Şükran Doğan

Jin tim li çalakiyan in

Carekê em ji pênc aliyan ve ber bi Enqereyê ve meşiyan. Ez wê demê li navendê dixebitîm, rê hatibûn girtin. Ketina Qada Kizilayê hat qedexekirin. Kesên derketin kolanan hatin binçavkirin. Tevî hemû astengiyan em ketin qada Kizilayê. Jin her tim di çalakiyên bi vî rengî de amade bûn. Di wan rojan de, pêwîst bû ku mil bi mil bi polîsan re şer bikin. Ji ber vê yekê hêza fizîkî jî pêwîst bû. Dibe ku ji ber vê yekê mêr di pêşiyê de xuya dikirin. Lê jin qet nereviyan. Dema me li dijî Qanûna Sendîkayan a sexte şer kir, gelek hevalên jin jî rakirin nexweşxaneyê. Jin di rawestana kar a di warê tenduristiyê de pir çalak tev lê bûn. Ew tim li pêş bûn. Ez dizanim hevaleke min a jin bi tena serê xwe li nexweşxaneyekê sax geriya û ji bo rawestana kar mirov derdixistin der ve.

Sendîkaya Kedkarên Tenduristî û Xizmeta Civakî SES

Îzmîr,

Salên 1990î

Enqere,

Salên 2000î

Bi Şükran Doğan re hevpeyvîna dîroka devkî di sala 2016an de hat kirin.

Wêne: Şükran Doğan, mîtînga li dijî taybetkirina xizmetên tenduristî û ewlehiya civakî, Parka Abdî Îpekçî, Enqere 2006

Sağlık ve sosyal hizmet işkolunda sendika hayatıma başladım. Daha doğrusu önce Sosyal Hizmet Sen’de başladım. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumunda psikolog olarak çalışıyordum. Sosyal Hizmet Sen diğer sendikalar göre daha sonra kurudu. 1992’de kuruldu. Ben o dönemde sendikal hayata başladım. Daha sonra SES olarak birleştiğimizde -zaten 4 bileşeni vardı- SES’in içinde yer aldım. Sosyal Hizmet Sen’deyken il Temsilciliğimiz vardı, onun yönetimindeydim. Ben Biga’lıyım. İlk, orta ve liseyi Balıkesir’de okudum. Meslek yüksekokulunu liseden sonra Balıkesir’de bitirdim. Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü kazandım. İzmir’de okudum üniversiteyi. Mezuniyetimden sonra  on altı buçuk yıl SHÇEK’te (Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu) fiilen çalıştım. Daha sonra sendika Merkez Yöneticisi olduğum için çalışamadım. Oradan emekli oldum. Öğrenciyken özellikle Meslek Yüksekokulunda, 1977’den itibaren politik hayatın içinde yer aldım. Üniversite döneminde de aktif olarak yer aldım. Bizim üniversite dönemimiz 12 Eylül darbesine denk geldi. Aktifliğimizi darbe kesti bir yönüyle. Ama sendikalar da,  1980 öncesi ve sonrasında politik hayatın içinde yer alan arkadaşların öncülüğünde kurulmuştu. Ben de onlardan biriydim Sosyal Hizmet Sen kurulduğunda. Evliyim. Evliliğim geç bir evlilik. Çocuğum yok. Kadınları anlatırken buna özel değinmeye gerek var. Zamanla aşılıyor ama çocuksuz ve bekâr olmak, aktif olmanın koşulu gibiydi bir zamanlar. Bugünlerde biraz daha aşılıyor artık.

2009 yılında resmi olarak emekliye ayrıldım ama sendikadaki görevim 2011 yılına kadar sürdü. 2011 Nisan’ında da sendikadaki görevim bitti. Sonra Emek Partisi’nde çalışmaya başladım. Şu an Genel Başkan yardımcısıyım.

Politik bir geçmişimiz olduğu için sendikada örgütlü olmanın gereğine inananlardandım ben de. 1985’te memuriyete başladım. O arada herhangi bir örgütlenme yoktu. Bir de ben Biga’daydım.  Öğretmen Dünyası dergilerini okuyamasam da -gelmiyordu çünkü-, yeni yeni örgütlenme çalışmalarını, öğrenci hareketliliğini, işçilerin hareketliliğini takip ediyordum. 1991 yılında İzmir’e tayin oldum. Benim iş koluma ne girer diye arkadaşlarla konuşuyordum. O zamanlar Tüm Sağlık Sen vardı. “Tüm Sağlık-Sen’e üye olabilirsin psikolog olduğun için” denildi. Bunları  konuşurken.. hafif hafif eylemler başlarken… 1992 geldi zaten. 1991 Temmuz’da İzmir’e tayin olmuştum. O arada bizim iş kolumuzda sendika kurma çalışmaları başlamıştı. Ankara’dan tayinle gelen karı koca iki arkadaşımız vardı. İkisi de psikologdu. Biriyle aynı kurumda çalışıyorduk. Sendikal örgütlenmeye onlarla başladık. Hem politik örgütlenmenin hem çalıştığın alanda örgütlenmenin gerekliliğini bildiğim için bir ikna süreci olmadı benim açımdan. Direkt örgütleyici olarak yer aldım.

