Basın açıklamasına araba saldırısı
Süheyla Alıcıoğlu Aydın,
Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası-SES, Diyarbakır, Adana, Urfa, 1990’lar.
27 Temmuz 1992’de hem sendikal haklarımız hem de üzerimizdeki devlet baskısını ve sürgünleri protesto etmek için Ankara’da, Sağlık Bakanlığının önünde basın açıklaması ve yürüyüş yapmıştık. Bakanlığın önündeki sokakta taksiciler ve sivil arabalar üzerimize sürmüşlerdi. Ben ve Olcay Bozok arkadaşım bir arabanın çarpmasıyla yere düşmüştük. Hafif yaralanmıştım. O gün çok öfkelenmiştim. Demokratik ve barışçıl hak arayışımız, oradaki kişiler tarafından linç edilmek istenmişti. Üstelik çalıştığımız sektör halka hizmet veren bir hizmet alanı olmasına rağmen. Bu Ankara’daki ilk eylemdi.
Süheyla Alıcıoğlu Aydın’ın anlatı kaydı 2022 yılında yapılmıştır.
Hemşire ve anestezi teknisyeniyim, bir oğlum var. Eşim Necati Aydın ile Diyarbakır’da, sendikalaşma sürecinin başında tanışmıştık.
1986‘da Urfa Sağlık Meslek Lisesinden mezun oldum, 1986-1988 arası Ankara‘da anestezi teknisyenliği kursu yaptım. Daha sonra kendi isteğimle Diyarbakır’a anestezi teknisyeni olarak atandım. 1993 yılında Tokat Reşadiye devlet hastanesine sürgün edildim. 1994’ün başında Adana’ya sürgün edildim. Orda da 1 yıl kaldım. Hep Diyarbakır’a geri gelmek istedim ama sürgün olduğum için Olağanüstü Hal Bölgesine atanmam sakıncalı diye tekrar Diyarbakır’a dönemedim. Diyarbakır’a en yakın atanabileceğim yerlerden birisi Urfa idi. Oraya atandım.
Sendikal çalışmalara 1988-1989 yılları arasında Diyarbakır’da başladım. İlk olarak Teknik Sağlık Mensupları Derneği’nin açılışıyla başladı. Bu dernek bünyesinde sağlık çalışanlarıyla bir araya geliyorduk. Türkiye genelinde kamu emekçilerinin sendikalaşma süreci tartışılmaya başlanmıştı. Bizler de Diyarbakır’da sağlık emekçileri olarak bu dernek bünyesinde bir araya geliyorduk. Ben aktif bir şekilde bu tartışmaların içinde oldum. Bazen Diyarbakır’da bazen de İstanbul’da eşgüdüm toplantılarına katıldım. Önce Tüm Sağlık Sen, sonra Sağlık Sen ve Sosyal Hizmet Sen olarak kuruldu. Daha sonra bütün bunların birleşimi olan Sağlık Emekçileri Sendikası SES kuruldu. Tüm bu süreçte aktif olarak bulundum.
1991’de birkaç sendikacı arkadaşımla beraber gözaltına alındım. Üç ay gibi de cezaevinde kaldım. Aktif olarak calıştığım Tüm Sağlık Sen’in kurucular listesinde yer alamadım. Çünkü o esnada Diyarbakır’da sendikal çalışmalardan dolayı cezaevindeydim. Üç ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldım ve yine sendikal mücadele içinde aktif bir şekilde yer almayı sürdürdüm. Bir dönem Diyarbakır Şube yönetiminde Şube Sekreterliği görevini yürüttüm. Çeşitli komisyonlarda yer aldım. Hepsinden önemlisi de, kadın örgütlenmesinde çalıştım.
1990’larda, Diyarbakır’da sendikacılık çok zordu. Ateşten gömlek giymek gibiydi. Toplumsal bir uyanış vardı. Kürt halkının haklı demokratikleşme ve hak arayış mücadelesi, toplumsal bir hareketliliğe dönüşmüştü. Sendikal mücadele ve örgütlülüğü tam da bu süreçte başlamıştı. İnsan hakları ve sendikal haklar çiğnendiği için Diyarbakır başta olmak üzere, bölgenin geri kalanında da insanlar sokağa çıkıyordu. İnsan hakları örgütleri de yapılan bu haksız ve baskıcı uygulamalara karşı durmaya çalışıyordu.
