Visibility of both women and their labour
Dilek Adsan
Education and Science Workers’ Union – Eğitim Sen, Ağrı, Batman, 1990’s; early-2000’s Ankara; 2010’s Diyarbakır
The activities in the Central Offices of unions are perceived as men’s business. A man is considered to be more fit to pursue an activity and this is expressed clearly. But the legal consequences of our union work are the same both for men and women. When you are punished you receive the same punishment. When you are exiled you are subjected to the same exile. In the union you participate in the same activities. You take part in the thinking processes. In the meantime, you struggle in society and your family. And you have to struggle against the male dominant mentality in the organisations you participate in. Co-chairing is a system that works. It certainly weakens [male] power, ensures that power is shared. It enables the visibility of both women and their labour. It looks better in meetings, in demonstrations. Your presence changes mass psychology, too. This is what I learned from my own experience.
To watch the video of Dilek Adsan on “the emergence of KESK and KESK women’s struggle for equality in the union, December 1 General Strike, Zonguldak 2020” (in Turkish) click below.
Batmanlıyım. 1991’de öğretmenliğe başladım. İlk görev yerim Ağrı’ydı. Ağrı biraz daha taşra Batman’a göre. Ağrı, Doğu’nun bir ucunda, sekiz ayı karlar altında geçen bir yer. Öğretmenlerin tek etkinliği, bir Öğretmenevinde bir araya gelmek. Dolayısıyla bir araya gelince de bunu sosyal yaşamla, siyasal yaşamla birleştirmek ve örgütlenmek gibi gelişen bir süreç yaşadım.
Göreve başlamamla, sendikal mücadele içinde yer aldım. Yani öğretmenlik yaşantım sendikal mücadele ile paralel gitti. Ailede öğretmen olanlar vardı, dolayısıyla sendikalara aşinayım. Öğrenciyken de daha çok bu tür konulara meyilli olunca, daha aktif bir öğrenci olunca, doğal olarak öğretmenlik yaşamına başlayınca da kendimi bulmak istediğim yer örgütlü bir alan oluyor.
O zaman Eğit-Sen süreci. Sendikaların fiili meşru olarak, yasal dayanaklardan boşluklardan yararlandığı, bunun ön çalışmalarının yapıldığı bir süreç. Öncülüğünü eski TÖB-DER’li öğretmen arkadaşlar yapıyordu. Ağrı’da çalışıyordum. 1402’lik bir müfettiş vardı. Sendikal çalışmalar onun öncülüğünde yürüyordu. Demokrat, sol, sosyalist ya da kimlik bilinci gelişmiş olan genç öğretmenleri örgütlüyor, sendikal çatı altında faaliyet yürütmeleri yönünde çalışmalar yürütüyordu.
Biz birbirimizden etkileniyorduk. Hem zaten doğduğum andan itibaren siyasal bir ortamın içerisinde yetişmiş olmam, darbeler sürecinde okumuş olmam bende bu duyarlılığı yaratmıştı.
1990’ların başıyla beraber gelişen hak mücadeleleri, işçi sendikalarındaki hareketlilik, Zonguldak’taki maden işçilerinin direnişi, Kürtlerde yaşanan uyanış ve mücadele pratiği, toplum ve emekçiler üzerinde büyük etki yaratmıştı. ”Bu alanda zaten daha önce bir örgütlü kesim var. Biz de orada örgütlü olmalıyız” dedik. Böyle bir mücadele ruhuyla başlayan bir öğretmenlik yaşamı.
