This century will be the century for women to win!
Döne Gevher Koyun
Education and Science Workers’ Union, İstanbul, From the 1990’s to the early 2020, Ankara, ongoing
Previously, I used to take it as a compliment when a male friend called me “You are like a man”. This is not the case with the new generation. In the new generation, women’s consciousness is developing. This is what they owe to our efforts, and we owe this to our predecessors. It is something that women have accumulated and handed on from the past to the present. It is easier now for women to understand themselves, get to know each other and become partners. … It is the women who maintain their own principles and take themselves as the reference point in egalitarian relations, and not men… This century will not be a century for women to lose. It will be a century in which women will win. This is a development which has grown from the past to the present. Not from one day to another. It didn’t come with KESK either. It has come with the organisations before KESK, with the feminist movements, with the witches before that, with the women who resisted alone before that… Woman’s identity has been formed through all these sources together.
I am preparing special information boards for March 8 in my class. I taught a lesson in another class for a while, to raise awareness in children. We try to form a generation sensitive to gender equality.
To listen to Döne Gevher Koyun’s oral history interview of 2016 (in Turkish) click below.
1974 doğumluyum. Öğretmenim. İstanbul’da çalışıyorum. 1996’da göreve başladım. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi mezunuyum. Tarım ve hayvancılıkla geçinen bir ailenin kızıyım. Politik bir aileydi. Sol düşünceden beslenmiş bir aileydi. Bunun dışında bir tutum benden beklenmiyordu. Hem lisede hem üniversite hayatımda sol içinde, devrimci öğrenciler içinde yer aldım. O dönem itibarıyla üniversitedeyken, Van’da Eğitim Sen çalışmaları da vardı. Eğitim Sen’li arkadaşlarla da ilişkilerim vardı. Eğitim Sen’e gidip geliyordum. Onlarla da birlikte zaman geçiriyordum. O günden bugüne değişen çok bir şey var mı? O gün de Van’da 1995’te öğretmen arkadaşların gözaltı ve tutuklamaları olmuştu. Bugün de benzer durumları yaşıyorum. Mezun olup İstanbul’a gittiğim zaman ilk gittiğim örgüt Eğitim Sen oldu. 96’da göreve başladım, önce Eğitim Sen’e sonra okula gittim. Eğitim Sen’den arkadaşlarla görüştüm. Orada yaşam alanı da dahil birçok konuda neler yapabileceğimiz konusunda konuştum. O dönem Eğitim Sen’in basın yayın sekreteri Newroz’un evinde 3 ay kaldım. Örgütlü olmak birazcık böyle bir şey. Kendime ev bulana kadar üç ay kadar onunla beraber kaldım. Üç aydan sonra eve taşındım. İlk günden itibaren Eğitim Sen’e üye olmaya gitmiştim. Arkadaşlar “Bekle, ne acelen var?” dediler. “Yok, bir şey olmaz, ben Eğitim Sen’e üye olmak üzere geldim” dedim. Israrlarım sonucu ilk üç ay içinde üye oldum. O dönem Sendika Yasası yoktu. Sendika fiili ve meşru mücadele yürütüyordu. Tepkiler çok anti demokratik ve saldırgandı. Buna rağmen bulunduğum yer noktasında nettim. Herhangi bir tartışmam da yoktu. Form gelir gelmez hemen üye oldum. Stajyerliğim kalkmadan üye olmuştum Eğitim Sen’e.
Yürütme ve yönetim düzeyinde çok görev almadım son döneme kadar. Genelde, direnen bir noktada durdum. Ama örgütlenme, Kadın Komisyonu çalışmalarında aktif yer aldım. Her ikisi içinde de bir yönetim ya da yürütme düzeyindeki arkadaş kadar çalışma yürütüyordum.
Hem bulunduğum yer itibarıyla hem aileden şanslıydım. Üniversite açısından da şanslıydım. Genel olarak düşündüğünde toplumsal muhalefetin geriye düştüğü bir süreçte Kürt hareketinin güçlü bir çıkışı vardı. İçinde bulunduğum arkadaş grubu da sistemi sorgulayan, tartışan ve kendince çözüm yolları çıkış arayan bir gruptu. O grup içerisinde olmakla şanslıydım. Gazi Mahallesi’nde göreve başladım ben. Çalışma yeri itibarıyla da böyle bir şansım vardı. Gazi Mahallesi de Türkiye üzerinden düşündüğümüzde toplumsal muhalefete yön veren devrimci örgütlerin var olduğu bir mahalleydi. Sendikalı arkadaşların yoğun olduğu bir okulda göreve başladım. Yönetimden arkadaşlar da vardı, aktif çalışan arkadaşlar da yoğundu. Çok sık toplantılar yapıyorduk. Öğrencilere dönük çalışmalarımız da çok daha iyiydi.