O dönemde belki sendikaları örgütlemeye çalışanlar politik kişilerdi, kamu emekçileriydi ama sonuçta ben sosyal hizmetlere bağlı bir erkek yetiştirme yurdunda çalışıyordum. 53 kişiydi çalışan toplamı. Bir yıla varmamıştı 50’ye yakın üye yapılmıştı. Bunların politik olduğunu düşünemeyiz. MHP’liler de vardı içlerinde farklı partilere oy verenler de. O zaman yasal olarak,  SHP dışında sol  parti de yoktu. Dolayısıyla sendika aracılığıyla örgütlenerek özlük haklarının, çalışma koşullarının, ücretlerinin daha olumlu hale geleceğine inanıyorlardı. Gerçekten böyle bir inançla yola çıktılar. Sanırım 250-280 arası çalışan vardı İzmir’de bizim işkolumuzda. Biz, müdürler hariç, 200’den fazla üye yapmıştık sendikaya. Öyle bir meşruluğu vardı ki! Bir anım var, her yerde anlatırım. 1992 ya da 93 tam hatırlamıyorum, Güçlükonak’ta dışkı yedirme meselesi ve onun üzerine ambargo uygulanması. Bizi temsilen giden yardımcı hizmetli arkadaşımız var. Onlar temsilci olmak istediler. Biz de varız ama onları temsilci yaptık. O arkadaş gidiyor Şubeler Platformu toplantısına. O zaman KÇSP’ler (Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu) var. Orada “Güçlükonak’taki ambargoyu nasıl delebiliriz”i tartışıyorlar. Bizim arkadaş sendikayı o kadar meşru görüyor ki “Niye biz onlara yardım ediyoruz, orada sendika yok mu?” diyor. Sendika bilinci o kadar kuvvetli ve çok meşru görüyor sendikayı. Bugün olsa, “Onlar bölücü” denir. Yaptığı işi de meşru görüyor. Zaten bu meşruluktu, o zaman çok ciddi anlamda sendikaların yayılmasını sağlayan. Diğer yönüyle hem işçi sınıfının o dönemdeki eylemleri, aynı zamanda da 12 Eylül’ün sürekli tırpanladığı haklar,  çalışma koşulları… Bugün söyleyince “O da zor muydu denebilir” ama görece olarak gittikçe gerilediği,  bir öncekini arar hale getirdiği  için böyle bir meşruluk üzerinden gelişti.

İşyeri ziyaretlerinde ağırlıklı olarak özlük sosyal haklar üzerine konuşulurdu. Ülke gündemi konuşulsa bile, -o dönemde savaşın, faili meçhullerin yoğun olduğu bir dönemdi, bunlar konuşulamasa bile şöyle bir şey vardı tabi: Ortak mitinglerde “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganı bile henüz daha herkes tarafından çok kolay benimsenemiyordu, yanlış anlaşılıyordu. Ben bu sloganı attırdığım için, bir temsilcilik seçiminde aldığım oylar, en düşük oy olmuştu. Ondan sonraki mitingde hepimiz atmıştık aynı sloganı. Vazgeçmiyorduk, anlatıyorduk. Kürt sorununu da konuşuyorduk, demokrasi sorununu da, özlük haklarını da, ekonomik talepleri de konuşuyorduk. Sosyal hizmetlerin o dönem sosyal hizmet tazminatı talebi vardı ve gerçekten ciddi bir mücadele yürüttü sendika, bir bütün olarak ve biz bunu kazandık. Böyle olunca, böyle kazanımla birlikte demokrasi meselesini birleştirince, hem çok daha rahat genişleyebiliyorsunuz hem ikisinin bir arada yürüyebileceğini gösterebiliyorsunuz. 

