Coloured water, gas, batons and patriarchy
Elif Dumanlı,
Education and Science Workers’ Union- Eğitim Sen, Ankara, early 2000’s onwards
I became a union member when the coalition government of Bülent Ecevit was in power. It was a period when the union was very strong. We approached the union to become members. When I was working at Çubuk there was a closure case against the union. When mass demonstrations started I had a wisdom tooth problem. I wanted to visit the dental clinic very early in the morning and then rush to the demonstration venue before the anaesthesia was gone, and with a swollen face. The police forces attacked violently in that period, too. But we did not leave the demonstration venue. We were right and this empowered us. An incident that I witnessed at the demonstration venue was a turning point for me. The police forces were getting ready to attack. In that period, too, they sprayed coloured water, and then they used gas and the police would attack with their batons. Male members started to gather behind the Eğitim-Sen banner. Men told the women to step behind. One of the women members refused to step behind and held fast to the banner. At that moment I realised that we had to resist patriarchal ideas and behaviours even in union circles.
Elli yaşıma merdiven dayadım. Yirmi yedi seneye yakındır sınıf öğretmeni olarak çalışıyorum. Ailem Sivas’dan Ankara’ya göç ettiği yıl doğmuşum. Babam kapıcıydı. Pek çalıştığı söylenemezdi. Sürekli atılıyordu. Çankaya bölgesinde bir apartmandan diğerine taşınıyorduk. Babam işini iyi yapıyordu; ama işçi olmakla, köle olmak arasındaki farkı bildiği için ezilmemek için direniyordu. Tabii şimdiki aklımla bunu değerlendirebiliyorum. Çocukken, babamın çalışmayı sevmediğini düşünürdüm. Annem temizlikçiydi. Okuma-yazma bilmezdi. Yoksulluk sınırında yaşardık; ama yine de namusumuzla para kazanıyoruz, mantığı ile şükrederek yaşıyorduk. Annemin de babamın da diğer göçmen aileler gibi birikim yapıp köye dönme hayalleri vardı. Ama maalesef gerçekleştirmeye ömürleri yetmedi. Ailede üniversite okuyup, devlet memuru olan ilk benim.
Öğretmen olarak Iğdır’a atandım. Bir yıl sonra da yüksek lisans sebebiyle Ankara’nın Haymana ilçesine geldim. Ankara’ya gelir gelmez de sendikaya üye oldum. Iğdır’dayken sendikayla ilişki kurabileceğim kimse yoktu. Sendikayı üniversite yıllarımdaki eylemlerden biliyordum. Sendikasız geçen ilk yılımda kendimi boşlukta hissettim. Mesleğimle ilgili örgütsel mücadelenin adresi sendikaydı benim için.
Sendikaya üye olduğum dönem Bülent Ecevit’in hükümeti dönemiydi. Sendika güçlüydü. Sendikaya üye olmak için bizler ulaşıyorduk. Haymana’dayken sendikaya üye olmuştum. Bir sene sonra da Çubuk’a atandım. Bakanlığa geçene kadar üç yıl boyunca Çubuk’ta çalıştım. Çubuk’ta çalıştığım dönemde sendikanın kapanma davası vardı. Geniş katılımlı eylemler başlamıştı. O dönemde de yirmilik diş sorunum vardı. Eylemlere gitmek için genellikle sevk alıyorduk. Ben o dönemde sabah erkenden Hacettepe Üniversitesi diş kliniğine gidip yirmilik dişlerimi çektiriyor, morfinin etkisi geçmeden eylem alanında soluğu alıyordum elim yüzüm şiş içinde. Arkadaşlar sürekli “Yine mi!” diyorlardı. O dönemde de sert müdahalede bulunuyordu polis; ama eylem alanını terk etmiyorduk inadına. Davamızdaki haklılığımız bize güç veriyordu.
Eylem alanında tanık olduğum bir olay benim için dönüm noktası oldu. Polis saldırıya hazırlanıyordu. O dönemde genellikle boyalı su sıkılıyor, ardından gaz atılıyor ve polis coplarıyla dalıyordu. Eğitim-Sen’in pankartının arkasında erkek üyeler toplanmaya başladı. Erkekler, kadınlara “arkaya doğru” gitmesini söylüyorlardı. Kadın üyelerden biri, itiraz etti ve pankartı sıkı sıkı tuttu. Sendika ortamında bile ataerkil düşünceye ve davranışlara karşı direnmemiz gerektiğini o anda anladım.