Sonra Batman’a geldim. 1991’den 1999’a kadar uzun yıllar Batman’da kaldım. Yine aynı çalışma orada da devam etti. Bir iş hanında küçük bir oda şeklinde tutulan bir sendika mekanı…
1993-94’e kadar daha çok eylem etkinlikler, bir araya gelmeler, sendika kurma, fiili yönetimler belirleme çabası tüm hızıyla sürüyordu. Zaman içinde o örgütlülük büyütüldü, okullarda örgütlenme çalışmaları genişletildi. Üye sayısı artınca iyi bir bina tuttuk. Eğitim Sen, SES, Tüm Bel-Sen ortak bir binada bulunuyordu. Böylece yaratılan ortak mekan mücadele ruhumuzu azmimizi güçlendiriyordu. Bu coşku içinde eylem ve etkinlikler düzenliyoruz, işyerleri örgütlenmesini yapıyoruz. Biz esas mücadeleyi okullarda yürüttük. Okulda bütün çalışmaları, örgütlenme komisyonları üzerinden yapıyorduk. Coşkuyla yapıyorduk.
Eğitim Sen Batman Şube olarak gazete, takvim çıkarıyorduk. Bir resim öğretmeni arkadaşımız takvimin sayfalarını yapıyordu, diğeri matbaayla anlaşıyordu. Çocuk resimlerinden, doğa resimlerinden oluşan takvimleri okullara götürüp asmaya çalıştığımızda, okul idaresinin “okullarda siyaset yaptırmayız” direnciyle karşılaşıyorduk. Ancak biz de direniyorduk. Sonuçta takvimleri öğretmenler odasına, sınıflara astırıyorduk. “Biz öğretmeniz, bir örgütümüz var” diyorduk. Ta ki, sendikaların kapatılması mühürlenmesine kadar işleyen bir süreç. Tabi o arada komisyonlar işliyor. Sendika büyük bir çekim merkezi olmuştu.
Bölgeye gelen öğretmenlerin çoğu çok gençti. Ve o sosyal çevreyi ancak sendikal çevre içinde bulabiliyordu. Kendilerini ifade edebilecekleri sosyal, siyasal bir alandı sendika. Bütün şeyler birbiriyle buluşuyor. Aynı tartışmaların yürütüldüğü, daha iyi birbirimizi anlayan, birbiriyle sohbet edebilen, konuşabilen bir sosyal zemin de yaratılmış oluyor. Onun yerele getirdiği bir hareketlilik oluyor.
Tabii Batmanlı olmam benim için zorlukları beraberinde getiriyordu. Benim ve ailemin tanınıyor olması, feodalizmin çok baskın olduğu bir kent olması… Babam bana takılırdı, “erkeklerin hepsi ölmüş, bunlar bu işi yapamıyor da, bu iş sana mı kalmış?” derdi. Ben babamın yanından geçerken, o kafasını çevirip giderdi. Tabii ailedeki diğer bireylerin benden etkilenip zarar görmeleri yönünde bir korkma. “Sen bir kız çocuğusun; senin gözaltına alınman, benim kaldıramayacağım bir şey” anlayışı hakimdi. Eve zamanında gelmemen, arkadaşlarınla görüşmelerin büyük sıkıntı yaratıyor. Ama tüm bunlara rağmen, ben çok mesaili çalıştığımı düşünüyorum. Yıllarca hep sabahçı öğretmen olarak çalıştım. Öğleden sonra okullara örgütlemeye gittik ve gitmediğimiz, hızla örgütlemediğimiz hiçbir kesim kalmıyordu.
Okula örgütlenme çalışmasına giderken idareyle büyük tartışmalar yaşıyorduk. Okula alınmamadan tutalım, orada çok şiddetli tartışmalara kadar. Önce ret, küçümseyen bir yaklaşım. Daha sonra bunun sürekli olması. Örgütlülüğün gelişmesiyle beraber, bu kez onaylamasa da bir kabul. Öğretmenlerle yaptığımız görüşmelerin sadece teneffüs saatlerinde olabileceği şekilde bir baskılanmayla karşı karşıya kalıyorduk. Biz de 10 dakikamız bittikten sonra, öbür dersin teneffüsünü bekleyip görüşmemizi tamamlamaya çalışıyorduk. Bir okula bir kez değil, defalarca gidiyorduk. Okul müdürünün ya da bir velinin şiddetiyle karşılaşabiliyorduk.