Sendikal mücadele, toplumsal mücadeleden kopuk olamazdı. O toprakların çocuklarıydık. Yaşananlara duyarsız kalmak mümkün değildi. Dolayısıyla biz de sendika olarak, insan hakları ihlallerine karşı duruşumuzu ortaya koyuyorduk. Basın açıklamaları yapıyorduk. Bu nedenle de baskı görüyorduk. Örneğin 1991’de 1 Mayıs’ı kutlamak istedik. 1 Mayıs bildirisini okurken etrafımız silahlı özel timlerle çevrilmişti. Basın açıklamasına katılanlar çok fazlaydı. Devlet bundan korkmuştu. Katılanları bu şekilde korkutmak, örgütlenmemizi engellemek istiyordu. Ama gün geçtikçe sendikal mücadeleye katılım artıyordu.
Bu arada faili meçhul cinayetler başladı. 10 Temmuz 1991’de Kürt siyasetçi ve insan hakları savunucusu Vedat Aydın’ın cenaze töreni vardı. Evinden gözaltına alındıktan sonra cenazesi bulunmuştu. Ağır işkence görmüştü. Bu durumu protesto etmek ve cenazeye katılmak için yüz binlerce insan Diyarbakır’da toplanmıştı. Cenazeye katılanlara, Diyarbakır surlarının üstünden ateş açıldı. Onlarca kişi hayatını kaybetti. Yüzlerce insan da yaralanmıştı. Bu olay bizim sendikal örgütlenmemiz açısından dönüm noktası oldu. Sağlıkçılar olarak örgütlenmemizin başında olmamıza rağmen, olayda yaralanan kişileri tedavi etmek için hastanelere akın ettik. Tedavi etmek için gelenlerin arasında hamilelik ve doğum izninde olanlar bile vardı. Onlar da hastaneye gelmişlerdi. Bu olay Diyarbakır halkının, bizim sendikal örgütlüğümüze büyük bir saygı duymasını sağlamıştı. Sendikal örgütlülüğümüz hızla büyüdü. Buna karşılık üzerimizdeki devlet baskısı da arttı.
Gözaltılar, tehditler ve işyerleri değişimi sık yaşanıyordu. Sendikal mücadelede aktif olan onlarca üyemiz, Türkiye’nin çeşitli yerlerine sürgüne gönderildi. Ben ve eşim de sürgün edildik. Başta da dediğim gibi sendikalaşma sürecinin başından beri tanışıyorduk. Sonra bu arkadaşlığımızı hayat arkadaşlığına dönüştürdük. 1992’de evlendik. Evlendikten sonra uzun süre birlikte kalamadık. Çünkü sürgün olan birçok evli arkadaşımız gibi bizi de ayrı ayrı yerlere sürgün ettiler. Ben Tokat Reşadiye’ye, Necati ise Çorum’a sürgün edildi. Arkadaşlarımızın bazıları Kırklareli’ne, bazıları Sinop’a, bazıları Burdur’a sürgün oldu. Sürgünler, aileleri böldü. Gözaltılar, tehditler, ev baskınları da o dönem çok yoğunlaştı. Birbirimizin evine yemeğe gitmemiz bile, eve baskın yapılmasına neden oluyordu. Sofrada olmamıza rağmen, sanki gizli örgüt toplantısı yapıyormuşuz gibi muamele görüyorduk. Sendikanın sosyal faaliyeti çerçevesinde düzenlediğimiz gezilerde de aynı şeyle karşılaşıyorduk. Yolumuz kesiliyordu. “Nereye gidiyorsunuz” diye sorgulanıyorduk. Böyle şeyleri çok yaşadık. Sendika yönetiminde yer alan bir arkadaşımız merkez köyde oturuyordu. Birgün bizi köydeki evine davet etti. Biz de “köy tavuğu pişirirsen geliriz” dedik. On kişiye yakın bir grup, arabalara bindik, arkadaşımızın köyüne gittik. Daha arkadaşımızın evine girmeden polisler önümüzü kesti. Bizi arabalardan indirdiler, orada sorgulamaya başladılar. Her birimize neredeyse üç polis düşmüştü. Bir grup polis de eve girip aileyi sorgulamıştı. Ateşteki yemeği görüp, bu yemeği kime pişiriyorsunuz diye sormuşlardı. Arkadaşımız da, “Sendikadaki arkadaşlarımızı yemeğe çağırdık, yemek onlar için” deyince bizi bıraktılar. O günü hiç unutamam. Yemek boyunca bütün konuşmalarımız, gülüşlerimiz hep bu baskın üzerineydi.
