If I return the charm will be broken.
Cansu Yurtsever
Trade Union of Employees in Public Health and Social Services-SES, Bingöl, 1990’s; Ankara, 2000’s onwards
I have this childhood memory. This was what I felt most when I was detained. We have these concepts of Dedelik (Grandfatherhood) and Analık (Motherhood). The Mother (Ana) made us pass through the root of a tree to protect us from whooping cough. I felt that I could not pass through the root. I turned back to return. The Ana told me the following in the Zaza language: “Don’t turn back, if you turn back the charm will be broken.” I promised myself not to do things that would break the charm. That charm continues. I have not left the women’s struggle, unionist struggle, and peoples’ struggles. If KESK means hope, then we have to do everything to strengthen that hope for sure. This puts great responsibility on my shoulders. I made this promise. To be a KESK member is a great value. If I turned back the charm would be broken.
To watch Cansu Yurtsever’s video on “Call for participation in March 8 demonstrations, 2015” (in Turkish) click below.
Ben şu anda SES Genel Merkez yöneticiliği yapıyorum. Sendika ile buluşmam 1994 yılında, kamu emekçisi olarak işe başladığımda gerçekleşti. O dönem sendikamızın ismi farklıydı, Tüm-Sağlık-Sen vardı, henüz SES kurulmamıştı. 1996 yılının Eylül ayı civarında Bingöl SES şubesinde yönetici oldum, o zamandan beri örgütlüyüm. Yaklaşık olarak 20 yılın üzerinde bir süreden bahsedebiliriz. Kırk iki yaşındayım, hemşireyim. Ankara’da yaşıyorum. Değişik yerlerde sürgünlerle beraber şu anda Ankara’da yaşamaya devam ediyorum. Bekarım.
Bingöllüyüm. Bingöl’ün toplumsal yapısından kaynaklı olarak, ailenin toplumsal varlık biçimi, belki sosyo-kültürel yapısı veya bunların hepsi aslında, beni zaten politik biri olarak bu mücadelenin içerisine sokan bir şey. Bir de okul dönemimde Siirt’te okudum. Siirt’te yaşadığımız dönem; tam OHAL uygulamalarının yaşandığı, Kürt sorunuyla ilgili çatışmaların ve çelişkilerin çok yoğun olduğu bir dönemdi. Bunlar bana politik olmak dışında bir şans bırakmadı. Hatta bazı politik tercihler yapmak zorunda kaldım. Böyle bir süreçte mezun oldum, hiç beklemeden çalışma yaşamına atıldım. Dolayısıyla 1980 darbesinden sonra, Türkiye’de var olan bütün yükleri gören bir yerden, o politik hattın üzerinden, sendikacılık Bingöl’de biraz nefes almak demekti. Sendikacılık yapmak, bir işe yaramak demekti. Sendikacılığı, sendikacılık yaparken öğrendim. Mücadelenin içinde yer alarak birçok şeyi öğrendim ve öğrenmeye de devam ediyorum.
Ben kamuda çalışmaya başladığımda bir özne olarak da bir tercihte bulunmuştum. Sendikada genelde Örgütlenme Sekreterliğinin ve Kadın Komisyonlarının birinci derecede sorumluluğunu yürüttüm. Örgütlenme Sekreterliği özellikle tercih ettiğim bir görevdi. Kadın çalışmalarında da yer alarak, işleri yürüttüm. Ortam oldukça politik ve çok çatışmalı bir süreç. Basının neredeyse girmediği, gazetelerin yasaklandığı, TV’lerin tek yönlü yayıncılık yaptığı, birçok yayına ulaşma şansının olmadığı, çok yasaklı bir dönemde, Bingöl’de sendikacılık yaptım. İlk sendikaya girişimiz belki Bingöl için de, benim için de bir şanstı. O zaman Bingöl’de KESK’e bağlı tek örgütlü işkolu olan Eğitim-Sen’de vardı.
Sendikacı olduktan sonra, özellikle Diyarbakır SES şubesi ile iletişim halindeydik, o dönemin yöneticileri olarak Ali Ürküt, Canan (Kanhan) ve Yüksel (Avcı) vardı. Bu arkadaşlar gelip sendika şubesinin açılışını yaptılar, anahtarı elimize verip gittiler. Biz de on dokuz, yirmi yaşında beş genç arkadaş sorumluluğu aldık. Çok heyecanlı bir dönemdi. Birçok şeyi birlikte yap+p yürütecekmişiz gibi hissettiğimiz ve güçlü olduğumuz bir dönemdi ama aynı zamanda büyük bir kuşatılmışlık vardı. Her şeyimize müdahale edildiği, sendikacılık yapmanın suç sayıldığı bu dönemde; tüm bu işlerin altından kalkmaya çalıştık. Benim için çok kıymetli olan bir şey de birlikte yöneticilik deneyimi yaşadığımız arkadaşlarımızın hepsinin genç ve bu işe inanmış olmasıydı. Hepimiz hiçbir şey bilmeden bu işi inanarak yaptık. Çok kıymetli arkadaşlarım vardı. Orhan ve Erkan arkadaşlarım, yine kadın arkadaşlardan Hülya arkadaşım. Onları da anmak isterim. Çünkü çok değerli katkıları oldu bana. Sendikacılık yaptıkları dönemde çok uzun süre tutuklu kalan arkadaşlarım oldu.