O dönem OHAL süreciydi. Polisin, JİTEM ve benzeri kurumların terör, şiddet estirdiği bir süreçti. Sendikalı arkadaşlara yönelim vardı. Okulun içerisinde ufak tefek bir kadın öğretmen arkadaşa izbandut gibi bir veli duvara yaslayıp boğazını sıkmıştı. Arkadaşımızın yanında olduk. Bu saldırıyı kınadığınızda ise, saldıranlar daha da tepkili bir tavır geliştirmişti. Okul ortamını kendilerine mahsus olarak görüyorlardı. İstedikleri gibi davranabileceklerini düşünüyorlardı. Bu zihniyetle, okullarda öğretmenlere karşı böyle bir yaklaşım sergileyebiliyorlardı.
“Çocuğuma şöyle davrandın, şunu yaptın” bahanesiyle öğretmene tacizin ötesinde şiddet uygulayan bir paramiliter güç. Arkadaşlar ilk başta bunu ifade etmekten çekiniyordu. Ancak buna karşı tek güvencenin gelmeleri gereken yerin, sendikal örgütlenme alanı olduğunu görüyorlardı. Okullarda gerçekten idareden, velilere buna benzer yoğun bir baskı vardı.
O dönem Batman, Hizbullah’ın da çok yoğun olarak faaliyet yürüttüğü bir yerdi. Birçok öğretmen arkadaşımız bunların şiddetine uğruyordu. İlkokul öğretmenimin, tanıdığım beraber çalıştığım öğretmen arkadaşların vurulmalarına, öldürülmelerine tanıklık ettiğim bir dönemdi. Oldukça zor bir zamandı. Tek avantaj, bizim çok inanıyor olmamız ve çok genç olmamızdı. Genç olmak biraz daha gözü kara olmayı getiriyordu. Bir de inanıyorduk. Örgütlü olmaya inanmak. Oradan sonuç alınacağını düşündüğümüz için. Bu nedenle almadığım ceza kalmadı.
Sendikaların kuruluş süreçlerinde yönetimlerinde yer aldım. Çünkü kimse yoktu, kadın da yoktu. Yerelden katılan hemen hemen tek kadındım. Tek kadınla, bazen iki kadınla sendikal çalışmaları yürütüyorduk. Adana’dan gelen bir kadın arkadaş vardı, şu anda da aktif bir arkadaş. Erkeklerin de bize yaklaşımı “bir kadın da olsun” şeklindeydi.
1997-98’lere geldiğimizde Kadın Komisyonlarında 40-50 kadınla toplantılar yapabiliyorduk. Daha çok komisyonlar üzerinden faaliyet yürütüyorduk. Kadın bilinci daha sonra gelişti. Başta daha çok örgüte sahip çıkmak, örgütlenmeyi yaratmak, örgütü oluşturmak düşüncesiyle hareket ediyorduk. Daha sonra yaklaşımın erkek egemen anlayış olduğunu, kadın bakış açısındaki gelişmeyle beraber görüyorsun.
Eşbaşkanlık sistemine kadar Batman’da hiç kadın başkan olmadı. Sadece Kadın Komisyonu vardı. Kadın Sekreterliği 2000’den sonra oldu. Bir kadın arkadaşımızı zar zor Şube Sekreteri yapmıştık. Kadını, Şube Sekreterliğine layık görmüyorlardı. Şube Sekreterliği de bir erkek arkadaşın olmalı, mantığı hakimdi. Böyle yaklaşımlarla karşılaşıyorduk.
Daha sonra kadınların mücadelesi sonucu kadın bakış açısının gelişmesiyle beraber, sendikadaki anlayış değişmeye başladı. Emek üretmemize rağmen hiçbir görünürlüğün yaratılmaması için direnen erkek egemen anlayış, sendikal alanda da etkinliğini sürdürüyordu. Mücadelemiz hem içerde hem dışarda devam etmeye başladı. İçerde, kadının kendi kimliğiyle, kendini var etme mücadelesine paralel, bir bütün olarak sisteme, toplumun cinsiyetçi zihniyetine karşı bir mücadele yürütüyoruz.