Bakanlığa geçtiğim sene galiba öğretmenlikte beşinci veya altıncı yılımdı. Doktoraya başlamıştım. Şubeden biri aradı. Beni toplumsal cinsiyet eğitimleri için önerdiklerini haber verdiler. Kabul edildiğimi öğrendiğimde çok sevindim. Üniversite yıllarında feministlerle tanışmıştım. Bilinç yükseltmelere katılıyordum o zamanlar. İlk başta bilinç yükseltmeler bana iyi geldi; çünkü o zamanlarda gelgitler yaşıyordum. Liseyi bitirmek, ailem için okumanın son noktasıydı. Evlenme yaşım gelmişti. Ama ben halen okuma derdindeydim.
Çeyiz dizmeye başlamıştı annem o zamanlar. Hatırlıyorum da çeyizim için alınan ilk şey çay fincanlarıydı. Çok güzellerdi. Üniversiteye hazırlanıyordum inatla. Maddi yetersizlikler yüzünden dershaneye gidememiştim. Ütü yaparak para kazanıyordum. Elime geçen üç beş kuruşla bir dergiye abone olmuştum. Dergi elime ulaştıkça, konulara çalışıyordum. Annemin işten geldiği bir gün çay demledim. Çeyizim için aldığı fincanları çıkarıp, çayı doldurdum. Annem fincanları görünce şaşırdı. İlk kez o zaman okumaya niyetli olduğumu söyledim. “Evlenirsem bir gün, çeyizim kitaplarım olacak” dedim. Bir türlü evlenmek istemediğimi, özellikle de çocuk doğurmak istemediğimi söyleyemedim. Korkutuyordu. İçten içe evliliğin de çocuk sahibi olmanın da kendimi özgürleştirmeme engel olacağını hissediyordum; ama bunları ret edersem nasıl yönümü bulacağımı da bilemiyordum.
Bilinç yükseltmelerde, hem kendi içimi açtım hem de içini açan kadınlar sayesinde kadınlığımla yüzleşmeye başladım. Diğer taraftan bilinç yükseltmeler bana ağır gelmeye başladı. Sürekli hüzünleniyordum. Çok fazla acı vardı. Zamanla uzaklaştım. Toplumsal cinsiyet eğitimlerine kabul edildiğimi öğrenmek… Nasıl ifade etsem… toplumsal cinsiyet eğitimlerini; Kendimin de diğer kadınların da bireysel öykülerinin, daha doğrusu mücadele tarihlerine ait öykülerin birleştirilip, akademik bilgiye dönüşmesi olarak görüyordum. Ataerkil düzene akademik bilgiyle bakmanın, incelemenin, tartışmanın yönümü bulmakta bana yararlı geleceğini düşünüyordum ki, öyle de oldu.
Sendikanın Merkez Kadın Eğitimciler Eğitimi, hem eğitime katılan biz kadınları hem de sendikayı dönüştürdü. Ülkenin dört bir yanından kadınlar gelmişti. Şimdi durup düşündüğümde… kesişimsellik çalışmaya başladık biz o eğitimlerde. Etkin ve mezhepsel farklılıklarımız tartışmalara damgasını vuruyordu.
Kadın kadına olmak grup baskısından sıyrılmamıza ve birbirimizi anlamamıza sebep oldu. Eğitimler bana çok iyi geldi. Akademik anlamda, toplumsal cinsiyet çalışmak, farkındalık düzeyimi arttırdı. Çok güzel dostluklar kurdum. O heyecanla da eğitimlere gittim. Eğitimlere giderken de heyecanlıydım. Lakin düş kırıklığına uğradım; çünkü eğitimleri karmaya veriyorduk. Kendimce yine kadın kadına olacağımı düşünmüştüm.