İşyerinde de baskıyla karşılaşıyorduk. Yöneticiler sendikal çalışmalardan rahatsız oluyordu. Keyfi uygulamalar yapıyorlardı, yer değiştirmeler, geçici göreve göndermeler…
Ailelerle ilgili güçlükler de oluyordu tabi. Bu sürgünler, tehditler baskılar doğal olarak aillelerimizi de endişelendiriyordu. Onlar da üzerimizde duygusal baskı kuruyordu. ”Bu işlerle uğraşmayın bırakın“ diyorlardı. Özellikle kadın arkadaşların üzerinde daha fazla baskı vardı. Arkadaşlarımızın aileleri başka şeyleri bahane edip, onların sendikaya gelmelerini engellemeye çalışıyorlardı. “Geç oldu“, “Başınıza bir şey gelir“, “Sokaklar kötü“ gibi sebepler söyleniyordu. Bazen bu arkadaşların ailelerine gider tanışırdık. “Endişe duymayın bu bizim haklı mücadelemiz“ diye anlatmaya çalışırdık. Bu bazen işe yarıyordu. Benim ailem de dahil, hemen hemen bütün kadın arkadaşların aileleri, “Bir an önce evlenin, yuvanızı kurun, bu işleri bırakın” diye çok uğraşırlardı.
Benzer şeyleri polis de söylüyordu. Gözaltına alındığımda beni sorgulayan polis de “Bak ne güzel mesleğin var. Genç, güzel bir kadınsın, kimi istersen evlenirsin. Bırak bu işleri, ne işin var bu zibidilerin, teröristlerin içinde» diye söylemişti.
Bu baskılar içinde güzel çalışmalar yapıyorduk. Ben mesela 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günlerinde etkinlikler düzenledim. Paneller, söyleşiler organize ettim. Bazen de konuşmacı oldum. 8 Mart 1993’te Eğitim Sen’li kadınlarla birlikte bir panel düzenlemiştik. O panelde ben ve Suzan İşbilen konuşmacı olduk. Kamu emekçisi kadınların da söz sahibi olmalarının, bunun için örgütlenmelerinin gerektiğini konuştuk. Bunun nasıl olacağını, problemlerimizi, taleplerimizi konuştuk, uzun uzun tartıştık. Bu panel bende çok heyecan uyandırmıştı. Sanırım ilk olarak böyle bir platformda konuşuyordum. Başta çok heyecanlanmıştım. Söylemek istediklerimi söyleyememiştim. Ama sonra heyecanım geçmişti ve benim açımdan çok güzel bir panel olmuştu. Paneli dinlemeye gelenler de fikirleriyle katılmışlardı. Şubemizin salonu dolmuştu, katılımın fazla olmasından dolayı dinleyiciler ayakta kalmıştı.
Unutmadığım şeylerden biri de ilk Ankara eylemimiz. 27 Temmuz 1992’de hem sendikal haklarımız hem de üzerimizdeki devlet baskısını ve sürgünleri protesto etmek için Ankara’da, Sağlık Bakanlığının önünde basın açıklaması ve yürüyüş yapmıştık. Bakanlığın önündeki sokakta taksiciler ve sivil arabalar üzerimize sürmüşlerdi. Ben ve Olcay Bozok arkadaşım bir arabanın çarpmasıyla yere düşmüştük. Hafif yaralanmıştım. O gün çok öfkelenmiştim. Demokratik ve barışçıl hak arayışımız, oradaki kişiler tarafından linç edilmek istenmişti. Üstelik çalıştığımız sektör halka hizmet veren bir hizmet alanı olmasına rağmen. Daha sonra binlerce emekçiyle birlikte yapılan Ankara yürüyüşleri, katıldığım önemli eylemler oldu.