1999’da sürgün oldum. Sendikal etkinlikler ve benzeri birçok etken vardı. Sizin toplumsal, siyasal, örgütsel, kültürel refleksleriniz ve hareketleriniz arttıkça, sistem sizi kendisi için daha çok tehlike olarak görmeye başlıyor.
1999’da otuz yedi arkadaş sürgün olduk. Ben 17 Ağustos’ta Kocaeli’ye sürgün oldum. 17 Ağustos’ta deprem oldu, eğitim öğretim yılı başlarken 5 Ekim’de de yıkılmış bir kente gittim. Çok trajik bir şey. Benim kardeşim Kocaeli’de yaşıyordu ve o enkazdan çıkmıştı. Bizde kalıyordu. Benim tayinimin Kocaeli’ye çıkması, evde bir deprem daha yaratmıştı. Babam “Zaten kardeşin orada enkazdan çıkmış, bunun üzerine sen istifa et” dedi. Orada aileyle yine bir mücadele. “Otur, ben sana bakarım, seni beklerim!” Sanki sadece işin ekonomik bir boyutu varmış gibi. Ailelerin algısı böyle.
Oradan Kocaeli’nin bir köyüne çıktı tayinim. Hemen depremden sonra olması, gerçekten kendini oraya ait hissetmemen, senin iradenin dışında gitmiş olman. Psikolojik olarak oraya giderken dahi Kürt kimliğimden dolayı belli bir yaftayla değerlendirilmek gibi, mekân bulamamak, ev bulamamak, konukevi, öğretmenevi gibi yerlerde bir yıllık bir süreci tamamlamak. Bu arada, bütün hukuki mücadeleleri yürütmek. Esastan bozmadan tutalım, İdari Mahkemeler, Bölge Mahkemeleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi süreçlerin tümünü tüketince, bir cezalandırma ile beraber dört yıl gibi bir süre orada kaldım. Orada da sendikal mücadeleye devam ettim. Farklı siyasal anlayışlar, onların sendikalara yansımaları. Orada kendi kimliğinle, kendini var etmedeki sıkıntılar, oradaki ayrıştırma vs. gibi birçok şeyi iç içe yaşıyorsun.
Sonra 2003’te tekrar Amed’e döndüm. Göreve başladım. 2005’te de KESK’in Genel Merkezine seçildim. 2005’ten 2008’e kadar KESK’te kaldım. Orada da biz iki kadın vardık. Işıklar içinde uyusun Sevgi Göyçe’yle beraberdik. Benden önce Sevil (Erol) arkadaşımız vardı. Genel Merkezde kadın olarak yer almanın ne kadar zor olduğunu anlatabilmek, gerçekten zor.
Genel Merkezlerdeki çalışmalar erkek işiymiş gibi algılanıyor. Orada bir erkeğin o faaliyeti çok daha iyi yürüteceği düşünülüyor ve bu açık açık ifade ediliyor. Bunun kadınlara kendi yoldaşları tarafından, kendi arkadaşları, kendi beraber olduğu kişiler tarafından söylenmesi daha ağır geliyor. Siz ceza alırken erkeklerle aynı cezayı alıyorsunuz. Sürgün olurken aynı sürgüne tabi oluyorsunuz, aynı eylemlere katılıyorsunuz. Fikir üretirken, o süreçlerin içinde yer alıyorsunuz. Bu arada hem toplumla hem aileyle mücadele ediyorsunuz. Bulunduğun örgütlerde o erkek egemen zihniyetle mücadele ediyorsun.