İlk eğitimler toplumsal cinsiyetin temel kavramları üzerindendi. Biyolojik cinsiyetin nasıl toplumsal cinsiyete dönüştüğünü anlatmaya çalışıyorduk. Erkek üyeler tarafından sürekli sözüm kesiliyordu. Konuşmak zor oluyordu. Toplumsal cinsiyet eğitimlerini, erkek üyelerimiz hem gereksiz buluyor hem de kendilerine saygısızlık gibi de algılıyorlardı.
Solcu erkekler olarak kendilerini bilinçli varsayıyorlardı. “Sendikada solcu olmaktan dolayı kadın-erkek eşitliği vardı. Eğer kadınlar sendikal yaşama yeteri kadar katılmıyorlarsa, bu onların bilinçli olmamasından kaynaklanıyordu” mesajını veriyorlardı sürekli. Toplumsal cinsiyet bilgimin ne kadar sağlam olduğunu ölçüyorlardı.
Kendi bilgileriyle benim bilgisizliğimi açığa çıkarıp, eğitimi, dolayısıyla beni boşa çıkarmaya çalışıyorlardı. Moralim bozuluyordu. Eğitimlerden sonra Merkez Kadın Eğitimcilerle, merkezi olarak bir araya geldiğimizde onların da aynı şeyler yaşadıklarını gördüm. Sendikalı erkekler direnç geliştiriyorlardı. Nasıl baş etmemiz gerektiğini konuştuk. Baş etme yolları hakkında görüş alışverişinde bulunduk.
Eğitimlerde kadın üyeler daha fazla söz almaya başladıkça, direnç kırıldı.
Toplumsal cinsiyet eğitimlerinin merkezî düzeye gelmesi, Kadın Kurultayı gerekliğini doğurdu. Toplumsal cinsiyet eğitimlerinin başlamasından kısa bir süre sonra yanlış hatırlamıyorsan üç dört sene sonra, Birinci Kadın Kurultayı hazırlıklarına başladık. Bu sebeple Merkez Kadın Komisyonu oluşturuldu. “Sorgulamak ve Değiştirmek İçin” şiarıyla düzenlenen Eğitim-Sen 1. Kadın Kurultayını 2-3-4 Temmuz 2004 tarihinde Ankara’da yaptık. Eğitim İşkolunda Çalışan Kadınların Sorunları ve TİS Talepleri bölümünde, Merkez Kadın Komisyonu ve Kurultay Komisyonu üyesi olarak yer aldım.
Görünmez bir cam tavan vardı sendikada. Bunun nedenlerinin ve çözüm önerilerinin tartışılması sonucu kota uygulamasının; Kadın Sekreterliğinin etkin olabilmesi için Kadın Meclislerinin kurulmasının yolu açılmış oldu. Ardından ders kitaplarında toplumsal cinsiyet araştırması yaptık. Bakanlığına raporlarımızı gönderdik. İlk kez merkezî hizmetiçi eğitimlerine, toplumsal cinsiyet eğitimleri alındı. Ders kitaplarında çok az değişiklik oldu. Hatırladığım kadarıyla kadın figürlerin meslekî çeşitlilikleri arttı ve kadın figürler yanlarında bir erkek olmaksızın ders kitaplarında görünmeye başladı. Ama başta da söylediğim gibi değişiklikler istenilen düzeyde olmadı. Eğitim-Sen, En azından değişimler için bir baskı aracı olmayı başarabildi Milli Eğitim Bakanlığı üzerinde.
Sendikal çalışmaları yaparken tabii ki birçok güçlükle karşılaştım; ama sendikanın kuruluş amacı ve ilkelerine güvendim. Sendikayı benliğimden ayrı bir kurum olarak görmek yerine, “sendika benim“ dedim sürekli.
Geçmişe dönüp baktığımda toplumsal cinsiyet eğitimleri, farkındalık yaratmakla birlikte kurtarıcı rolüne bürünmeme sebep oldu. Merkez kadın eğitimci olarak, sendikanın kadın politikalarının meşruluğunu yaymalıydım; sorun yaşayan kadınlara ulaşıp onlara destek olmalıydım. Kendim sorun yaşayınca ne yapacaktım? Hiçbir şey yapamadım. Örneğin Muğla’da yaşanan toplu cinsel saldırı davasında etkin bir rol oynadım. Ankara’dan Muğla’daki davalara gittim. Türkiye’nin dört bir köşesinden kadınların davaya rahat ulaşabilmeleri için proje yazdım. Kabul edildi. Kadınlar davaya ulaştılar. Kalabalıktık. Biz sendikalı kadınlar için bu davanın önemli olmasının sebebi, cinsel saldırının içerisinde yer alan ve örgütleyen erkeklerden birinin, üyemiz olmasıydı. Adamın sendika üyeliğine son verilmesi yanında, “kadının beyanı esastır” ilkesiyle, davalı kadının yanında yer aldık.