1990’larda sendikal mücadelenin bircok zorlukları vardı, dedim. Sendikal çalışmaları başka açılardan da zor koşullarda yürütüyorduk. Örneğin başlarda yeterli üyemiz yoktu. Üyelik aidatı almıyorduk. Şube binasının kirasını, elektriği, telefon faturası gibi giderleri on beş, yirmi kişilik arkadaşlar arasından toplayıp ödüyorduk. Ankara yürüyüşlerine, İstanbul’daki kurultaylara giderken hep cebimizden ödüyorduk. Çok güzel bir dayanışma içindeydik o zaman. Bütün baskılara rağmen böyle bir fedakarlık, dayanışma çok güzeldi.
Diyarbakır’da sendikalaşma çok hızlı yaygınlaştı. Üyelerimizin sayısı arttıkça baskılar da arttı. Daha güçlü olmamız lazımdı. İşçi sendikalarıyla görüşmeye, destek istemeye başladık. Sivil toplum örgütleriyle, İnsan Hakları Derneği ile görüşmeler yaptık. Bunun sonucunda Diyarbakir Demokratik Platformu kuruldu. Ben ve Eğitim Sen’den Nebahat Akkoç Demokrasi Platformunun kuruluşunda ve çalışmalarında aktif rol aldık. Örneğin bu platform, Ankara’da görüşmeler yaparak insanları 1 Eylül Dünya Barış Günü için Diyarbakır’a davet etme kararı almıştı. Bunun için bir davet mektubu yazılmıştı. Mektubu İHD’den bir, sendikalardan da bir temsilci Ankara’ya getirecekti. Sendikalardan temsilci olarak Ankara’ya ben gittim. Büyük bir miting düşünmüştük. Çatışmaların, baskılarınn son bulması için insan hakları savunucularını, sendikacıları, demokratik kitle örgütlerini bira araya getirme çağrı yapılacaktı. Bu, o günlerde, bana farklı bir heyecan vermişti. Kadın olarak önemli kurumları ve kişileri ziyaret ediyoruz. Amacımızı dile getiriyoruz.
Bu mitinge izin verilmedi bu yüzden yapmamıştık. Baskılar da daha artmaya başladı. Diyarbakır’da her türlü mücadele zorlaştı. Sendikal çalışma, siyasi parti çalışması, insan hakları mücadelesi… Gözaltılar, baskılar, sürgünleri, faili meçhul cinayetler takip etti. Özellikle aktif çalışanlarımız üzerindeki baskı gaddarcaydı.
Ben bir kaç sefer gözaltına alındım. Her seferinde yoğun işkence gördüm. Elektrik, tazyikli soğuk su, taciz özellikle bedenime yönelik iğrenç şeyler… Maksat bıktırmak, yıldırmaktı. Ben de her seferinde daha güçlü bu mücadeleye sarılıyordum. Korktuğum, huzursuz olduğum oluyordu tabi. Örneğin bu ev baskınları hep sabaha doğru ya da gece yarısı olurdu. Bu nedenle ben uzun süre rahat uyuyamıyordum. Her an kapı vurulacak, baskına gelecekler diye. Bu psikolojimi çok etkilemişti. Halen masaj yaptıramam mesela. Yabancı bir el vücuduma değince, irkilirim. O günlerden kalma bir travma.
Birçok arkadaşımız katledildi. Aynı zamanda şube başkanı olan eşim Necati de o dönemde gözaltında kaybedildi. Necatiyle beraber Kurban Bayramı nedeniyle bir akrabasının evinde yemeğe davetliydik. Biz orada otururken eve baskın yapıldı ve hepimiz ev sahipleriyle beraber, çocuklar dahil gözaltına alındık. Ben, ev sahipleri ve çocuklar dört gün gözaltında tutulduk, sonra serbest bırakıldık. Necati bırakılmadı. Avukatlar, 5 Nisan’da haber verdiler, mahkemeye getirildi diye. Biz de ailesi olarak Diyarbakir DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) önünde beklemeye başladık. Akşam oldu çıkmadılar. Orada olduğunu biliyorduk. İki avukat onu mahkemenin kapısında görmüştü. Selamlaşmışlardı. DGM’den çıkan olmayınca avukatlar aracılığıyla soruşturduk. Onun serbest bırakıldığı söylenmiş. Ama yoktu.