O dönem KESK Genel Kurulunda tüzüğe kadın kotası maddesi koymuştuk. Ancak maddeler kurnazca dizayn edilmişti. Kadın kotası, bütün yönetim organlarını ayrı ayrı kapsamıyordu. Genel Merkezlerin Yönetim Kurulu, Denetleme ve Disiplin organlarının hepsini birlikte kapsıyordu. Kadınların, sadece Denetleme Kurulunda, Disiplin Kurulunda yer almaları bile, %50 kotayı karşılayabiliyordu. O da ayrı bir mücadele süreciydi.
Mücadele etmeden hiçbir şeyin kazanılmadığını görüyorsun aslında. Sen mücadele etmeden, direnmeden, kendi duruşunda bir netlik sağlamadan hiçbir şeyin olmadığını görebiliyorsun. Bu da öyle bir süreçti. Bunların hepsi size bir takım şeyler kazandırıyor. Kazandırmak zorunda, çünkü oralardan bir sonuç çıkarmamız lazım. Böylece ne yapıyorsunuz, kendi kadın bakış açınızı, politikalarını, o örgütün bir bütününe yedirme ihtiyacı hissediyorsunuz. Ancak tüzüksel güvenceye alarak bunların korunabildiğini görebiliyorsunuz.
Keyfiyete bırakılmadan, tüzüksel dayanaklarını, olması gereken bir mekanizmayı bir sisteme dönüştürmeden, kazanımlarımız bir şeye dönüşemez. Bazen düşünüyorum bu çalışmanın içerisinde en çok da kadınlar yoruluyor gerçekten. Kimlerle başladık bu mücadeleye? Neden şu an o arkadaşlarım yok. Çok az kişi inancını kaybetmeden bu alanda durabiliyor. Çok az kişi o kadar handikap, hiç de hoş olmayan şeylerle karşılaşıp, devam edebiliyor. Bu süreçte birçoğu sendikal mücadeleyi bırakıp gidebiliyor. Başladığında var olan kadınların zaman içerisinde eve döndüklerini görebiliyoruz. Bu da işin yorulma, belki de inancını kaybetme boyutuyla alakalı.
KESK”te bazı şeyler değişiyor gibi görünse de hala erkek egemenliği hüküm sürüyor. Mesela hala kadın aklına bıyık altından gülen bir yaklaşımın, kadınları küçümseyen bir anlayışın çok aşılmadığını görebiliyoruz. Mücadele içerisinde cinsiyetçi anlayışı aşamayan arkadaşla karşılaşabiliyoruz. Örgütün üst yöneticilerinden tutalım, üyelere kadar bunu görebiliyorsun.
KESK Genel Merkez yöneticiliği sürecinden sonra, 2013 yılında Amed’e gitim. Orada mücadelem devam etti. Amed Eğitim Sen Şube Eşbaşkanı görevini aldım. Amed, mücadelenin en yoğun olduğu, örgütlülüğün en büyük olduğu yer. Kadınlar çok örgütlü. Aktif kadın arkadaş sayısı çok fazla. Hemen hemen yarı yarıya kadın üyesi var. Genel Merkezde yöneticilik yapmama, o kadar deneyimim olmasına rağmen hala, “Sen yapamazsın, ben daha iyi yaparım!” yaklaşımıyla karşı karşıya kaldığımı belirtebilirim. Zor aşılır bir şey. Neticede başkan kadın oldu. Evet, eşbaşkanlık iktidarı, erki törpüleyen, onu paylaştıran bir sistem. Erkeğin bunu hazmetmesi kolay olmayacaktı.
Bence erkeklerle çalışmak zor. Bizim de egolarımız vardır. Sonuçta biz de bu sistemin içerisinde yetişiyoruz. Erkeklerin o yaklaşımıyla karşılaşınca bazen ona benziyorsun. Tek handikapın bu olduğunu söyleyebiliriz.