Kendi içerisinde beni de değiştiren, yönlendiren katkı sağlayan bir dönem. Kadınlar açısından o dönemde ne yapabildik? Her şeyi yeniden öğrendiğimiz gibi, kadınların ayrıca bir şeyler yapmasının önemini çok daha iyi hissedebildik, görebildik. Kadınlar bu örgütlenme işinde çok daha iyi noktadaydılar, kendimizi daha yetkin hissettiğimiz bir alandı. Belki hemşire olmaktan kaynaklı olarak toplumla temas eden yanlarımızın, bizi geliştirdiği gerçeğiyle beraber düşündüğümüzde, çok aktif olduğumu düşünüyorum. Bingöl’de Bingöllü olmak, tanınıyor ve biliniyor olmak avantajdı. Bingöl çok küçük, çok farklı kesimlerin bir arada yaşadığı bir yer.
Bingöl’de sendikacılık yapmak; hem sendikada yöneticilik yapmak hem de politik arenada yer almak demekti. Yani orada siyaset yapmanın sorumluluğunu da almak zorundasınız. Orada bir sağlık eğitimi, ilk yardım eğitimi vermenin ve kadınlarla buluşmanın sorumluluğunu da almak zorundasınız. Herhangi bir siyasi parti, sizden ilk yardım ya da sağlık bilgisi eğitimi almak istediğinde ya da gençlere cinsel eğitim dersi vermek istediğinizde, siz orada sendikacı kimliğiyle varsınız ve onun sorumluluğuyla hareket etmek zorundasınız. Genç olsanız da karşınızdaki gençlere çok daha olgun biçimde kendinizi de yetiştirerek, yol açmak durumundasınız.
O dönemde Eğitim-Sen’in yoksul köylü çocukları, dershanelere gitmesin diye başlattığı kurslar vardı. Eğitim-Sen’li öğretmenlerin gönüllü olarak, gençlere Eğitim Sen’de ders vermeleri, gençleri farklı bir şekilde de olsa yaşamın içerisine katmak açısından önemliydi. Gençler dershaneye gideceklerine orada gönüllü öğretmenlerin verdiği kurslarla sınavlara hazırlandılar. Çok da başarılı bir süreç oldu. O dönem gençlerle, hem kendimi olgunlaştırdım hem de gençlerle buluşmuş oldum. Aynı zamanda biz birçok eğitimi birlikte veriyorduk. İlk yardım ve sağlık eğitimlerini, cinsel eğitimleri bu şekilde yürütüyorduk.
Aslında “nasıl bir muhalefet”, “nasıl bir sağlık hakkı” meselelerini, biz sendikacılık yaparak öğrendik. Sadece sendikacılık değil aynı zamanda bir politik özne olmak meselesiydi bu. Kadın meselesini yürütme, gençlerle buluşma, aynı zamanda basın muhabirliği gibi bir süreçten söz edebiliriz. Dolayısıyla Bingöl’deki dönemi, böyle çoklu bir iş yapma ve birçok yönümüzü geliştirme dönemi olarak ifade edebiliriz. Bingöl şubemiz, üye sayısının azalmasından sonra şube olmaktan düştü, temsilcilik oldu ve Muş SES Şubesine bağlandık. Biraz zorlu bir dönemdi. Bingöl’de sendikacılık yaptığım için Bingöl’ün bir beldesine sürgün edilmiştim. Muş’taki çalışmalara kısmen katılabiliyordum. Ama Ankara’daki etkinliklere, bölgedeki eylem ve etkinliklerin birçoğuna katıldım.
Aslında çok heyecan verici şeyler: Geçen yıl (2015) 30 Temmuz’da SES’in kuruluş yıldönümü etkinliğini gerçekleştirdik. Oradaki belgeselde o duyguların hepsini yaşadım ve yeniden geriye döndüğümde ne kadar güçlü olduğumu hissettim. Bingöl şubede yöneticilik yaptığım dönemde, KESK yürütücülüğünü ve SES yöneticiliğini yapan arkadaşlarımız gözaltına alındığında, bölgede eylem yapmıştık. Diyarbakır’ı çok bilmiyorum. Polislerin arasında kalmıştım. En çok korktuğum ve devlet şiddetinin içine düştüğüm eylemlerden biriydi. Bölgedeki sürgünlere karşı yaptığımız bir eylemdi.
O dönemde KESK’e yönelik baskılar vardı. Birçok yurtsever, devrimci şube yöneticilerine, KESK’in genel merkez yöneticilerine bir yönelim söz konusu oldu. Bingöl’de de gözaltı ve tutuklamalar olmuştu.