Kültürel çalışmalar yapıyorduk. Halk oyunları, şiir dinletileri, tiyatro çalışmalarını sendikalı öğretmenler olarak yapıyorduk. Okuldaki büyük çoğunluğumuz sendikalıydı. O dönem ciddi bir göç almıştı Gazi mahallesi. Şırnak’ın yakılıp yıkılmasından sonra Şırnak’tan göç edenlerin bir kısmı Gazi Mahallesine yerleşti. İlk geldikleri aşamadan itibaren de hem ekonomik hem de sosyal anlamda sıkıntılar yaşıyorlardı. O çocuklarla özel olarak ilgilenme, onların o süreçte yaşadıkları sıkıntılara karşı neler yapabileceğimiz üzerinden tartışmalar yapıyorduk. O çocukların kendini iyi hissetmesi için onlarla iletişim ve iletişimde anadili kullanma da dahil, birçok yöntemi kullanıyorduk. İyi de oluyordu. Örgütlü bir okuldaydık çok sıkıntı yaşamıyorduk. Arkadaşlarla birlikte bir eylem örgütleyeceğimiz zaman, ortak örgütlenme yürütüyorduk. Ankara eylemi mesela. Ankara eylemi için o dönem itibarıyla kendi Şubemizden üç dört otobüs çok rahat kaldırıyorduk. Mali anlamda bir bütçemiz yoktu. Elden topluyorduk. İşyeri Temsilcisi arkadaşımız elden topluyordu. Maaşlarımızı alır almaz aktarıyorduk, oradan hesaba aktarılıyordu. Harcamalar öyle yapılıyordu. Herkes vermek zorunda değildi. Buna rağmen herkes vermek için istekli ve gönüllüydü. İlk işimiz neredeyse aidatımızı ödemek oluyordu. Sendikalara karşı güven ve inanç da çok daha yoğundu.
Üç, dört otobüs kalkıyordu Ankara’ya gideceğimiz zaman. Yol paralarını kendimiz karşılıyorduk. Yol paralarını karşılama noktasında sadece giden arkadaşlar değil, okulda fon oluşturuyorduk. O fon üzerinden yol masrafları karşılanıyordu ve yiyecek hazırlıyorduk. Sandviçler hazırlıyorduk. Evde yemekler yapılıyordu, o yemekler getiriliyordu. Yol için hazırlık yapıyorduk. Onun kendisi bile bir örgütlenme ve eylem biçimi şekline dönüşüyordu. Bölge üzerinden arkadaşlarımızla da ortak bölge toplantıları ve bir araya gelişler oluyordu. Her hangi bir okulda yaşanan bir sorunda, diğer okulların da devreye girmesiyle çözüm üretilmesi için çaba harcanıyordu. Daha mücadeleci, daha dayanışmacı ve devrimci idi.
Aslında 1980 sonrası bir dinamizme ihtiyaç vardı. Bir kere sendikalarda yer alan arkadaşlar, bir örgütlülüğe inanan ve örgütlülüğün çıkış yolu olduğunu düşünen arkadaşlardı. Motivasyon kendiliğinden gelişiyordu ve sendika üzerinden de birçok şeyi yapabileceğimize inanıyorduk. Sendikalara o dönem itibarıyla, kendi anlamından daha fazla anlam yüklüyorduk. Bir arada mücadele yürütülen, birçok anlayışın bir arada mücadele yürüttüğü, ortak örgütlendiği, ortak alan oluşturduğu bir anlam yüklüyorduk. Emek örgütü olması ile birlikte özlük hakları tek gündemi değildi sendikaların. Toplumsal yaşamın her şeyi, gündemiydi. Tartışmalar da onun üzerindendi. O yüzden motivasyonu da oradan alıyorduk. Toplumsal anlamda da halkla içiçelik, biraradalık yoğundu.
Fiili meşru mücadele yürütüyorduk. Belli kazanımlar üzerinden gidiyorduk. Birlikte olmak, bir arada mücadele yürütme ve bunları da alacağımıza olan inanç vardı.
Sendika yasasıyla birlikte, yaptığımız işler biraz daha kurumsallaştı. Daha rahat iş yapmaya başladık. Yaptığımız eğitimlerin kendisi bile aslında biraz daha kurumsallaşmanın getirdiği şeylerdi. Biraz daha fazla mı alana çıktık mı diyeyim; alana çıktık demeyeyim de Sendika Yasasının getirdiği çok bir şey var mı o günden bugüne düşündüğümde çok bir şey göremiyorum.