Ben İzmir’deyken sosyal hizmetlerin Şube Temsilcilik yönetimindeydim. Daha sonra birleştiğimizde SES’in ilk birleşen Genel Kurulunda yönetimde yer aldım. Basın yayın sekreteri olarak. Şubede. Daha sonra Şube Başkanı oldum. 1996’da birleştik. Bu yıl yirminci yılıydı çünkü. Birleşmeden altı, yedi ay  sonra yönetimde bulundum. Sonra Şube Başkanı oldum bir yıl İzmir’de. Daha sonraki seçimlerde Şube Sekreteri oldum. O zamanlar çok sık seçim yapıyorduk. Birleşme kongresi, olağanüstü kongre. İki yılda bir kongre olurdu olağan olarak, bizimki olağanın ötesine geçerdi. 2000’in Ekim’inde Şube Sekreteriyken, burada Genel Merkez, Genel Sekreteri olunca Ankara’ya geldim. 2000 Ekimi’nden, 2011 Nisan’ına kadar burada bulundum, Merkez Yöneticiliği yaptım. İki dönem Genel Sekreterlik yaptım. Bir dönem Basın Yayın Sekreterliği yaptım. Bir dönem de Hukuk ve TİS sekreterliği yaptım.

Kuruluşundan, sendika yasasının çıkışından 2011’e değin sendikal mücadelede yer aldım. Şimdi, İzmir’de olduğum dönemi düşünüyorum. Şube yöneticiliği bana her zaman daha cazip gelmiştir. İşyerleri ile sendikaların bağının en güçlü olduğu dönemler aslında. Sendikaların kuruluşundan itibaren 2003’lere kadar. Yasadan sonra bir süre devam etti bu, ama işyeri bağının en güçlü olduğu dönemler. Şube Temsilciler kurulu vardı bizim. Tüzüğümüz de vardı. Şube Temsilciler kuruluna gelirken hangi işyerinden geliyorsa o işyerinin toplantısını yapmış olması, gündeme dair kararlarını işyerinde almış olması ve yazılı hale getirmesi ve onları Şube Temsilciler kuruluna yazılı biçimde getirmesi gerekirdi. Biz önce yazılı getirenlere söz verirdik. İşyeri kararıyla gelmiş oluyor çünkü. İşyeriyle Şube, Şubeyle Genel Merkez üzerinden bağların güçlü olduğu dönemdi. En çok ne öne çıkardı dersek, özlük ve  ekonomik hakların çok öne çıktığı dönemlerdi. Ne bileyim, polise jop zammı verilirdi, biz de zam isterdik. Yüzdelik zam değil toplu sözleşmeydi asıl isteğimiz. “Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı.” Bütün ekonomik, sosyal, özlük, haklarımızı iyileştirmenin ya da kazanımlarımızı korumanın yolu olarak gördüğümüz nokta burasıydı. Temel talep buydu. Örgütlenme; sendikalarımız meşruydu, fiiliydi,  yasadışı değildi ama yasal bir şeye kavuşturulması gerekiyordu. Sendika Yasası bugünkü gibi değil ama grevli, toplusözleşmeli bir yasanın çıkarılması temel talepti. Bütün tartışmalar bunun etrafında dönerdi. Hem tüzüklerimizde yer aldığı için hem günlük hayatımızda ülkenin ekonomik sosyal sorunlarından, demokrasi mücadelesinden bağımsız olamayacağımıza göre onlar da tartışma konusu oluyordu. İki önemli sloganımız vard:. Yaşasın örgütlü mücadelemiz. Yaşasın demokrasi mücadelemiz.

Hepimizin farklı sendikal anlayışları var ama birleştiğimiz yer az önce söylediğim taleplerdi. Yasanın çıkmasından sonra uzunca bir dönem grev, toplu sözleşme, sendika talebi. Fiili ve meşru mücadelenin sürdürülmesindeki ısrar. O dönem eğitimde, sağlıkta özelleştirmelerin hız kazanması, taşeronlaşmanın başlaması, Hizmetler sınıfı üzerinden taşeron işçilerin alınması, güvencesizliğin başlaması. Bütün bunlar iç içe geçmeye başladı. Bir yanıyla özelleştirmeye karşı mücadele ederken bir yanıyla da sendikal hak ve özgürlükleri kullanma mücadelesini sürdürdük. Eksiklerimiz oldu mu oldu. Bana göre önemli bir eksikliğimiz, biz bu kadar grevli toplusözleşmeli sendikal hak mücadelesi dedik ama toplugörüşmeyi, toplusözleşmeye çevirme iddiasına uygun çalışma tutturamadık. Hem kitlelerle paylaşma hem fiili olarak hayata geçirme konusunda buna uygun bir hat izleyemedik. Bunun en bariz örneklerinden biri, yasa çıktıktan sonra bile, Hukuk ve TİS (Toplu iş Sözleşmesi) Sekreterliğinin önemsenmemesi. O kadar önem verdiğimiz toplusözleşmeyi bu kadar hafife alan bir tutum! Sözümüzle pratiğimizin çeliştiği bir şeydi bu!