Ben tutuklanmayanlar arasındaydım ama gözaltına alındım ve işkencelere maruz kaldım. Bütün işkence yöntemlerini bizzat yaşadım. Bekâret kontrolüne götürmek istediler, birçok kadın arkadaş gitti ama ben gitmedim. Bu gitmeme durumunu ilk defa devlet şiddetine karşı benim kişisel direnme ve bu yönde bir bilinç oluşturma deneyimim olduğunu ifade edebilirim. Bu bir kırılmaydı tabii ki. Kendimi çok güçlü hissetmiştim. Devlet şiddetinin, bende bir yenilgi yaratamayacağı duygusu da böyleydi.
Gözaltında kaldım bir süre, yedi gün olması lazım… Çıktığımda bu yaşadıklarım beni hiç kötü yapmadı. Gördüğüm işkencelerden dolayı geri adım atmadım.
Çocukken bir anım var, gözaltındayken en fazla hissettiğim ve hatırladığım şey bu oldu: Bizde Dedelik ve Analık var. Ana bizi boğmaca hastalığına karşı bir ağacın kökünden geçirirdi. Ben aslında oradan geçemeyeceğimi düşündüm ve arkama döndüm, Ana bana Zazaca şunu söyledi. “Geri dönme, dönersen tılsım bozulur.” Geri dönersem tılsım bozulacak şeyleri, bir daha asla yapmamak için kendime söz verdim. O tılsım devam ediyor. Ne kadın mücadelesinden ne sendikal mücadeleden, ne halkların mücadelesinden geri dönemem. Benim için sendikacılık böyle bir anlar bütünü diyebilirim.
Dokuz buçuk yıl sendika yöneticiliği yaptım. Az sayıda arkadaş ilgi duyuyordu sendikaya. Çalışma yaşamında kadın çalışan sayısı azdı. Toplumsal farklılıklar çok belirgindi. Sendikalara güven duygusu yoktu. Olsa bile bir korku da hâkimdi. Devletin baskısının, OHAL baskısının, devletin şiddetinin sendikaları daralttığı yerlerde, büyük bir nefesti sendikalar. Yani iki yönlü bir şey. Devlet sıkıştırdıkça, insanların yöneldiği, nefes almaya çalıştığı, kendisini iyi hissettiği bir yerken, diğer yandan da orada olmanın bir başka suç teşkil edeceği düşüncesiyle kendisini oradan sakınmak, mücadelenin içinde sadece üye olmakla yetinen bir yaklaşım. İki yönlü.
Belki hâlâ devam eden bir şey ama o dönem daha fazla yaşadık. Politik olarak kendisini başka bir yerde görse bile, sendikaya inansalar bile, insanların söylediği şuydu: “Bizim ailemiz var ve biz endişeleniyoruz”. Aynı endişeler devam ediyor ama o dönem için çok daha belirgindi. Fakat KESK’in varlığı, hakikaten demokrasi mücadelesine, çalışma yaşamının örgütlenmesine ve denilebilir ki; barışa dair sesin çıkmasına çok büyük bir katkıydı. Ben de birçok şeyi oradan öğrendim. Hem mücadeleyi hem büyük yoldaşlığı, hem de sendikacılığı. 9,5 yıllık deneyimimle öğrendiğimi söyleyebilirim
Hiçbir şey yapmadan duramazsın. Yapacaksın, ama bunun bedeli var. Her yaptığımız şeyde soruşturmalarla karşılaştık. Klinik değiştirmekten tutun, para kesintilerine kadar. Her hafta sonu etkinlikler vardı, bunlar il dışındaydı. Devlet memurlarının belli bir kilometrenin dışına çıkabilmesi için valilik emriyle gitmeniz gerekiyor. Sendikacılık böyle yapılamaz. Yöneticilik dönemimde, hiçbir zaman maaş ve döner sermayenin tamamını alamadım. Buna rağmen nasıl baş ettik? Aslında çok moralliydik. Ben, her maaş almaya gittiğimde mutemet “Daha yorulmadın mı, bıkmadın mı sen bu parayı nereden bulacaksın?” diyordu. Ama her defasında o insanlara, bu işi yaparken bunların olacağını bilerek yaptığımı söylüyordum. Aslında büyük bir saygınlığımız vardı. KESK’e karşı saygınlık vardı.
Bingöl’de ilk defa KESK şubeleri olarak bir grev yapmıştık. Mahkemeye çıktığımızda, herkes bizim işten atılacağımızı düşünüyordu. Ben mahkemeden sonra işe döndüğümde arkadaşlar “Halen seni atmadılar mı, çok ilginç, biz hiçbir şey yapmadığımız halde korkarken, sen bu kadar şey yaptığın halde seni atmıyorlar” dedi. Bizim devam etmemiz, onlara da ayrı bir güven veriyordu. Hastanede, diyebilirim ki, sendika yönetimimize dair de bir saygınlık vardı. İstediğimiz her şeyi hastanede yapabiliyorduk. Etkinliklerimizi yapabiliyorduk en azından. Polis her şeye müdahale ediyordu ama 8 Mart da yapabiliyorduk, basın açıklaması da yapabiliyorduk. Binanın içinde olsak bile, bunları yapmaktan vazgeçmedik.