1996’da göreve başladığımda, sistemi sorguluyordum. Eğitimi sorguluyordum. Eğitimin, sisteme birey yetiştirme merkezi olduğunu düşünüyordum. Eğitim benim için çok anlamlandırdığım bir alan mıydı, yok değildi. Ama şunu yapıyordum yani. Okula giderken mutluydum. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Arkadaşlarımı gördüğümde onları kucaklamayı seviyordum. Onlarla karşılaşmak mutlu ediyordu, onlarla bir şeyler yapmak mutlu ediyordu. Hem okul içinde hem okul dışında birlikte iş yapmak beni mutlu ediyordu. 2010’lara geldiğimde aslında artık okula gitmek konusunda sistemi yine bir sorguluyorum biraz daha bilinç düzeyim yükseldi. Ama okula gittiğimde mutlu olmuyorum. Ya da uzun bir tatilden döndüğümde arkadaşlarımı görmüş olmak beni çok da sevindirmiyor. Çünkü okullarda aslında birlikte iş yapma kültürü artık çok fazla yok. Birey olma hali, “ben” hali çok daha yoğun. Ben sistemin çok da kafasına göre işlediğini düşünmüyorum. Okumalarla işliyor. Okumalar nasıl işliyor?
“Benim sınıfım” algısının, “performans”ı beraberinde getirdiğini düşünüyorum. Performans değerlendirme ölçekleriyle birlikte aslında öğrenci, veli ve sen o sistemin bir parçası haline getirilmeye çalışılıyorsun. O yüzden, çalışma barışının çok olmadığını, ortak iş yapma kültürünün fazla olmadığını düşünüyorum. Eğitimde bunun sıkıntılı olduğunu, “ben”in bireyin öne çıktığını, “ben” ve bireyi birazcık daha genişleterek algı oluşturulduğunu düşünüyorum. Hani toplumsal cinsiyet okumalarımızda da her çocuk bireydir, annenin mülkü gibi yaklaşılmasını sıkıntılı olarak değerlendiririz ya. Öğretmenlerde böyle bir kimlik gelişti. O sınıf öğrencileri değil, “benim” öğrencilerim anlayışı. Öteki çocuğun sessiz sakin olması onu ilgilendirmemeye başladı. Nöbet eylemi konusunda benim itirazlarım vardı. İtiraz noktalarımdan biri şuydu: Bir okulun bileşeniyim. Okulun bileşeni olarak teneffüste diğer çocuklarla temas etme şansı yakalıyorum. O çocuklarla konuşurken bende bir şeyler değişiyor, bir şeyler öğreniyorum. O çocukların zaman zaman yaşadıkları karşısında belki çözüm olabiliyordum. Ötekinin, öbür arkadaşımın çözüm olamadığı noktada çözüm olabiliyorum. Ya da başka bir nöbetçi arkadaşım benim fark edemediğim, benim sınıfımda olan bir öğrenciyle ilgili bir şey fark ediyor. O bana söylediğinde çocuğa daha farklı bakmaya çalışıyordum. O yüzden “Nöbet tutmamayı çok doğru bulmuyorum” demiştim. Bu benim eğitim içindeki düşüncemdi. Ama bir taraftan da farklı önlemler de geliştirilebilir düşüncesiyle de ehli olmayan kişiler üzerinden liselerde güvenlik önlemleri geliştirilebilir düşüncesiyle itirazlarım vardı. Asıl itiraz noktam ilkokul üzerinden buydu.
