu tüm üyelere ve yöneticilere ulaşmış ve içselleştirilmiş bir şey değildi. Sendika içinde kadınların yaptığı çalışmalardan ve alınan kararlardan haberi olmayanlar ya da işine gelmeyenler kadın mücadelesini yok sayabiliyordu. 

2000 yılında Kadın Sekreterliğinin tüzükte düzenlenmesiyle sendikal olarak sürdürülen kadın mücadelesi farklı bir evreye girdi. Tüm tartışmalara karşın şubelerde Kadın sekreteri olan ama bu görev için istekli ve içselleştirmiş olmasa da, yöneticiler vardı. Ben o dönem de sade bir üyeydim. Ankara 2 nolu şubede Kadın Sekreteri tam da tarif ettiğim gibi biriydi. Buna rağmen Kadın Sekreteri olarak adlandırılması önemliydi çünkü ona “8 Mart,  25 Kasım’larda 25 Kasım örgütlemekle görevlisin” diyebiliyorduk. 

Elif Akgül’ün Kadın Sekreteri olduğu dönem, kurumsallaşma açısından değerli bir dönemdi. Bu dönemde yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya sendika içinde kadınlarla ilgili işler ve yazıların bir muhatabı vardı. Çünkü şubelerin genel merkez düzeyinde bir muhatap bulması çok önemliydi. Öncesinde yazı gönderirsin, ararsın, sorarsın… Kim yapacak? Sorumlu olan birisi vardı, ama Kadın Sekreteri değildi.  Bu defa her önerisi yönetimde tartışma konusu oluyordu. Kadın arkadaşların zaten sayılarının az olması ve daha çok erkeklerin karar verici pozisyonda olmasından dolayı da belki böyle bir süreç vardı. Kadın sekreterliği oluştuktan sonra, en azından dışardan görüntü, daha kurumsal yürüdüğünü bu işlerin. 

Ben bunu profesyonelliğe bağlıyorum. Kadın Sekreterliğinde değil, daha çok Genel Merkez düzeyinde Merkezi Kadın Komisyonunda çalıştığım için profesyonel uzman arkadaşlar çalışmaya başlayınca, Kadın Komisyonlarına, merkezi düzeydeki Kadın Komisyonunun işlevi kalmadı. Şubelerde devam ediyordu bu. Aksine Kadın Sekreterinin olması, bence şubede elini daha da güçlendiriyordu.

Aslında o, tekrar heyecan dönemiydi. Benim için de öyle. Hem sorumluluk hissetme dönemi hem de  profesyonel arkadaşlara bıraktığımız dönemde ‘Demek ki tekrar bize de ihtiyaç olabiliyormuş” dediğimiz bir şey. O kampanya döneminde de “KESK’li Kadın Tutuklular Serbest Bırakılsın” işi gerçekten diyorum ya Hürriyet gazetesinden tut, Ankara Üniversitesi, ODTÜ’deki akademisyenlere kadar imza kampanyası oluşturmuştuk. İmza atmalarını istemiştik. Gazetelerde haber yapmalarını istemiştik. Arkadaşlarla ilgili bilgiler vermiştik. Dosya oluşturmuştuk. Kadın arkadaşların resimlerinin taşındığı; etkili ve heyecanlı bir yürüyüş yapmıştık.

Eşim destek veren birisi olduğu için ideolojik anlamda çok çatışma falan yaşamadık ama pratik anlamıyla sıkıntılar yaşandı. Mesela ben oğluma hamileydim 1996 yılında. Nisan doğumlu oğlum. Mart ayında Güvenpark içinde bir oturma, çadır kurma eylemi var.  Eylemi ziyaret etmiştik kalabalık bir grupla. Ben hamileliğimin son aylarındayım. Polis müdahalesinden birkaç dakika önce ayrılmıştım. Gözaltına alınanlar, polis şiddeti nedeniyle yaralananlar olmuştu. Gözaltı aracında arkadaşların kendilerini bırakıp, beni merak ettiklerini daha sonra öğrendiğimde çok duygulanmıştım. 90’lı yıllar benim daha aktif olduğum zamanlardı. Oğlum 1996 doğumlu. Eşim espriyle karışık “Oğlumuzu ben büyüttüm” der. Kızım 2007 doğumlu. Ben de “sendikal görevler açısından boş olduğum zamanda kızımı yaptım” derim. Bir boşluk anına hem siyaseten hem sendikal olarak görev almadığım çok da göreve çağrılmadığım bir dönemde “Bari ikinci çocuğu yapalım” deyip, çocuk büyüttüğüm zamanlar.