Eşbaşkanlık başka bir şey. Yönetimde diğer kadınlar yer alabilse bile, Kadın Sekreterliğinde kadın arkadaşın yer alması, kadın faaliyetiyle sınırlı kalmasını getiriyor. Şube Eşbaşkanı olduğunuz zaman durum değişiyor. Şube başkanlarının görevi dışarıdaki tüm kurumlarla bir mücadele yürütmek, bir ortaklaşma yaratmak, sendikanın yüzü olmak, görüntüsü olmak. Sendikanın eylem etkinliklerini ifade etmek, duyurmak. Sendikal mücadele perspektifini diğer kurumlarla ortaklaştırmak.
Diğer sendikalarda erkek hakimiyeti var. Eğitim Sen’de, SES işkolunda yönetici olabiliyorsun. Ama Tüm Bel-Sen’e (Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası) , BES’e (Büro Emekçileri Sendikası), Yapı-Yol Sen’e (Yol, Yapı, Altyapı, Çevre ve Şehircilik, AFAD ve Tapu ve Kadastro Kamu Emekçileri Sendikası), ESM’ye (Enerji Sanayi ve Maden Kamu Emekçileri Sendikası) HABER-SEN’e (Basın Yayın İletişim ve Posta Emekçileri Sendikası), BTS’ye (Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası) gittiğinizde orada çok az kadın yönetici buluyorsunuz.
Doğal olarak KESK toplantılarına katıldığınızda çok azsınız. Yine birbirine bağıran, birbirini alt etmeye çalışan bir erkek anlayışıyla karşı karşıyasınız. Oralara ayağınız gitmiyor. Birbirini sesini duymayan… “en çok bağıran kimse, en haklı o olan”… bir erkekler topluluğuyla karşı karşıyasınız. Dışarda biçimsel bir kadın bakışı gelişse bile, o biçimselliğe öz kazandırılmadığını düşünüyorum ve hala yolumuzun uzun bir yol olduğunu görüyorum.
Eğitim Sen’in seksen bir tane şubesi var. Genel Kurula, Danışma Meclislerine şubelerden gelen temsilcilerin yüzde yetmiş, sekseninin anca yüzde beşi kadın. Hala Şube Eşbaşkanı olarak üç, dört tane kadınız, resmi anlamda. Kürsüden erkekler topluluğuna hitap etmek, bizi zorluyordu.
Okula gidiyorsunuz, sadece bir gün sendikal izin kullanabiliyorsunuz. Siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik, hukuksal, kadın boyutuyla, çocukların uğradığı şiddet taciz boyutuyla dünya kadar sorun yaşıyorsunuz.
Diyorsun ki, yılların getirdiği bir emek var, biz bu emeğe sahip çıkalım ya da birilerinin yapması lazım. Sen yapmazsan, muhakkak birileri yapar. Ama şimdi ben yapayım, ben bırakınca başka bir arkadaş devam edecek. Düzeleceğine inanmakla, örgütlülüğe olan inancınla mücadele etmek. Öyle bir geleneğin yarattığı mücadele, emek gerektirir .
Kendimizle uğraşıyoruz. Belki erkek arkadaşlarımız da kendileriyle uğraşıyorlar. Cinsiyetçi ideoloji aşılamıyor. Dolayısıyla bunun değişmeyeceğine inanan arkadaşlarımız var.
Toplumsal cinsiyetle ilgili çok şey söylenebilir. Siz öyle büyüyeceksiniz, yetişeceksiniz, aileden öyle göreceksiniz, medya sürekli pompalayacak, sonra gelip üç eğitimle bunu değişime uğratacaksınız; hiç kolay değil. Dünden bugüne baktığımızda, kadınların görünür olduğunu tabii ki ifade edebilirim. En azından belli kadınların, kendi duruşlarıyla, mücadeleleriyle bunu sağladıklarını görebiliyoruz.
Eğitim Sen’in danışma meclis toplantıları yapılıyordu. Bir arkadaş: “Eğitim Sen’in tüzüğünde eşbaşkanlık sistemi geçmedi. Biz fiili olarak birçok ilde bunu yürütüyorduk. Amed’de de bu fiiliyat içinde yürüttüğümüz bir şeydi.” demişti. Bu, katılımcıları sorgulamaya yöneltmişti. Evet, başta, bunu bir dayatma olarak gören bir yaklaşımla karşı karşıya kaldık. Daha sonra, bunun böyle olması gerektiğine ikna olan, bir kadın yapılanmasından bahsedebiliriz. Eşbaşkanlık sisteminin, kadınlar için yol açıcı bir şey olduğuna inandılar, diye düşünüyorum.