24 Kasım’da normalde sınıflarımda öğretmenler gününü kutlamadığımı söylüyorum, hediye kabul etmediğimi söylüyorum. Onu da kişisel tarihimle açıklıyorum. TÖB-DER kapatıldığında amcam tutuklanmıştı. Bu yüzden ben kutlamıyorum. 1980 ürünü olduğu için, diyor ve sınıfta da açıklıyorum. Ama bir gün 24 Kasım’da bir öğrenci velisi, benim öğrencim değil, bana çiçek getirdi. Ben de teşekkür ederim dedim ama ben kutlamayacağım dedim. “Siz beni tanımıyorsunuz çiçek getirdim size absürd de kaçabilir ama benim oğlum okula gelmek istemiyordu”. “Oğlunuz kim?” İsmini söyledi. Evet biliyorum çocuğu. Biraz hareketli bir çocuk. Öğretmeni tarafından sürekli uyarılıyormuş. Ondan dolayı da okula gelmek istemiyormuş. “Ben farkettim ki Pazartesi ve Çarşamba günleri okula gelmek istiyor.” dedi. “O iki gün hiç sorun çıkarmıyor, kendiliğinden hazırlanıyor ve geliyor.” “Benim mi etkim olmuş?” diye sordum. “Evet” dedi “siz bir kere kavga ederken ayırmışsınız, sonra onunla konuşmuşsunuz. Sonra sen nöbetçi öğretmen yardımcısısın demişsiniz. O sizinle beraber okul binasına giriyormuş. Sizin nöbetçi olduğunuz günlerde okula geliyor.” “Ne güzel, çok sevindim” dedim. “Ondan sonra ders de yapmaya başladı” dedi. Çok sevindim. “Hocam” dedi “benim üçüncü sınıfta çocuğum, üç yıldır ilk kez bir gelişme, bir farklılık görüyorum. Hem arkadaşlarıyla ilişkisinde, hem de derse ilgisinde. Öğretmeni de bunu fark etmiş” dedi. Çok basit bir şey aslında. Ama aslında ne kadar önemli bir şey. O çocuğa ceza vermemiş, bağırmamış olmam, sadece konuşup anlamaya çalışmam ve sonra da onu, hareketli bir çocuk olduğu algısıyla, görev vererek harekete geçirmiş olmam, çocuğun okul algısını değiştirmiş. Bazen böyle şeyler de yaşanabiliyor. Ama öğretmen kimliğim ve eğitim fakültelerinin de bunda etkisi olduğunu düşünüyorum. Öğretmen kimliğinde, performans yarışı öğretmenler arasında çalışma barışını da bozdu. İdareyle ilişkilerimizi düşündüğümüzde idarede de benzer bir şey var. Önceden bizim idarecilerimiz öğretmenler odasında, teneffüste otururdu. Ders saatinde odalarına giderdi. Şimdi idarecilerin hiçbirini öğretmenler odasında görmüyoruz. Ancak bir şey dikte etmek için geliyorlar. Onun dışında gelmiyorlar, çünkü mesafe koymaları gerekiyormuş, öyle öğretiliyormuş onlara. Yönetimin mesafe koyması gerekiyormuş. Kendilerini eğitimin bileşeni olarak düşünme yok.
İlk göreve başladığımız dönemde hizmetli arkadaşlarımız da aynı odaları kullanırdı. Öğretmenler odasında birlikte otururduk. Herkes zil çaldığında kendine ait işe giderdi. Hizmetliler de, idareciler de, öğretmenler de. Ortak oda kullanılırdı. Şimdi böyle bir şey yok. Eğitimde çok ciddi değişiklikler var. Burada sendikalı öğretmenler fark oluşturuyor mu? Çok farklılık oluşturuyorlar. Eğitim Sen’li öğretmenler fark oluşturuyor. Belli tartışmalar da yürütüyorlar. O yüzden Eğitim Sen’li olmak özel bir durum. Ben çalıştığım okulların hepsinde şunu biliyorum. Eğitim Sen’li öğretmenler çözüm noktasında çözüm üretirler. Dedikodu yapmazlar. Eğitim Sen kimliği var. Bütünde var mı, bütününde yok. Örgüt geniş ve büyük çünkü.
Aktif kadın profiline baktığımızda o dönem itibarıyla politik. Arkadaşlarımızın hepsi politik bir alandan geliyordu ve politik aidiyetleri vardı. Bugün çok daha geniş bir yelpaze var diyebiliriz.
Bir kere feminist kadınlar var. Ekolojist kadınlar var. Ama çok farklı bir durum yok. O dönem için örgütlenme sekreterimizin küçük çocuğu vardı, çocuğu sendikada büyüttü. Bugün yine arkadaşlarımız sendikada çocuk büyütüyor. Aktif olan kadınlar açısından çok bir şey değişmedi. Gene çocuğumuzu sendikada büyütüyoruz. Benim kızıma bir arkadaş şunu sormuştu. Kızım 2002’de dünyaya geldi. Onun küçüklüğü döneminde de sendikaya gidip geliyordum. Bir arkadaşıyla tartışma yürütüyorlar kadın sorunu üzerinden. O, eşit ilişkilerden bahsediyor ve kadın ve erkek yaşamın her şeyini paylaşabilir diyor. Paylaşma noktasında da yemek yapmayı örnek veriyor: “Kadın da, erkek de yapabilir, çünkü yemek yapmak için sadece ele ve beyne ihtiyaç var. İkisi de kadında da erkekte de var.” Arkadaşı “Sen nereden öğrendin bunu?” diye soruyor. “Ooo, ben anne karnındayken sendikaya gidiyordum, hâlâ sendikaya gidiyorum” diye yanıtlamış. Çevremizdeki çocuklarda da bir bilinç gelişti. Kadın bilincinin geliştiğini düşünüyorum. Ben kızımla bir film seyrederken, bir kitap okurken oradaki cinsiyetçi dili çok daha rahat fark ettiğini düşünüyorum. Aynı şekilde okumalarının da güçlü olduğunu düşünüyorum.