İlk yıllarda sanıyorum kadınlar karşılaştıkları problemleri, ifade etmekten çekiniyordu. Fark ediyorlar mıydı? En azından ben bile ifade etmiyordum. Mesela, gece 11’de biten toplantıdan çıkıp, yalnız başıma eve dönmek durumundaydım. Sıkıntı oluyordu. Otobüs beklemek, otobüste hareket etmek, metroyla gitmek falan. Ama  hiçbir zaman sendikada “Niye bu saate kadar toplantılar sürüyor” demedim. Bu tartışmayı ben evde, eşimle yaptım: “Öyle sürmesi gerekiyor, çok önemli konular” diyerek. 

Kadınların ilk başlarda bunları ifade ettiğine çok tanık olmadım. Ama sendika içindeki kadın mücadelesiyle birlikte kadın sorunları tartışılmaya, konuşulmaya, kadın komisyonları biraz daha kendini duyurmaya başladıktan sonra “kadın toplantıları akşam saatlerine koyulmasın, kadınlara göre saatler belirlensin, mekânlar kadınlara ve çocuklara göre oluşturulsun.” demeye başladık. 

Bir dönem çocuk odaları tartışmaları böyle bir şeydi. Doğum izinleri talebi, kadınlar için çok önemliydi. Emzirme izinleri saatleri çok önemliydi. Dolayısıyla kadınlar biraz daha bunları konuşmaya başlamışlardı. Bunların yayınlarda çıkması, talep olarak dillendirilmesi, belki aktivist kadınların da siyasi taleplerin yanında, kadın taleplerini de gündemlerine almalarına neden oldu. Hatta Eğit Sen zamanında hiç kadın sözü söylemeyen bir siyasetin, 2000’li yıllara gelindiğinde “Ya aslında biz geçmişten beri kadın mücadelesini önemsiyorduk anlatıyorduk, ben de bir kadınım, yönetime girmek istiyorum” dediği zamanlarla karşılaştık daha sonra.

Evdeki iş bölümünün etkisi var. Sendikadaki genel erkek egemenliğinin varoluşu var. Temsilciler kurulunda erkekler konuşuyor. Yöneticilerin, başkanların çoğunluğu erkekler. Toplantıları başkanlar açar genelde. Sözler erkekler tarafından başlatılır. Öyle olunca temsilciler içinde de kadın sayısı azdır. Ben sendikal mücadele içindeki en yoğun kadın katılımlarının iş bırakmalar sırasında olduğunu düşünürüm. Toplantılara değil, etkinliklere değil iş bırakmalara. Neden? O iş bırakma saatlerinde evde olmaz zaten. İşe ayrılan zamanıdır. Çocuklar bir biçimiyle okuldadır ya da bakıcıdadır. Onun için ayrıca plan yapmaya gerek yoktur ve iş bırakma alanları kadınların en yoğun sokakta, Kızılay’da eylemlerde olduğu zamanlardır. İş saatlerine denk geldiği için. Sendikada da ortam gayet erkek egemen, sohbetler öyledir. Espriler öyledir. Ben okulumda bir arkadaşla bu konuda tartışma yaşadım. Espri yapıyor “Kadınlar şöyle, kadınlar böyle” diye. Dedim ki “Yok arkadaşım, öyle söylemeyeceksin. Öğretmenler odasında böyle konuşmayacaksın.”  Bir gün “çok güzel olmuşsun” dedi. “Hayır, ‘güzel olmuşsun’ da demeyeceksin bana. Ben bunu taciz olarak algılıyorum. Anlattığın fıkraları da taciz olarak algılıyorum.” 