Yeni başladığımda Sosyal Hizmet Sen döneminde İzmir’de iki kişi aktif çalışırdık. Ben bekardım, diğeri de evli çift arkadaşlar, sendikayı beraber kurduğumuz arkadaşlar. Onların da çocuğu yoktu. İşin Türkçesi bu. Kamu Çalışanları Platformu toplantılarına Sosyal Hizmet Sen adına ben gitmeye başlamıştım. Şube başkanı olunca SES adına da gitmeye başladım. Akşamları iş hanlarında kilitli kaldığımız olmuştu. Çok uzardı tartışmalar. Ya bir kişi olurdum kadın, ya ikinci kişi. O kadar azdık. 

Şubeler Platformu düzeyinde, başkanlar ya da temsilciler düzeyinde toplandığımızda yönetimde SES’in, orada, üçün altına çok düşmedik İzmir’de. Dokuz kişiydi yönetimler. Üçün, dördün altına düşmüyorduk çünkü işkolunda da kadın çalışan fazlaydı, sendikamızda da. Hep yarıya yakın olmuştur. Yukarıya doğru gittiğinizde bu sayı azalıyordu. Akşam on bir, on iki gibi eve dönerken aynı mahallede oturan arkadaşlarla bir arabaya doluşurduk, hepsi erkek olurdu. Çok geç kaldılar, diye yakınıyorlardı. Ben onlara yemeklerinin hazır olup olmadığın soruyordum. “Hanım ayırmıştır” diyorlardı. Tabii ki böyledir. Ben nöbetli çalışan bir kurumdaydım. Yorucu bir kurumdaydım. Eve gidince de yemeğim yok. SES açısından şöyle bir avantaj hep oldu belki: İstenen düzeyde olmasa da. Herhangi bir kota yokken, pozitif ayrımcılık yokken, hem şubelerde hem Genel Merkez düzeyinde kadınlar oldu. Ben Tüm Sağlık Sen dönemini de biliyorum. Orada da kadın arkadaşlar vardı. Genel Sekreter düzeyinde. Daha sonra genel başkan da oldu kadın arkadaşlar. SES’in böyle bir avantajı vardı. Profiline bakarsak genç bir nüfusu var sağlık alanının. Bu genç nüfusun içindeki kadınlar da ağırlıklı olarak bekâr oluyor ya da çocuksuz oluyor. Öne fırlayanların çoğu bunlardı. Erkeklerde ise öne fırlayanların evlisi de vardı, üç beş çocuklusu da. Kadınlarda daha az olurdu. Çocuğuyla birlikte bu işi yapan kadınlar da vardı, onların hakkını yemeyelim.

Kadın olmamdan ötürü, yapar yapamaz meselesini, hiç yaşamadım. Sağlık alanının da farkı bu. Sosyal hizmetlerde de çok yaşamadım bunu ama birleştikten sonra sağlık alanı daha kalabalık oldu. Ağırlığını hissettirdiği için orada yaşamadım. Biraz da benden de kaynaklanan bir şey de var. Yıllardır kendi başıma yaşayan, ayakta duran, öyle kabul görmüş bir kimliğim oldu her zaman. Belki onun da etkisi vardır.

İzmir’de özellikle iş yeri açısından bir sorun yaşamadım. İş yerinde işimizi çok iyi yapardık, çok fedakarca çalışırdım. Ben nöbetli çalışırdım. Sendikaya zaman ayırmak için. Hafta sonları pikniklere de giderdim. Hafta sonu iznim vardı. Daha sonra istediğim zaman alırdım. İdare izni anlaşmam olurdu. Sabah yedide gitmem gerekiyorsa yedide giderdim işe. Daha fazla zaman ayırabilmek için. 