Ama iş yerinde üyemiz bir erkeğin tacizine maruz kaldığımda, nasıl davranacağımı bilemedim. Başkalarının hayatına dâhil olmakla, kendi hayatına dâhil olmak arasında uçurumlar varmış. Erkek dayanışmasının şiddet uygulayan erkeğin, eylem ve davranışlarını meşrulaştırdığını biliyordum. Yüzlerce öykü dinlemiş ve tanık olmuştum. Erkek dayanışmasını bir şekilde akademik boyutta da pratik boyutta da anlamlandırabiliyordum; ama kadınların tavırları, eve kapanmama sebep oldu. Tayinim çıkana kadar, olayları kafamda geriye alıp durdum.
İki sene önce Şube Yürütme Kuruluna seçildim. Bir kadının yönetimde olması gerçekten zormuş. Öncelikle beni şaşırtan Kadın Sekreteri olmadığım halde, Kadın Sekreteri gibi de çalışmak zorunda olmaktı. Kadın Sekreteriyle bu durumu konuştum. Kadın olmamdan dolayı Şube Kadın Meclisinin de KESK Kadın Meclisinin de doğal üyesi oldum. Whatsapp gruplarında yer aldım. Cinsiyetimden dolayı çifte görev yapmaya başladım. Bunu doğru bulmadım. Tartışılması gereken bir durum bence.
Toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele verirken, cinsiyetimden dolayı olumlu gibi gözükmesine rağmen, sendikada yönetici olarak iş yüküm artmıştı. Profesyonel sendikalı değiliz. İşe gidip, özel hayatımızı idame ederken, bir taraftan da sendikada çifte vardiya yapmak zorunda kalıyoruz.
Bütün güçlüklere karşı, kadınlar sendikada kendi sözlerini üretebiliyorlar. Kadın Sekreterlikleri, Kadın Meclisleri ve feministlerle iç içe olmak, ülkenin de sendikanın da gündemini yakalamaya, etkili eylemler örgütlemeye neden oluyor; ama yine de kat edilmesi gereken çok yol var. Bununla birlikte olumsuz bulduğum yönler de var. Sendikada toplumsal cinsiyet eşitliğini, devrime erteleyen bir siyasi yapı ve görüş var. Sosyalizm gelince eşit işe eşit ücret ödenince veya ev işlerinin, çocuk bakımının kamusallaşmasıyla cinsiyet eşitsizliğinin son bulacağını düşünüyorlar. Sosyalist feminizmin çıkış noktası da bu aslında. Üretimde de cinsiyet eşitsizliği var, tamam; ama sosyal yaşamda da cinsiyet eşitsizliği var. Kapitalizmle mücadele ederken, ataerkiyi mücadele dışında tutup, devrime havale etmek, biyolojik cinsiyetin laneti ile ölmek olur.
İyi ki KESK’liyim; çünkü mesleğim ile ilgili mücadele ederken aynı zamanda kadın olarak güçlenmeme ve özgürleşmeme de neden oldu. İki mücadele alanımı tek çatı altında birleştirebildim. KESK’li kadınlar olarak çok yol kat ettik ve daha çok yol kat etmemiz gerektiğinin bilincindeyim.
“Kadının beyanı esastır” ilkesi çerçevesinde bir öneride bulunmak isterim: Erkek üyelerin sözlü veya fizikî şiddetlerine maruz kalan kadın üyelerin başvurularının, merkezî düzeyde kurulan disiplin kurulu tarafları tarafından değerlendirilmesi, kadın üye başvuru yapmasa bile bunun sendika davası (kamu davası gibi) gibi algılanıp işlemlere başlanması ve kadın üyelere psikolojik destek ağının kurulması gerektiğini düşünüyorum.