Bingöl’de hastanede bir grev örgütlemek bana nasip oldu. Çok büyük oranda katılım oldu. İlçelere giderken aslında çok güvenlik problemleri yaşadığımız halde, vazgeçmedik birçok arkadaşla beraber bu grevi örgütlemeye devam ettik. Ama Bingöl’de şöyle bir durum var; mutaassıp bir bölge. Kadınlar bir işin yürütücüsü olduğunda bir endişe ve güvensizlikle de başa çıkmak zorunda.
Bingöl’de sıkça gözaltına alındım. 1999’daki gözaltında çok ciddi şiddete maruz kaldım. Taciz, tecavüz… Sadece askıya alınmadım. Onun dışındaki her türlü işkenceye maruz kaldım. İlginçtir savcılık sorgusundan sonra serbest bırakıldım, ilk duruşmamda da beraat ettim. Aslında emniyette bana açıkça söylenen şuydu: “Sendika yöneticiliğini bırakacaksın, sendikacılık yapmayacaksın, ilçelere gitmeyeceksin.” Bir de 2012 yılında KCK üyesi olma suçlamasıyla KESK’li birçok kadınla birlikte, SES Genel Başkanı, KESK Kadın Sekreteri Canan (Çalağan) arkadaşın da olduğu birçok arkadaşımızla beraber tutuklandık. KESK genel merkez yöneticisi, şube yöneticisi ve aktivistlerin de olduğu sekiz aylık tutukluluk dönemi yaşadım. O dönemde de sendikal faaliyetlerimiz vardı ama KCK üyesi olmak suçlamasıyla mahkeme karşısına çıktık. Sekiz ay tutuklu kaldım. Bingöl’de çok fazla gözaltı vardı. Şiddet kısmını orada yaşadım, Ankara’da da 2012 yılında 8 aylık tutukluluk yaşadım.
Aslında ben 1999’da işkenceli bir gözaltı sürecinden sonra, Ankara emniyetinin de geçmişini, geleneğini bildiğimden, endişeleniyordum. Nasıl olacak işkence, biz nasıl direneceğiz, direnebilecek miyiz, ne kadar direnebileceğiz, gibi endişelerim vardı ama gözaltında olduğumuz süre içinde savcılığa çıkana kadar çok keyifliydi. İnsanların bilinçli ve politik olmasından kaynaklı olarak devletin şiddetinin bir ölçüsünün olmayacağının bilinci vardı. Orada nasıl baş edecekleri duygusu, dayanışma vardı ve kadınlar bir aradaydı. Kadınların sesini, duygusunu hissetmek mümkündü.
Ankara Emniyetinde gözaltındayken Bedriye arkadaşın geldiğini topuklarının sesinden fark ettim. “Bedriye arkadaş, sen mi geldin” dedim. “Evet” dedi, “Nereden anladın?” “Topuklarının sesinden anladım” dedim. O dönem kadınların sesleriyle, türküleriyle dayanışmasını hissettik. Birçok arkadaş gözaltına alındık, 9 arkadaş tutuklandık. Bir süre aynı koğuşta kaldıktan sonra koğuşlarımız değişti. Kısmen bir araya gelebildiklerimiz oldu. Benim açımdan ilk cezaevi deneyimiydi ama benim için, hayatın sonu diyebileceğim bir nokta değildi.
Biz cezaevindeyken arkadaşların dışardaki dayanışması çok moral vericiydi. Şubelerdeki arkadaşların kartları, mektupları selamları vardı. Bu yalnız olmama halini şu anda tutuklu olan arkadaşlarla dayanışarak göstermeye çalışıyorum.
KESK’in, yürüttüğü diplomasi, uluslararası arenadaki çabaları; Türkiye’deki çabalarıyla birlikte aslında bir çalışma örgütünün ötesinde, bir demokratik muhalefet yürütmenin sorumluluğunu da alan, büyük deneyim yaratan bir örgüt olduğunu gösterdi. İşyerine döndüğümde; aslında çalıştığım yerdeki birçok kişi, ben tutukladıktan sonra üyelikten istifa etmesine rağmen, şu cümleyle paylaştım düşüncelerimi: “Tutuklanan benim, siz niye kendi örgütünüzden vazgeçtiniz”. Daha sonra birçok arkadaş üye oldu ama şu duyguyla oldular: Böyle bir mücadelede yalnız kalmayacaklarını fark etmişlerdi. Bunun yansımış olmasının çok büyük bir moral yarattığını düşünüyorum. Yani içeriye girme halimiz ne kadar endişe ve korku yaratmışsa, çıkma halimiz KESK’in yürüttüğü mücadelenin hem uluslararası boyutta hem Türkiye boyutunda hem şubelerin dayanışması ve emekçilerin bir arada olması açısından, diğer taraftan çalışma yaşamında KESK’in bir mücadele örgütü olduğunu, Türkiye’nin demokrasi ve barış mücadelesinde tutunacak bir yer olduğunun göstergesi oldu.