Bu sendikada da böyle sürüyor. Erkek egemen dil üzerinden, en müdahale edemediğimiz alanlardan biri bu. Kadın Sekreterliği, Kadın Komisyonu gibi kurumsal şeylerle uğraşırken biz dilimizi davranışlarımızı biraz daha geri planda bıraktık. Onlar biraz kadınların sendikaya ve etkinliklere katılmasını zorlaştırdı. Halen devam eden iş bölümünden sıyrılamamış olmak…

Az değişiklikler oluyor. Deniliyor ki, “Artık sendikada Kadın Sekreteri var. Bir  kadının girmesi gerekiyor yönetime.” O “bir” kadının yönetime girmesi için, bu defa gruplar kendi grubundan çıkarmaya çalışıyor. Niye? Orada bir tane ayrılmış yer var. Oraya bir kadın bulmaya çalışıyor. Bunlar bir sürü kadını aktif olmaya -ne diyelim- zorladı ama o kadınlar kalıcı olamadı ne yazık ki. Kendi şubesinde de yönetici olan ama daha sonra hiç görmediğim kadın arkadaşım var. Geçici olarak aktif olmak, kalıcılaşmayı sağlamadı. Değişimler olsa da.

Erkekler açısından, çocuk sahibi olmak sendikal mücadeleden çekilmesini gerektirmiyor. Kesintiye uğramadan devam ediyor. Kadın arkadaşlar olarak çok yoruluyoruz. Erkeklerle mücadele etmekten yoruluyoruz. Polisle, devletle mücadele etmekten ziyade, sendikada “arkadaşım” dediğin insanla mücadele etmekten yoruluyorsun. Sendikal işler de sadece sendikada, sendikal mekânlarda sürmüyor. Akşam yemeklerinde sürüyor. İçki muhabbetlerinde sürüyor. Kahvede sürüyor. Ve kadınların dâhil olmadığı mekanlarda sürüyor bu işler.

Kadın Komisyonları şubelerden başlayıp genel merkeze kadar aslında çok iş yaptı. Bu sendikadaki en çok işi herhalde Kadın Komisyonları yaptı. Büyük işyerlerinde, okullarda sayıları az olsa da Kadın Komisyonları vardı. Ve bunlar bence ana gövdeyi oluşturdular. Onun dışında 8 Mart ve 25 Kasım’lar çok gelenekselleşti. Zor oldu gelenekselleşmesi. Yayın çıkması, etkinliklerin devam eder hale gelmesi, zor oldu ama bu da kadın mücadelesi açısından çok önemli hale geldi. En azından taleplerin yazılı hale gelmesi. Kurultaylar çok önemliydi. İlk kurultay, KESK’in kurultayıydı. O çok daha derme çatma bir kurultaydı ama orada daha çok kişinin  emeği üzerinden süren bir kurultay yürütmüştük. Bu da kadınların toplu olarak görünür olmalarını sağladı bence. 

Kadınlar sendikalarda ayrı ayrı duruyorlardı ama SES’te kim vardı, Eğitim Sen’de kim vardı,  Maliye Sen kendi kurultayını bile yapabiliyormuş. Biz Eğitim Sen olarak kendimizi daha güçlü sayarken, Maliye Sen biz kurultay yapmadan, kurultay yapmış. Diğer sendikalarda da olduğunu ve bir araya gelirsek daha güçlü olunacağını, kurultaylarda gördük. Hem sendikal mücadele hem de BSP (Birleşik Sosyalist Parti) gibi ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi) gibi parti çalışmalarının da siyaseten devam ediyor olması, sendikal alana da yansıdı. ÖDP’de birbirine laf anlatamayan siyasetler, bir süre sonra aslında ortak bir şeyin altında durmaya başladılar ve bu sendikaya da yansıdı. Bir süre sonra ÖDP’de kazanılan şeyler sendikalara önerge olarak verilmeye başlandı. Siyasi partilerle geçişkenlikler var. Kadınlar için de bence önemli şeyler. Daha sonra da yurtsever kadın arkadaşların bu işin daha önüne geçmiş olmaları ve hızlı sürdürmeleri, bence sendikadaki birçok kadın işinin, daha kolay yapılmasını sağladı.