9 Nisan’da Diyarbakir Silvan yolu üzerindeki bir köyde, tarlaya yarı gömülmüş olarak bulundu. Köylüler bu tarlaya gittiklerinde, bu şekilde gömülü üç kişinin cenazesini buluyorlar. Savcılığa haber veriliyor. Savcı geliyor. O köyden olan ve Diyarbakır’da çalışan bir avukat, Necati’nin zorla kaybedildiğini biliyordu. O nedenle savcı gelirken o da orada bulunuyor. Üstlerinde kimliklerini belirleyecek hiçbir şey çıkmıyor. Necati’nin ceketinin cebinden, üstünde benim ismimin yazıldığı alyansı çıkıyor. Öyle teşhis ediyorlar. Ben altı aylık hamileydim. O nedenle teşhis için götürülmedim. Sevdiğim, yoldaşım, arkadaşım, doğacak çocuğumun babasıyla vedalaşamadım. Cenazenin alınması ve defnedilmesi için birkaç aile büyüğü dışında kimseye izin verilmedi. 10 Nisan’da defnedildi. O gün benim, ailenin ve sağlık emekçilerinin kara günüydü. Eşimi kaybettikten yaklaşık üç ay sonra, 10 Temmuz 1994’te oğlumu dünyaya getirdim.
Sürgünden sonra Diyarbakır’a dönemedim. Sendikal çalışmalara Urfa’da devam ettim. Sendikal çalışmalarda, kadın olarak devletten kaynaklı baskıyı, zorlukları yaşadık. Bunun yanında bir de sendika içinde karşılaşılan güçlükler engeller vardı. Gerek sendika yönetimleri içinde, gerekse de sendikalı eşler arasında kadın çalışmasına ve örgütlenmesine engel çıkaran, kadınların söz sahibi olmasını istemeyen arkadaşlar vardı. Biz bile benzer şeyler yaşamıştık. Örneğin biz Necati ile sendikal çalışmaları birlikte yürütürken geç saatlere kadar birlikte toplantılara katılıyorduk. Görüşmeler yapıyorduk. Biz evlendikten sonra biraz farklı davranmaya başladı. Ben şube yönetimindeyim. O da Şube başkanı. İstanbul’dan bir kaç arkadaş gelmişti. Yine uzun süren toplantıya kısa bir ara verdik. Necati bana geldi, yavaşça şöyle dedi “Süheyla, ben zaten burdayım, sen istersen eve erken git, yiyecek bir şeyler hazırlarsın, biz de sonra geliriz.». Gelen arkadaşlar gece bizde kalacaklardı. Ben önce onu dinledim. Sonra tepkiyle şöyle dedim: “Şimdi evliyiz, bana ev kadını misyonunu mu yüklüyoruz? Kaç yıldır omuz omuza çalıştık. Bir gün ‘Eve erken git’ demedin. Neden şimdi deme hakkını kendinde görüyorsun?” Toplantıda kalmaya devam ettim. İşimiz bitince hep beraber eve gittik.
Bana göre evlilik ve annelik insanın ne mesleki gelişiminin, ne de mücadele verdiğin inançlarının önüne geçmemeli. Ama tersi yaklaşımlarla sendikada çok karşılaştık. İlk bu sendika kurma sürecinde aktif olarak üç kadın arkadaştık. Ben, Ayse Güloğlu ve Sevgi Bingöm. Bir gün yine işten sonra şubeye gittik, oturuyoruz. Güzel bir sohbet var. Hep beraber oturmuşuz, çay içiyoruz. Bir erkek arkadaş döndü, bize “Ya saat geç olmuş, eviniz yok mu? Evinize gidin, yemek pişirin” gibi şeyler söyledi. Kendisi evli. Eşi evde yemek pişiriyor. Kadınları sadece o misyonla tanınıyor. Sonra bu arkadaş çok değişti, dönüştü. Eşi dışarıdan okul okudu ve çalışan bir kadın oldu.
Bir örnek daha vermek istiyorum. 1996’da Urfa’daki sendikal çalışmalarımızda epey kadın vardı. Eğitim Sen, SES ve diğer sendikalarda bir kadın okuma grubu kurduk. Düzenli olarak bir araya geliyoruz, bir şeyler okuyup, tartışıyoruz, sorunlarımızı konuşuyor, çözüm önerileri sunuyoruz. Biraz da kadın bilincinin gelişimi için yaptığımız bir seydi. Bu toplantılara katılan bazı kadın arkadaşların eşleri de sendikalarda üyeydiler. Hatta bazıları aktif olarak yönetimlerde yer alıyordu. Bu görüşmelerde, bazı kadın arkadaşlarımız, eşlerinin kendilerini engellediğini anlattı. Hatta şiddet uygulayanlar bile vardı.