KESK o yüzden çok kıymetli benim açımdan. Benimle en fazla dayanışan da ailem oldu. Birçok defa gözaltına alındığımda işkence gördüm, özellikle polisin ısırdığı yerlerin morardığı şekilde çıktım gözaltından. Annemin onları öpüp “Bunlar benim çiçeklerim” dediğini biliyorum. Bunlar çok kıymetli. Ailemin o bir arada olma duygusuyla beni bu mücadelede yalnız bırakmadığını ifade edebilirim. Annemin, ben gözaltındayken polisin kapısının önünde günlerce beklediğini, eve gitmediğini biliyorum. Ailem hiçbir zaman engelleyici olmadı. Çevre açısından ise; çokça baskı, çok insanla mücadele etmek zorunda kaldık.
Bingöl mutaassıp bir çevre. Evine polisin geldiği bir ortamda, çevre seni hep kontrol eder. Tek yaşayan bir kadın olarak (annem kışın gelip giderdi) binadan tutun da mahalleye kadar herkesin gözünün üzerinde olduğu bir ortam. Genel merkezden arkadaşlar geldiğinde, ziyaretlerin olduğu dönemlerde insanların merakla izlediği bir kadın. Bunların tabii ki belli etkileri var. Daha düzgün olmak, daha oturaklı olmak, düzgün giyinmek, daha kabul edilebilir ölçülerde ve ses tonuna sahip olarak konuşmak, ağırbaşlı olmak, vb. baskılar söz konusuydu ama farklı bir şiddet ya da engellemeyle karşılaşmadım. Devletin şiddetini ayrı bir yere koyarak söylüyorum. Bununla her zaman mücadele etmek zorunda kaldık. İki defa sürgün yaşadım. Kastamonu ve Bingöl’ün bir beldesine sürgün olduğumda, bir yalnızlık duygusu yaşadım. Bingöl’e ilk sürgünümde, sağlık ocağının lojmanında kalıyordum. Korucuların gelip pencerelerin demirlerine vurarak “seni burada yaşatmayız” dedikleri…
Geceleri rahatsız edildim. Alevi olan kimliğim bilindiği için, soyumuzu sopumuzu bilenlerle muhatap olmak, benim için zorlayıcı durumlar oluşturdu. O dönemde en iyi yaptığım şey daha fazla okumak, biraz daha fazla kadınla buluşmaktı. Orada en iyi yaptığım şey, oradaki kadınlarla sohbetler yapmaktı. Bana iyi geliyordu. Oradaki kadınlar benimle paylaşabiliyorlardı endişelerini, niye çocuk doğurmak istemediklerini ya da istediklerini, kürtaj olmak istediklerini ama yapamadıklarını. Bu sohbetler bazen onların bahçelerine giderek oldu. Ama erkeğin şiddetini orada da gördüğümü söyleyebilirim. Gece yarılarında gelip, hastaya bakmak bahanesiyle götürmeye çalışmalarını, pencere pervazlarına ağaçlarla ya da silah dipçikleriyle vurup “Seni burada yaşatmayız, sen kendini ne zannediyorsun, kim vurduya gidebilirsin, senin çantanı sırtına yükleyelim git köylerde aşılar yap, o zaman görürsün… “ Bu tür baskılar gördüğümü söyleyebilirim.
Kastamonu’da bir yıla yakın bir sürgün hayatım oldu. O çok daha kötüydü. Köyün imamından muhtarına kadar, işçilerinden herkese kadar… çok kötü günler yaşadığımı söyleyebilirim. Toplumsal olarak tehditlerin olduğu, imamın beni nasıl tehdit ettiği… Orada kavga eden iki kardeşi sağlık ocağına getirirken ve sağlık ocağı çok ayrı bir yerde, köyün dışında bir yerde ve çok karanlık ağaçlık bir bölge. Aslında hiç tekin olmayan bir yer. Lojman iki katlıydı, ben ikinci katta oturuyordum. Evimin önüne ölmüş kedi ve fare cesetleri bıraktıklarını, camlarımı kırdıklarını asla unutamam. Sahile yürümeye gittiğimde tek başıma yürüyemediğimi, bir daha asla sahile inemediğimi söyleyebilirim. Köyün ağası bile beni tehdit etti.
O dönemler zorlandığım, istifa etmeyi bile düşündüğüm bir dönemdi. Zaman içinde ilişkilerimi daha biri toparlamaya çalıştım. İnsanlara yardım etmeye çalıştım. Özellikle sağlık ocağının hizmetlisi ve şoförü vardı, onların eşleriyle ilişki kurmaya çalıştım. O iyi geldi bana. Kadınlar çok korkunç derecede sömürülen kadınlardı. Erkeklerin tamamı kahvede geçiriyor zamanını. Bütün işleri kadınlar yapıyordu. Çok yoğun bir coğrafyada, çok kadın katliamının olduğu, şiddetin yaygın olduğu bin alan. Bunları da gözlemleme şansım oldu. Bir yandan da beni çok yoran ve çok yıpratan bir dönemdi. Sekiz ayımı orada geçirdim, çok yıprattı ama çok şey de katan, çok şey öğrendiğim ve deneyimlediğim bir dönem oldu.