Ben aslında başka bir örgütlülük içinde yer almadığım için sendikal olarak siyaseten bir şeylerin içinde yer almış olsam da sendika kesintisiz gitti. Ben çok şey kazanıldığını düşünüyorum. Yönetici olmayı talep etmek, diyorduk ya “Talep etmemiz gerekiyor, güçlü olmamız gerekiyor.” Gerçekten kürsülerde birçok kadının bunu öğrendiğini düşünüyorum. Kendi adıma diyordum ki, “Zaten iyi konuşuyorum, kürsüde de sorun yaşamıyorum”, ama öyle değil. Bunun deneyimlenmesi lazım. Daha çok biz sendika içinde kazanımlar ürettik diye düşünüyorum. Pantolon giyme hakkını kazanmak bir bütün olarak üyelere ve alana dönük bir faaliyet. Ama Kadın Sekreterliği, Kadın Komisyonu, Kadın Kurultayı… Bunların hepsi bizim kendi iç mekanizmalarımızı oluşturmak ve üye kadınları güçlendirmek için. Güçlendiler bence. KESK’li kadınlar işyerlerinde bence çok sağlam duran kadınlar. “Ben şunu yapamam” diyerek amirinin karşısına rahatça dikilebilen kadınlar oldular. Bu tabii ki tek başına kadın mücadelesinin payı değildir, sendikal mücadelenin payıdır.  Aynı zamanda işyerinde “Kadın olarak  güçlüyüm, bana mobbing uygulayamazsın. Mobbing uyguladığında arkamda sendikam var. Kadınlara ayrımcı davranamazsın.” diye düşünen ve bunu hissettiren kadınlar oldular.  KESK’in toplumsal cinsiyet politikalarının, kadınları güçlendirdiğini düşünüyorum.

“Kadın dayanışması”  sloganını çok attık. Dayanışma nasıl gerçekleşir diye düşündüğümde kadın arkadaşımın sorununda yanında olmak olarak tarif ederim. Ancak grup reflekslerini tam olarak aşarak davranamadığımızı ve gerçek bir dayanışmayı gerçekleştiremediğimizi düşünüyorum. 

Önergeler konusunda şunu diyebilirim: Sendikada şube düzeyinde bir etkinliği planlamak konusunda, erkeklerin “Amaan bunun için mi uğraşıyorsunuz” dediği bir yerde, farklı siyasetlerden kadın arkadaşlarla o etkinliği yaptık. Merkezi düzeyde bir 25 Kasım günü bir miting ya da iş bırakma eylemi koymuştu sendika.  Kadınlar bir bütün olarak buna karşı çıkmışlardı ama koyulmuştu ve değiştirememiştik. Bizim açıklandıktan sonra haberimiz olmuştu ama genel merkezde yapılan bir toplantıda tüm siyasetlerden kadınların “Hayır arkadaşlar, bundan sonra 25 Kasım’a eylem koymayacaksınız. Bugün kadınlara özel bir gün.” demiştik. Sonrasında böyle bir şeye cesaret edemediler. Küçük bir dayanışmaysa da,  bu  kadınlar arası bir dayanışma örneği olabilir.

Kadın taleplerinin, sendikada işyerlerinden istendiği dönemler oldu. İşyeri toplantılarında, görüşme zamanı toplu görüşmede, işyerlerinin taleplerini sorduğumu hatırlıyorum. Hem kadın taleplerini hem de genel taleplerin işyeri toplantılarında görüşüldüğünü biliyorum. Bunun genel merkeze kadar hem Eğitim Sen açısından hem de KESK açısından gittiğini biliyorum. Bir süre sonra zaten kadın talepleri,  yazılabilen bir şeye dönüştü. 