Birkaç toplantı sonrasında, kendi siyasi görüşümüze yakın erkek yöneticiler ve sendika çalışanları tarafından da eleştirildik. Eşlerinin bu okuma günlerine gelmelerine engel oldular. Bizim bir araya gelmemizi de çeşitli bahanelerle engellemek istediler.
Ama bu toplantılarımız etkili oldu. O yıl hem SES’in hem de Eğitim Sen’in şube yönetimlerinin yarısına kadınlar seçildi. SES yönetimine girenlerin dördü kadın, üçü erkekti. Bu birçok arkadaşı rahatsız etti. Urfa’da ve Türkiye genelinde sendikal mücadelede hem nicel hem de nitel anlamda iyi bir kadın potansiyeli oluştu. Bu, verilen mücadelenin sonucuydu. Örgütleniyorduk, güçleniyorduk. Kadın olarak da bütün süreçlerde, kademelerde yer almak istiyorduk. Bazılarımız evliydik, bazılarımız anneydik ama bu misyonlarımız sendikaya gelmemize engel olmamalıydı. Yani evlenince sadece evinin kadını olmamak ya da anne olunca sadece annelik yapıp, her şeyi bırakmamak lazımdı. Ama maalesef kadınların bu öznel durumu hiç göz önünde tutulmuyordu.
Örneğin Urfa‘daki çalışmalarda toplantılar, etkinlikler öğlen saatlere denk geliyordu ki, anne olan aktif üye ve yönetici kadınlar zorda kalıyordu. Bunu şubede tartışmaya açtık. “Önce nasıl vardıysak, şimdi de olabilmeliyiz. Anneyiz, sorumluluklarımız var.” Sonunda toplantı ve etkinliklerin saatleri bize göre belirlendi ve sendikanın bir odasını çocuklar için hazırladık. Biz toplantıdayken, çocuklar o odada bir arkadaşın gözetiminde oynarlardı. Sigara içilen ortamdan da uzak oluyorlardı. Bunu mücadele ile yani “Hak verilmez alınır” şiarıyla sağlamıştık.
Devletin, işyerlerinin çıkardığı zorluklara, ailelerin duygusal baskılarına, erkek arkadaşların engellemelerine, bütün bu zorluklara karşı kadınlar, sendikalarda kendi sözlerini üretebildiler, yönetimlerde söz sahibi oldular, örgütlülüğün her aşamasında bulundular.
Bu kazanımlar, kadın mücadelesinin duruşudur ve buna devam etmek lazım.
KESK’li kadın olmak, bence güç, örgütlülük, dayanışma demek ve KESK, deyince Sevil Erol’u anmamak mümkün değil. SES’te birçok görev almış ve KESK Genel Sekreterliği yapmış olan Sevil, hem benim dört yıllık yatılı okul arkadaşımdı hem de sendikal çalışma sürecinde birçok kez bir araya geldik. Çok iyi bir dost ve arkadaştı. Kişiliği de yüzü gibi çok güzeldi. O benim için çok özel bir insandı. Benim zor dönemimde, eşim Necati’yi kaybettiğim dönemde ve sonraki süreçte beni hiç yalnız bırakmadı. Bir kadın olarak çok manevi desteğini gördüm. O yüzden KESK demek, her şeyden önce dayanışma demek. Sevgili Sevil’i büyük bir özlem ve sevgiyle anıyorum.
Sendikal mücadele süreci benim şahsıma, dünya görüşüme, hayatta direngen duruşuma çok katkı sunmuştur. Bir şeyleri yaparken biz dönüştük, dönüştürdük. Kendimizle beraber annelerimizi ve arkadaşlarımızı da dönüştürdük.
Bugün hayattaki duruşumu ve kadın bakış açımı, o zor günlerin bana kattıklarına borçluyum. Tüm baskı, işkence ve zorluklara rağmen iyi ki, vardım.