Kapımın önüne kedi ölüsünün bırakıldığı ilk günden, eşyalarımı toplayıp gideceğim güne kadar herhangi birine güvenememek çok yıpratıcıydı. Politik bir özne olarak ve sendikalı olarak devletin ciddi şiddetini gördüm. Kastamonu’ya sürgün edildikten sonra sağlık müdürlüğüne ilk gittiğimde; sağlık müdürü beni başlatmak istemedi ve bir emniyet elemanının yanında yumruğunu kaldırarak dövmek istedi. Ben de elinden tuttum, dövdürtmedim kendimi. Vali yardımcısına çıktım. Bana “Yapacak bir şey yok, siz bir kadınsınız gidin sağlık ocağında lojmana geçin, bolca gıda götürün kendinize, size önerilerim bunlar ve işiniz dışında hiçbir şeyle uğraşmayın” dedi. Çok ücra bir köy. Kastamonu’nun en uzak ilçesinin en sarp köyünde benim yapacak bir şeyim yoktu. Bunlar toplumsal baskılar ve şiddet. Devlet şiddeti hiçbir zaman bende tahribat yaratmadı, güçlendirdi ama toplumsal şiddetle nasıl baş edileceğini bilmiyorum. İnanın şu çok kıymetli: tek başınasınız ve siz iyi bir şey istiyorsanız, iyi bir şeyin hatırına direnmek zorundasınız. Bu cümle, benim için bir kılavuz. Kastamonu’nun en uzak ilçesinin en uzak köyünde bana iyi gelen bir şey vardı: Eğitim-Sen’li bir öğretmen vardı. Çok uzaktı aslında oturduğu ev ama onların evinde bir gün kalmak bile bana çok iyi gelmişti. O yüzden örgütlenme meselesinin her yerde katkısı var, bunu unutamam.
Sendikacılığı hiç bilmeyen biri için her şey değişik ve şaşırtıcı. Çok gençken ve çok şey bilmeden bu işe başlıyorsunuz, çok şeyi bilenle aranızda çok büyük bir fark var. O yüzden hızla, koşarak ilerlemek zorundasınız. Çok şeyi hızlıca öğrenmek zorundasınız. Kimi zaman sizin kadın olmanızla alakalı, eksik ve yanlışlar dönüyor. Bazıları haklı aslında, çünkü bilmediğiniz bir alanda bilmediğiniz bir yerde, kadın olarak geri durduğunuz bir yerde, bilmediğiniz bir şey, sizin “kadın kimliğinizden kaynaklı bir eksiklik” olarak yansıyor. Bir yandan da böyle bir haklılık var. Öncesinde orada olmanız size bir avantaj sağlayacaktı. Dolayısıyla o engeller hep vardı, sendikal mücadelede. Çünkü şöyle bir duygu var; siz, sizin gibi düşünenlerle aynı yerde olduğunuzu düşündüğünüzde en büyük yanılgınız orada olur. Ben de bunu sendikada öğrendim. Yöneticilik, sendikacılık ve aktivistlik yaparken öğrendim. Bu hem erkek olmaktan kaynaklı hem de bu toplumun devamını sağlayan bir kimlik olarak kadınlardan da kaynaklı. Kadınlar bir idol olsalar bile, aslında mücadelenin yöntemine dair ne kadar eksiklik varsa, onların vebalini de kadınlar ardıllar yaşayarak geliyor.
Ne kadar giderebildik bilmiyorum ama çok eksiklikler olduğunu söyleyebilirim. “Kadın Komisyonuna ne gerek var?”, “Kadınların ayrı çalışmasına ne gerek var?”, “Kadınlar da olsun, onlar da insan.” gibi engeller, aslında ideolojik, politik engeller. Dolayısıyla çalışma yaşamının, sendikalara yansıma biçimi. Nasıl istihdamda, çalışma yaşamında toplumun öznesi olma durumunda hoş görülür olsa bile, oradaki farklılık şu: kırılma, alınma hali var. Sonra “nasıl değişecek bu işler” diyerek sorumluluk yükleniliyor. Ondan sonra ciddi engeller çıkmaya başlıyor ve sonrasında da engellerle mücadele.
Bingöl’de yöneticilik yaptığım dönemde bir eyleme giderken; Eğitim-Sen, BES, SES vardı. Orada şu cümle kullanılıyordu: ‘’Şube başkanları toplantı yapsın, araç ayarlasın, kadın arkadaşlar da bu araçlar için yemek, yolluk falan işlerini hazırlasın.’’ Üç beş böyle gitti ama sonrasında kadınlar bir arada seslerini çıkarabildiler. Belki biz öğrendik, birçok kadın arkadaşın katkıları var. Dolayısıyla bu kendi içinde değişime uğramak zorunda kaldı. ‘’İki kadın, iki erkek yönetici olacak, bu işleri beraber yürüteceğiz’’ dedik.