İşyerlerine 8 Mart ve 25 Kasım’da dergilerin gidiyor olması, afişlerin gidiyor olması ve birçok büyük okulda üye sayısı çok olan okulda pano düzenlenmesine yol açtı. O panonun düzenlenmesi demek aynı zamanda toplumsal cinsiyetin görünür hale gelmesi ve okulda da konuşulur olması demekti. Şubelerin ufak ufak yaptığı işyeri etkinlikleri de önemliydi. Mesela çiçeklerimizi alıp, birkaç okula işyeri ziyaretinde bulunurduk. “Bugün 8 Mart kadınların mücadele günü” diyerek, arkadaşlarla toplantı yapardık. Bence işyerlerinde bir fark oluşturduk. 

Toplumsal cinsiyet açısından,  kendi okulumdan örnek vereyim: Okulda bir anket yapıyorduk. Ya sendika için gerekli ya da benim yüksek lisansımdan dolayı yaptığım bir anket… Anket uygulaması sırasında kendi okulumda bir kadın arkadaş “Ben ayrımcı davranmıyorum, ben bu anketi doldurmayayım” demişti. “Sen yine de bir bak,  doldur, ne güzel ayrımcı davranmadığımız ortaya çıkar” demiştim ben de. Bu sırada bir başka kadın öğretmen “Böyle bir şey olur mu, öğretmen cinsiyet ayrımcı davranmaz ki!” diyerek söze karıştı. Ben de “arkadaşlar bir düşünelim, senin sınıfında başkan seçiliyor; genellikle kim oluyor, kızlar, neden?” diye sordum. “Çünkü daha temiz ve tertipliler” dedi.” Birkaç örnek daha verince Eğitim Sen’li bir arkadaş “Kadın öğretmenler de okulun ve öğretmenler odasının düzenlenmesinde görevlendirilir, ayrımcılık bizler eliyle devam ettiriliyor” dedi. Bunun üzerine sendikamızın cinsiyet eşitliği çalışmalarından, eğitimde ve iş hayatında ayrımcı olmayan iş bölümü taleplerimizden söz ettim. Eğitim Sen’li arkadaşlarımızın küçük küçük de olsa, bilinç değişikliği yaşadığını görmek güzeldi. Bütünlüklü bir değişim söz konusu olmadı.  

Çok uzun dönem bence, uğranılan tacizlerin farkında değildik. Bunların temsilciye söylenebilir şeyler olduğunun farkında değildik. Ben Handan’la yakın arkadaştım. Ben konuşabiliyordum Handan’la. Kadın arkadaşımsa, daha rahat konuşabiliyordum. Temsilcinin kadın olmasının böyle bir faydası vardı. Buna birebir değişti demek, çok şey değil ama -ben mobbing sözcüğünü çok sonradan duymuş birisi olarak- mobbing sözcüğünü kullanmaya başladı insanlar. Taciz yerine de mobbingi kullanmaya başladı. Belki o zaman daha rahat konuşmaya başladılar. Tacize uğradığını söylemek de kadınlar açısından zor bir şey. “Ben idareci tarafından, öğretmen arkadaşım tarafından mobbinge uğruyorum” demek daha kolay oldu galiba. Bir kavram farklılığıyla.

Ben TODAİE’de (Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü) 2001 yılında yüksek lisansa başladım. Toplumsal cinsiyete dayalı sorunlar üst başlığında “Ankara’da Kadın Yöneticilerin İlköğretimlerdeki Toplumsal Cinsiyete Dayalı Sorunları” ifadeden yaşar tarakçının bu anlatının olduğu klasördeki yüksek lisans konusunda tez çalışması yaptım. Tez hocam, toplumsal cinsiyet adını ilk defa duyduğunu, bunun ne demek olduğunu bilip bilmediğimi sorduğunda, toplumsal cinsiyeti ona anlattım.  “İyi, yapabilirsin bu konuda tez” dedi.

Çalışmamda, sendikadan bahsederken,  sendikanın materyallerinden alıntılar yaptım. Kurultaylarından, konuşmalarından… Benim için, kendi tarihim için önemli bir gelişmeydi. Sendikanın etkisiyle, sendikanın da materyallerini kullanarak öğrendiğim birçok şeyi, tezde kullanarak tez çalışmamı tamamladım. Hocaya karşı da çok güçlü hissederek kendimi!

Menü POPUP