Özellikle yoğun olduğumuz dönemlerde kızıma zaman ayıramadığım oluyor. Ayıramadığım zamanlar için bazı itirazları ve ses yükselmesi olabiliyor. “Evet, sen bir çalışma yürütüyorsun ama beni de görmezden geliyorsun” diyebiliyor. Benzer bir şekilde eşimle de olabiliyor. Ortak zaman geçirmek sıkıntılı oluyor. Genellikle kadınsan iki katı bir performans sergilemek zorundasın. Kadın çalışmalarını ayrı yürütüyoruz. Hem de karma grupların çalışmalarına katılıyoruz. Her ikisi için ayrı bir emek ve zaman gerekiyor. Zorlayıcı olabiliyor.
1996’da göreve başladığım dönemlerde kadın komisyonu çalışmaları vardı. Ve bu çalışmalarda, toplantılar için girdiğimiz zaman şöyle bir yan bakış seziyorduk: “Bunlar ne yapıyor” şeklinde?
Öyle bir şey vardı ilk başladığımız dönemlerde. Geriden bir dil… “Biz de erkek komisyonu oluşturalım mı” şeklinde tartışmalar ve benim aslında başladığım dönem çelişkilerin ve çatışmaların en yoğun olduğu dönemdi, 1996. Kadının artık, belki de kendini özgün ifade etmek istediği, yaşanan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı özgün örgütlenmelere ihtiyaç duyduğu ve bunu yüksek sesle dillendirdiği bir süreçti. Sendikal süreci biraz öğrencilik dönemimden de biliyorum. O dönemki tartışmalarda birebir içinde değildim ama benim başladığım dönemde bu tartışmalar yoğun olarak sürdürülüyordu. Mekanizmalar da oluşturulmaya başlanmıştı. Kadın Komisyonu oluşturulmuştu ve toplantılar yapılıyordu. Erkekler “Biz de girelim mi?” şeklinde yaklaşıyordu. “Biz de erkek komisyonu oluşturalım mı?” şeklinde bir söylemleri vardı.
1997 8 Mart’ında biz ayrı bir eylem, Şube içinde bir etkinlik planlamıştık. “Kadınlar yapacak” demiştik. “Sadece kadınlar katılacak, çalışmayı da kadınlar yürütecek, etkinliği de kadınlar hazırlayacak ve izleyici de kadınlar olacak, farklı bir tartışma yürüteceğiz” dediğimiz bir zamandı. O anki Şube Başkanımız “Öyle şey mi olur, Şubede bir etkinlik olacaksa, ben konuşmacı olarak geleceğim” dedi. Biz “Yok, sen gelmeyeceksin, konuşmacı olarak seni istemiyoruz” dedik. Tartışmaların ben de içindeydim. Şube Başkanıyla da sert bir tartışma yaşamıştık. Etkinlik başladı Şube Başkanı geldi elinde bir demet çiçekle. Erkek arkadaşlardan de gelen olmuştu. Arka tarafta oturdular. Çok karşıtlık üzerinden gidilmedi. Ön tarafta kadınlardı, çok az erkek arkadaş vardı. Şube Başkanı geldi “Ben burada konuşacaktım ama beni ikna ettiler” dedi. “Ben en genç, en dinamik kadın arkadaşımıza çiçek vermek için geldim” dedi. Çiçeği bana vermişti. Konuşmadan çıktı. “Konuşmaları artık kendileri devam ettirecekler” dedi.
Yine 8 Mart’larda “Ayrı kutlanacak artık. Platformlarla erkekler olmayacak” dediğimizde de benzer çatışmalar olmuştu. Kadın Sekreterliği konusunda da… Hepsinde bir direnişle karşılaştık. Hiçbir şey kendiliğinden olan şeyler değildi. Hep direniş vardı. Bugün itibarıyla direniş yok mu, bence yine var. Zihniyette bir değişim, dönüşüm yok. Bir kabul var kadınların yürüttüğü mücadeleyi, bir kabul var ama bu kabul zihniyette gelişen bir kabul değil.