Ama çok zor ve öğretici süreçler olduğunu düşünüyorum. Örneğin; ilk toplumsal cinsiyet tartışmalarını yürütürken, kadın eğitimleri yapılırken çok akılda kalıcı şeyler var. Handan Çağlayan arkadaşımız, sendikalarda toplumsal cinsiyet eğitimine katkı sunan arkadaşlardan biri. Farklı kadın grupları olarak belli dönemlerde eğitimler alıyorduk. Birçok okuma yapsak bile, herkes politik anlayışına göre belli okumalar yapıyordu. KESK’in çıkardığı derginin kadın sayfalarında veya KESK’in çıkardığı kadın dergilerinde birçok değerlendirmeler vardı ama bakıldığında söylemde ilerlenmiş olsa bile hâlâ aynı noktadan dirençlerin olduğunu görmek mümkün. Handan arkadaşın bir eğitimine katılmıştım, benim için çok dönüştürücü olduğunu düşünüyorum. Kadın olarak farklı olmanın bilincine varma, neden kadın meselesi, neden kadınlar dönüşmek zorunda, vb. konular vardı. Politik olarak okusak bile kadınlarla tartışmanın akılda kalıcılığı çok daha fazlaydı. Dolayısıyla benim için önemli deneyimler.
Sevil Erol’la arkadaş olmak benim için önemliydi. Anısına bağlı kalmak için onu sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyorum. Gerçekten çok değerli bir yoldaştı. Sevil’den hep güzel katkılar aldım, kadın duygusunu aldım. KESK’te kadın olarak görünürlüğü sağlayan, belki de özgürlük mücadelesinin de etkisiyle kadınların görünürlüğünü ve özgürlüğünü sağlayan bir karakter oldu. Benim için de dönüştürücüydü ve şube yöneticisi olduğum dönemde danıştığım bir arkadaştı. Öğretici yanları vardı, bizlere sendikal anlamda katkı sunan arkadaşlardan biriydi. Aramızda değil ama ben hep O’nu sevgiyle anıyorum.
Özellikle Genel Kurullar kırılma süreçleriydi. Her anlayış açısından bu böyledir. Hiç fark etmez. Bir erkek çokluğunun içinde kadınlar hâlâ kendilerini “biz varız”la sınamak zorunda, sayılarla sınamak, pratikleriyle sınamak zorunda. Kadınlar şiddete maruz kalma biçimleriyle kendilerini fark ettirmek zorunda. Bunların iki yönü var. Birincisi toplumsal bakış açısıyla ilgili; erkeklik ideolojisinden kaynaklı. İkincisi; kadınların dayanışma ilişkilerindeki kırılma noktalarını aşamamalarından kaynaklı. Kıyamet kopması gereken yerlerde, bu dayanışmayı kadınlar adına yaratamamak kötü. Bunun da bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Bu, kadınların birliğini ve dayanışmasını zayıf düşüren bir şey. Ben kadınları ayrı bir topluluk olarak değerlendiriyorum, kendi kişisel deneyimlerim açısından.
Kadın topluluğunun, dayanışmasının, erkek ideolojisiyle yan yana durması meselesi, bence sendikaların en büyük çıkmazlarından biri. KESK belki diğer sendikalara göre daha ileri bir noktada ama sendikal mücadelenin de varlığı KESK’le var gibi, kendi açımdan da böyle değerlendiriyorum. Bu kadar sendikal mücadele birikimine rağmen, bu kadar alt üst oluşun olduğu bir coğrafyada, kadın meselesinin çok ilerleyememesi, aynı ivmede ilerleyememesi bir eksiklik, ama şu yönden de sevindirici yanlar var: Kadınlar şubelerden en küçük komisyonlara kadar bir şekilde varlığını sürdürüyor. Özellikle, SES’te biçimsel bazı eksiklikler yaşansa bile, eşbaşkanlık meselesinin bir özgüven yarattığını düşünüyorum. Henüz istediğimiz boyutta bir kadın mücadelesi yürütemezken, eksikleri varken, buna rağmen; SES’teki bu eşbakanlık, eşit temsiliyet, bir boyutuyla, kararların alana yansımasının olumlu bir sonucu diye düşünüyorum.
Var olma, farkına varma ve dayanışma duygusunun geliştiğini düşünüyorum. Bir iş yapabilme yeteneğinin ve dayanışmasının geliştiğini görmek… Bunları önemli aşamalar olarak değerlendiriyorum. Şu anda yönetimlerde çok sayıda kadın var, mücadelenin içinde çok sayıda kadın var. Devletin şiddetine erkeklerle beraber sıkça maruz kalıyorlar ve direniyorlar. Şöyle handikaplar var: KESK’in mücadelesi hiyerarşik yapılanmalardan kaynaklı zaaflar taşıyor. Bu hiyerarşik mücadelenin içerisinde eşbaşkanlık meselesinde olumlu gözlemlerimiz var ama bu hiyerarşi devam ediyor. Eşbaşkan kadın, Kadın Sekreteri de kadın ama o hiyerarşi içinde Kadın Sekreterinin kadın olma haline ilişkin söylediği sözle, eşbaşkanın söylediğinin farklı olmasını, sendikalardaki en büyük açmaz olarak görüyorum.