Eşbaşkanlıkta bir kadın, bir erkek olacak. Çalışmalarda, birinin daha çok egemen olma anlayışını törpüleyen bir yaklaşım aslında. Çok oturduğunu düşünmüyorum. Çok yol kat etmemiz gereken bir konu. Bir basın açıklaması yapılacaksa, yönetim kurulunda o çalışmayı, o açıklamayı sadece sizin yapmanız değil, aynı zamanda öbür arkadaşın da yapması. Sırayla yapabiliyorsunuz. Ya da kitle ile ilgili bir toplantı yapılacak. Siyasal süreç değerlendirmesini siz yapıyorsunuz, örgütsel sorunları diğeri anlatıyor. Çok değişen bir şey yok aslında. Sadece resmi anlamda bir takım zorluklar yaşanıyor. Mesela bu kez sizin resmi anlamda şube başkanı olmanızı, bir erkeğin kabullenmesi de büyük bir aşamadır.
Bu açıdan baktığında olumlu ama işleyiş olarak şuna çok takılmadık: Sen mi yaparsın, ben mi yapayım? O anda bir kolaylık yaratıyor ama yine de sistemsel olarak siz göründüğünüz için sorumluluğunuz daha fazla oluyor. Resmi kurumlarla ilişkide siz muhattapsınız. Valiliğin, Milli Eğitimin, Emniyetin ve diğer resmi makamların muhatap aldığı kişi, resmi başkan oluyor ve bütün şeyler oradan yürüyor.
KESK’in önümüzdeki süreçlerdeki cinsiyet eşitliği politikası şöyle olmalı: Sendikalarımızı yıllardır hep erkek başkanlar yönetmiş. Pilot iller seçilmeli. Bu illerde resmi anlamda Eşbaşkanlık tüzükte geçer belki bu dönem, bilemiyorum. Geçse bile önemli olan sizin Dernekler Masası, Sendikalar Yasası tarafından da kabul görmenizdir. Kabul görmemesi de başka bir handikap. İlerde kabul edecekler diye bir şey yok. İyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Hem kadınların, hem kadınların emeğinin görünür kılınmasını sağlıyor. Yürüyüşlerde, direnişlerde daha iyi duruyor, daha iyi pazarlık yapabiliyoruz.
Kadınların eşbaşkan olmaları, kitlenin psikolojisini de değiştiriyor bence. Ben kendi deneyimimden bunu çıkardım.
On bin üyesi olan Diyarbakır Eğitim Sen’i üç şubeye böldük. Yerel, daha küçük ölçekli çalışmanın, daha verimli olacağını düşündük. Çünkü on bir tane dış ilçesi dört tane merkez ilçesi var. Siz canavar olsanız yetmezsiniz. O kadar çok sıkıntı var. Sizin kalkıp Kulp’a gitmeniz bir sıkıntıdır. İki üç saat yolculuk yapmanız lazım. Çermik’e gitmeniz keza öyledir. İki saatlik uzaklıkta olan ilçeleriniz var. Oraya değmek zordur. Orada temsilcilikleriniz var, ama her koşulda sizin gitmeniz lazım.
Hem çalışma yaşamının içindesiniz, işe gidiyorsunuz, hem de sendikaya gidiyorsunuz. Her gün açıklamalar yapıyorsunuz, her gün adliyenin önündesiniz. KESK bütünselliği içinde başka çalışmaların içinde olmanız gerekiyor, Demokrasi Platformu’nun içinde çalışmalar yapıyorsunuz. Her gün saat 20.00’de, 21.00’de eve gidiyorsunuz. Çünkü bir gün örgütlenme toplantısı yapıyorsun, bir gün KESK’te, bir gün diğer kurumlarla çalışma yürütüyorsun, bir gün kendi çalışmanı yürütüyorsun. Bunlar 17.00’den sonra yapman gereken faaliyetler.