Üç arkadaşın çocuğu var yönetimden. Benim kızım on iki yaşındaydı o zaman. Arkadaşların çocukları benim kızımdan daha küçük. Sekiz yaşında, on yaşında. Toplantı uzuyor. Çocuk bakımını kadın üzerinden değerlendirme halen var. Zihniyette bir değişiklik yok. Benim çocuğun yanında olmam gerekiyor ama erkek arkadaşların olması gerekmiyor. Erkek arkadaşlar mücadeleye daha aktif katılabilir ama benim eşe ve çocuğa daha fazla zaman ayırmam gerekir. Zihniyette bir değişim olmadığı, seni daraltan bir anlayış olduğu sürece sıkıntılı. Ben arkadaşlara söylüyorum. Doğru, sizden dönem dönem daha yorulduğum için, çalışmalarda daha az olabilirim. Niye, çünkü hem Kadın Sekreterliğini yürütüyorum hem örgütlenmeyi yürütüyorum. Kadın özgün bir çalışma yürütüyoruz. Kadın özgün çalışma yürütürken platformlarda da çalışmalara katılmamız gerekiyor. Aynı zamanda platformlar dışında da KESK Kadın Meclisi üzerinden zaman zaman eylem etkinlikler ve bir araya gelişlerimiz oluyor. Ve yine kadın çalışmaları konusunda kendimi tanımladığım siyasal olarak aidiyet hissettiğim alanda da bir çalışma yürütüyorum. Ondan dolayı daha yoğunum onlardan. Ondan kaynaklı bunu söyleyebilirsiniz ama bunun dışında bu söylemin kendisi sıkıntılı. Bu söylem çok da kullanılan ve değerlendirilen bir söylem.
O yüzden zihniyet değişmediği sürece kazanımlar noktasında bir yere geldik diyebilir miyiz? Kadınlar üzerinden geldik. Kadınlar biraz daha örgütlü. Bunun için yapılan çalışmalar da önemli. Yapılan eğitimler, atölye çalışmaları, hem özgün örgütlenmeler. Geçenlerde kadın tarihini okurken, Çin üzerinden bir okuma yapıyordum. Çin’de dertleşme grupları, örgütlenme süreçlerinde ve devrim süreçlerinde en etkili rol oynayan ve kadının örgütlü yapıya dönüşmesinde etkili olan örgütlenmelerden. Baktığımızda, evet bizde de kadın kadınla barışık artık. Yoldaşlık ilişkisi çok daha net. Önceden cinsiyetçi söylem ve dil kadın tarafından kabul görürken, şimdi aslında dili tanımlama, reddetme ve karşı çıkma daha belirgin. Bu da önemli. Fark ediyorsun ve reddediyorsun.
Önceden ben kendi açımdan söylersem, bir erkek arkadaşım bana erkek gibi dediğinde bunu iltifat olarak kabul ettiğim dönem olmadı mı, belki birçoğumuzda oldu. Yeni nesilde çok olmuyor. Yeni nesilde kadın bilincini beraberinde getiren bir süreç işliyor ve bunlar aslında bizim o dönemden bugüne getirdiğimiz miras. Bizden öncekilerin getirdiği miras. Geçmişten günümüze kadının biriktirdikleriyle, kendiyle buluşması ortaklaşması ve kadınların birbirini tanıması daha rahat. Bu çok mu ileri aşamada, yok. Hemen de olmaz zaten. Sonuçta sistemden öğreniyoruz. Öğrendiklerimiz üzerinden gidiyoruz. Eşitliği de sistemden öğreniyoruz. Verili sistem bize eşitliği, erkek gibi olma hali üzerinden tartıştırıyor. Ama bunu da aşacağımızı düşünüyorum ben.
Kendi ilkelerini koruyan, eşitlik ilişkisinde de erkeği değil kendini esas alan, erkeği de kendine yaklaştıran bir zemini bulacağımızı düşünüyorum. Kadının güçlü olduğunu ve önümüzdeki dönemin aslında kadın için kaybedecek bir dönem olmadığını düşünüyorum. Bu yüzyıl kadınların kaybedeceği bir yüzyıl olmayacak. Kadınların kazanacağı bir yüzyıl olacak. Geçmişten bugüne birikenlerle gelişti. Bir günden, bir güne değil. KESK’le gelmedi. KESK’ten önceki örgütlenmelerle, feminist hareketlerle, ondan öncesi cadılarla, ondan öncesi tek başına direnen kadınlarla ve hepsinin getirdiği bir birikimle artık bir kadın kimliği oluştu. Kadın artık birbirine temas eden birbirini seven bir cinse dönüştü. Artık kendini erkekle tanımlamayan, “kendi” olarak tanımlayan bir cinse dönüştü. Bu anlamda önemli buluyorum geçmişten günümüze biriktirdiklerimizi. Bunun emek alanındaki yansımasını da önemli buluyorum.