Kendi ellerimiz değmeden, kendi ellerimizle işin içinde, yöntemi doğru kurmadığımız bir meselede sıkıntılı olan kısımlardan biri. Hiyerarşi var oldukça. Temsil meselesi, erkek üzerinden, erkeğin aklı ve yöntemiyle belirleniyor. Beden olarak kadın olmak, tek başına bir şey ifade etmiyor. Önemli olan kadın bakış açısına sahip olmak. Onun ötesine geçememe hali KESK’in en büyük çelişkisi. Dolayısıyla başarısız olma nedenlerinin -bu bir model olarak böyle- hiyerarşik örgütlenme modelinin olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Bir diğer sorun; özgünlük ve farklılığın çalışma biçimlerine yansıma durumlarına ilişkin çok ciddi muhalefet üretmeyi başaramadık sanırım. Sırf istihdam ve güvencesizlik üzerine değil ama bu kadar çok kadın çalışan varken, bunun örgütlenmeme haline dair toplumsal olarak da, kadınların topluluğu olarak da, bir sonuç çıkarmamış olduğumuzu düşünüyorum. Yöntem olarak bir sonuç çıkaramayınca da mücadele pratikleri, örgütlenme deneyimleri de tekrara düşüyor. Tekrara düşünce de, kaynakta erimeye neden olabiliyor aslında. İkna edemediğimiz noktaların olduğu konusunda kendimizi daha da açmak gerektiğini düşünüyorum. Niye ikna edemiyoruz, niye güven duymuyor kamu çalışanı kadınlar? Kadınların örgütlenmesine inanma biçimlerindeki aksaklıklar ne? Bunlara kafa yormak gerekiyor. Bu ivmeyi yaratmak gerekiyor. Örneğin SES, kadınların çoğunlukta olduğu bir işkolu ve aslında toplumla en çok temas edilebilen bir alan var. Diyebiliriz ki; bir öğretmen okulda veli ve çocukla muhataptır ama biz toplumun bütün kesimleriyle bir arada iş yapan, hizmet üreten bir alandayız.
KESK nerelerden geçti, hangi deneyimleri ve zorlukları yaşadı, hangi hikâyeleri var KESK’li kadınların. Bunları bilmiyor yeni ve genç nesil.
KESK kurulduğundan bu yana kadın mücadelesi yürütüyor. Bu kadar çok engelin içerisinde, daha somut engelleri aşarak belki bir adım daha atabiliriz. Hiyerarşi meselesini, çözmek gerekiyor diye düşünüyorum. Kadınların çalışma yaşamında sorunları olduğunun bilince çıkmasını KESK ve SES sağladı. Çalışma yaşamında kılık kıyafet sorununun çözümlenmesinin, kadınların mücadele pratiğinin olumlu bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Özellikle, kreş hakkı meselesinin kadınlar açısından önemli bir mücadele, sendikal mücadelenin toplumsal zeminle buluşma noktalarından biri olduğunu düşünüyorum. Bu meseleyi KESK gündeme getirdi.
KESK’in bu evrilme içerisinde geçmişten bugüne getirdiği deneyimleri, aktarımları var. Hep belli dinamiklerle yürümüş. 1980 darbesinin ardından ortaya çıkmış bir örgütlenme. 1980’li yıllarda kadınlar aslında cezaevlerinin etrafında örgütlenmiştir. Devletin şiddetini gördükçe bir araya gelmiştir kadınlar ve görünür olmuşlardır, şiddete karşı bir arada olma meselesi. Kadınların KESK’teki mücadelesi biraz da erkeğin politikasının yanında durarak başladı. Sonrasında da kadınların “kendi olma” meselesine dönüştü ve olumlu anlamda birçok değişim yaşandı.
Sonuç bildirgeleri yazıyoruz, meselâ; ben şu cümleye sıkça rastladım, ‘’kadınlar için de bir bölüm olsun’’. Öyle değil aslında. Yaşamın tamamında kadınlar var. KESK’in mücadelesinin her tarafında kadınlar var. Ona ihtiyaç duyma biçiminin öyle olmaması gerekir. Özel bir başlık, özgün bir başlık olarak değerlendirilmesi lazım.
Ben KESK’li kadınlar dediğimde ayrı bir şeyden, kendi olma halinden başka bir şey, sanki bir halktan, sanki bir topluluktan, sanki devrim mücadelesinin bir parçası olmaktan söz ediyorum. Hiyerarşilerden vazgeçmek zorundayız. Hiç umudun olmadığı bir yerde KESK bir umutsa eğer, o umudu gerçekten güçlendirecek çabayı göstermek zorundayız. Bu bana büyük bir sorumluluk yüklüyor. Bunun sözünü verdim, bu sözü yerine getirmek, KESK’li devam etmek, çaba göstermek ve mücadele etmek çok kıymetli olacak benim için. Bu her yerde peşimizi bırakmayacak bir şey. Geri dönersem tılsım bozulur.