Kadınlarla ilgili ayrı bir çalışma yürütmeniz gerekiyor. Kadınları örgütleme çalışmaları yürütme gibi bir sorumluluğun var. Evlilik, çocuk, hasta ve yaşlı bakımının kadınları toplumsal sendikal alandan nasıl uzaklaştırdığı konusunda bilinçlendirmen gerekiyor. Erkeklerin bu sorumlulukları kadınlara yükleyişinin ideolojik yaklaşımını, bilince çıkarman gerekiyor. Şiddete uğrayan kadınlara sahip çıkıp, destek olman gerekiyor.
Öğrenciyken, yanılmıyorsam bir yemek boykotuna mı ya da bir yürüyüşe mi katılmıştım. Onun davası hala sürüyormuş. Ondan dolayı 1992’lerde, göreve başlar başlamaz açığa alınmıştım zaten. Tam mesleği bitireceğim sırada, bu dava önüme konuluyor, bir daha açığa alınıyorum. 25 yılda, zihniyet bir ülkede hiç mi değişmez, diyorum. Hâlâ seni cezalandırmak isteyen, yaptığın eylemden ürken, demokrasiyi içselleştirmeyen; şiddeti savunan bir anlayış hüküm sürüyor.
29 Aralık Eylemimizi düşünün. Her gün yaşadığımız kent bombalanıyor. Sur ilçesinde öğretmenler okula gidemiyor. Düşünün, o okula gitmeyen öğretmenler hakkında soruşturma açılıyor. Eğitim öğretimi aksattığı için açığa alınıyor ki, o okullarda eğitim öğretim yok. Çocuklar okula gitmiyor. Yasak kapsamına alınmış. Her şeyin bu kadar hukuktan, adaletten, vicdandan, demokrasiden uzak olduğu bir süreci yaşıyoruz.
Aileler değişiyor. Siz de aileyi değiştirebiliyorsunuz. Çocuklar aileleri değiştiriyor. Bölgede böyle bir gerçeklik var. Sizden sonra gelen kardeşleriniz de sizin yolunuzdan geliyor. Onlar da açığa alınıyor. Kardeşlerim de açığa alındı. Aile, değişen dönüşen bir şey aslında. Siz kalıpları reddettiğiniz zaman, bir direnişle karşılaşıyorsunuz ama bir gün ya onlar sizi olduğunuz gibi kabul ediyor, ya da siz onları olduğu gibi kabul edip, bir uzlaşma içerisine giriyorsunuz.
Ben en büyük değişimi annemde gördüm. Kadınların değişime daha açık olduğunu gördüm. Şu anda bile yaptığı değerlendirmeler müthiş, benden çok daha iyi değerlendirme yapıyor. Açığa alınmadan tutalım, ülkeyi yönetenlere olan eleştirisine kadar. Kadınların daha iyi değiştiğini kendi annem öznelinde görebiliyorum. Durduğu yer, baktığı yer. Bir akrabamla bir tartışma geçti aramızda. Onun “Siz de sendikalı olarak öyle yapmasaydınız”, sözlerine karşı annemin o yaşında “Niye, ne yapmışlar? Sen bu tepkiyi, sisteme yöneltmen gerekirken, niye bunlara yöneltiyorsun” refleksi beni çok etkilemişti. Annemin bu yaklaşımı, işin özünü anlatıyor aslında. Kadınlar daha hızlı değişiyor ve çocuklarına daha iyi sahip çıkabiliyorlar.
Kuşkusuz kadınlar KESK’teki bu kazanımları kendi mücadeleleriyle kazandılar. Bu kazanımları, sahiplenecek olan, arkadan gelen arkadaşlardır.