Kadın Sekreterliği kesinlikle önemliydi. Kadın Komisyonlarından başlayarak aşama aşama Kadın Meclisleri, Kadın Kurultayları, kadınlar üzerinden yapılan atölyeler, ortak platformlar üzerinden geliştirilen eylemler de çok önemli. Çünkü sınıfla buluşma, diğer örgütlü yapılarla buluşmayı sağladı. Paneller, kadın yaratımları üzerinden okumalar, ciddi yazılı dokümanlar oluşturduk. Atölye çalışmaları yaptık. Atölye çalışmalarımızda neleri okuduk? Kibele’den Pandora’ya Kadının Tarihsel Yenilgisi’ni okuduk. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını okuduk, onun üzerinden tartışmalar yürüttük. (Handan Çağlayan’ın) Analar Yoldaşlar Tanrıçalar kitabını okuduk. Onun üzerinden tartışmalar da yürüttük. Filmler izlerdik. Atölyeyi sadece kitap üzerinden yürütmedik. Sendikanın kadın biriminin yaptığı bir çalışmaydı. Cinsiyet belasını okuduk. İsmini hatırlamadığım makaleler okuduk. Bir yıllık bir atölyeydi, iki haftada bitirdik. On altı kişiyle başladık. On iki kişi kesintisiz devam etti. Bu çalışmaları Şubemizde yaptık.
Ben bir okuma grubuyla zaman zaman sohbet ediyorum. Mahallede ve yine kadın arkadaşlar. Eğitim Sen’li kadın arkadaşlar. Mahallede her hafta birinin evinde okumalar üzerinden tartışıyorlar, kitapları okuyorlar. Bunlardan bir tanesi, yürütücülerden biri, bizim atölyeden olan bir arkadaş. Kendi arkadaş grubu içinde konu başlıklarını ve okumaları farklılaştırmışlar. Güzel de okumalar yapıyorlar. Zaman zaman sohbet ediyoruz. Bir, iki tanesine ben de gittim. Bir film izledik beraber bir kere de okuma sonrası tartışmalarına dahil olmuştum.
…
Ben kazanımlar elde edildiğini düşünüyorum. Az önce söylediğim şey önemli. Bu kendi içimizde kalmıyor, öğrenciye de ulaşıyor. Her 8 Mart pano hazırlıyorum okulda. Belirli günleri ve tarihleride aldım. Genellikle Çocuk Hakları Haftası, İnsan Hakları Haftası, 8 Mart. Bir gün bir okul müdürüm “Anneler gününü de size verelim” dedi. “Anneler gününü almıyorum, ilkesel olarak karşı çıktığım için almıyorum” dedim. “Nasıl?” dedi. “Belki toplum değişir, yaşam farklılaşır ve böyle bir gün tanımlaması yapılır ve ben o günü rahatsız olmadan güzel bir şekilde kutlarım.”
8 Mart için özel pano hazırlıyorum sınıfımda ders işliyorum. Hatta bir ara başka bir sınıfta da ders işledim çocuklarda da farkındalık oluşturmak için. Bizim çalışmaların toplumun üzerinde de etkisi oluyor. O anlamda kazanımlarımızın önemli olduğunu düşünüyorum. Soyut olarak düşündüğümüzde, bir sonraki aşamada toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bir kesimin oluşmasında söz sahibi olmaya çalışıyoruz. Kendimizde biriktirdiklerimiz, ortak okumalarımız ve örgütlülüğümüzün getirdiği birikimleri biraz da çevreyle paylaşma ve yayma noktasına geliyoruz.
Yaşamımda beni zorlayan şeylerden biri, etek giymek zorunda olmaktı. Benim için çok ciddi bir sıkıntıydı mesela. Bizim bir tane kalorifer dairesi vardı okulda. Hep yanımda pantolonum olurdu. Orada benim kıyafetlerim vardı. Pantolonlaysam etek giyebiliyordum orada. Okuldan çıkarken kesinlikle etekle dışarı çıktığım çok az oluyordu. Rahat hareket edemiyordum. Böyle bir sınırlamadan dolayı da rahatsızdım. Şimdi etek giyiyorum. Etek giymeye karşı değilim ama bu şekilde bir sınırlamaya karşı bir tutumdu. Pantolon kazanımı önemli bir kazanımdı. Eğitim Sen açısından o dönem itibarıyla ve Kadın Sekreterliğinin kazanımı olarak söyleyebiliriz. Kadınlar nezdinde Kadın Sekreterliğinin kabulü açısından da olumlu oldu. Tanımlandı, kurumsallaştı, alanı üzerinden tanımlandı.
Ama sonrasında bazı tartışmalar beni rahatsız etti. Mesela kreş hakkı. Kadın üzerinden tanımlanması beni rahatsız etti. “Çocuk tacizine dair bir komisyon oluşturalım, kadın üzerinden oluşturalım” denmesi beni rahatsız etti. Genelin olması gerektiğini düşündüğüm için. Ya da Kadın Sekreterlikleri olarak çocuk odalarını oluşturduk, çalışmalarımızı daha rahat yapmak için. Oranın neden erkekler tarafından da kullanılmadığı sıkıntılıydı. Çocuğun bakımının sadece kadın üzerinden tanımlanması da çok sıkıntılıydı. Ama onun dışında çocuk odalarının yaygınlaşması, çalışmaları bir şekilde kolaylaştırdı, daha da rahatlattı diyebiliriz. Pantolon bir kazanımdı. Kendi içimizdeki okumalarımız, tartışmalarımız biraz da çevremizi etkileyen bir boyuta taşındığı için kazanım. Ortak platformlarda buluşmaları, kadınların dayanışma ve ortak mücadele kültürünün gelişmesini, örgütlülük açısından önemli bir kazanım olarak tanımlıyorum.
Kazanımlarımız var ama bunların altını doldurabilecek bir pratik geliştirebiliyor muyuz? Yoksa yeniden bir perspektif mi bulmamız gerekiyor. Nereden besleneceğiz nasıl geliştireceğiz? Tüm bu tartışmalarımızın buna da zemin hazırlaması gerekiyor. Kazanım evet, biz sendika olarak şurada daralıyoruz. Sendika bir kazanım örgütü. Sistemle mücadele edersin, sisteme karşı belli mücadele yöntemleriyle, kazanımlar alırsın. Biz de kadınlar olarak burada mı kaldık? Yoo, bizim sistemle mücadele edip belli kazanımları hedeflememizde, kadının devrimsel sürecini geliştirmesi biraz daha farklı olmalı. Durağan olmadani sürdürebileceğimiz bir süreci yürütebilmeli. Bugünden yarına biten değil. Biraz önce de bahsettim. Sistem sıkıntılı ve sistemi dönüştürme iddiasındaysak, sistemle topyekun mücadelenin nasıl geliştirileceğine dair, sürekli tartışan ve üreten bir noktada olmamız gerekiyor. Eğer kazanımlarla kalırsak, bu bir ideolojik sapma noktasına geçer.
Şu an itibarıyla kadın gündemini en son gündemmiş gibi algılama ve anlama hali biraz sıkıntılı. Bu süreçlere çok yoğun emekle geldik. Bu emeğin yürütücüleri çok sevgili arkadaşlarımızın bir kısmı da şu anda yanımızda değiller. Onları da anmak isterim. Sevil’i (Erol), Sevgi’yi (Göyçe) ve Nurhan (Akyüz) ablayı. Nurhan ablayla da Şubeden dolayı çalışma şansımız olmuştu,
Bir açlık grevi eylemi sonrası gözaltına alınmıştık Sevil’le beraber. Arkadaşlarla toplu alınmıştık. 1 nolu Şubeden. Gözaltı sonrası hep beraber Sevil’in evine gittik. Üsküdar’daki evine gittik. İkimiz de çok yorgunduk. Ben o zamanlar çok zayıf ve çok sık hastalanan biriydim, sonradan toparladım. Sevil’in sağlıkçı olmasının da getirdiği, hastalıklarım karşısında duyarlı bir ruh hali vardı. Geçen gün bir arkadaşımızı KESK’in ilk süreçlerinden, Nermin arkadaşımızı kaybettik. Dört yıldır hastaymış. Kanser tedavisi görüyormuş. Dönem dönem de görüşüyorduk, Sendikaya da geliyordu bu dört yıllık süreç içinde. Bu süreç içinde bir arkadaş hariç kimsenin bilgisi olmasını istememiş. “Beni direngen mücadeleci kadın olarak hatırlasınlar” demiş. “Hasta halimi kimsenin görmesini istemiyorum”. Kendini toparladığında Sendikaya gelip gidiyordu. Kanserden hastanede yattığını ve vefat ettiğini öğrendiğimizde hepimiz çok şaşırdık, çünkü hiçbirimiz bilmiyorduk. Hiçbirimizin bilmesini istememiş.
Her ikisi de, benim tanıdığım kadarıyla, kendinden önce yoldaşını düşünen insanlardı. Sevgi’yi, Sevil’i, Nermin’i Nurhan ablayı hatırlamak, onların mirasını gören bir yerde olmak önemli diye düşünüyorum.