Refahyol döneminde sürüldüm. Bizim işyerinden ilk sürülen bendim. Sosyal Hizmet Sen’in temsilcilik yönetimindeydim. O zaman sürüldüm. Kız yurduna sürüldüm. Bir yıla yakın dönemedim. Bir yılın sonunda artık işi  biraz eyleme vardıracağız, herkes geri döndü ben dönemedim diye döndüm. Bir de Ankara’dayken de tabi yasanın çıktığı zaman gözaltına alınmıştım, Güvenpark’ın önünde. Arabanın üzerinde görevliydim ajitatör olarak. O gün gaz vs atmışlardı. Bizim arabayı da polis çevirdi, bizi aldı. O gözaltından dolayı bir soruşturma geçirdim ama öyle idari soruşturma çok fazla geçirmedim. Hukuki soruşturmalarım oldu. Çünkü sosyal hizmetler bu konuda biraz daha daha sorunluydu geçmişte. Sağlık alanında da zaten sosyal hizmet işkolunda olduğum için, SES olduktan sonra da çok değişmedi. Yoksa ben sürgündeyken Refahyol’un (Refah Yol Hükümetinin), hükümetin ve sosyal hizmetlerin (Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu) yaptıklarını anlatmak için yerel televizyonlara çıktık, her şey yaptık ama zaten sürmüşlerdi.

Benim çok iyi hatırladığım iki merkezi miting var. Bir tanesi Sivas katliamına denk düşen miting. Aslında 657 sayılı devlet memurları kanununu, tabut haline getirip bakanlığa götürdüğümüz, “657’yi istemiyoruz” dediğimiz bir mitingdi ama Sivas katliamına denk düşmüştü. Sendika yasasının çıktığı 4 -5 Mart mitingi. Bir gece Ankara’da yattığımız miting. Ben İzmir’deyken olan mitingler. Bir mitingde arabaları erkek arkadaşlarla birlikte ben tutmuştum. Zaten arabaların sorumluluğu olurdu. Katıldığım mitinglerden  aklımda en çok yer eden 4 -5 Mart. Çünkü bir günde çağrı üzerine biz SES olarak yanılmıyorsam iki veya üç belki dört araba kendi olanaklarımızla, sendika parası da değil, tek başına tutarak gelmiştik. Gece gazlandık, akşamüstü. O gece burada kaldık. Ertesi gün gitmiştik. Zafer Çarşısı’nın önünde bir eylem olmuştu. O mesela, pek unutulacak bir şey değil. O dönem ben Şube Başkanıydım ve elimde megafon vardı, önden su sıkılıyordu. Biz Yapı Kredi’nin önünde İzmir kitlesini oturtuyoruz. Ama ne zaman gaz bize geldi, herkes dağıldı.  Boşa kaçmıyor bu insanlar!  Bir de gece Kızılay’da sabahladığımız eylem var.  Orada polis müdahalesi yoktu. Çok kadın vardı.  

Bir eylemde de  beş koldan Ankara’ya yürünmüştü. Ben o zaman Genel Merkezdeydim, yollar kesilmişti. Kızılay Meydanı’na sokmuyorlardı. Ankara’da sokağa çıkanları gözaltına alıyorlardı. Yolların kesildiği ama Kızılay’a bütün engellemelere rağmen girdiğimiz. Bütün bunlarda kadınlar vardı. O zamanlar şöyle bir şey vardı: Polisle göğüs göğüse cebelleşmek gerekiyordu. O nedenle fiziki olarak güç gerekiyor. Belki onun için en önde erkekler görünüyordu. Ama kadınlar hiç kaçmadı. Birçok arkadaşımız, ilk sahte sendika yasasına karşı mücadele ettiğimizde hastanelik olmuştu.

İş bırakmalarda, sağlık alanından bakınca kadınlar çok iyiydi. Çok öndeydi. Bir hastaneyi tek başına bir kadın arkadaşımın dolaşarak insanları grev için  indirdiğini bilirim. Kaldı ki o zamanlar “Doktorlar çıksın da, biz de çıkalım” sözü hiç söylenmezdi. “Doktorlar ister gelsin ister gelmesin” derdik, ki gelirlerdi. Hemşire arkadaşlar, diğer sağlıkçı arkadaşlar dolaşırlardı. Zaten onlar çalışmayınca hekimin de çalışması mümkün değil. Hastanelerde kadın arkadaşlar çok önde tutum alırlardı.

İstihdam biçiminin farklılaşmasıyla beraber bu gittikçe zorlaştı. 2008, 2009, 2010’da dahi iyiydi. Ondan önce daha da iyiydi. Son beş altı yıldır iyice zorlaştı. Taşeronlaştırma çok yaygın. Ameliyathanelere bile girecekti neredeyse. Belki de girdi çok emin değilim. Kamuda en çok taşeron çalıştıran bakanlıklardan birisi Sağlık Bakanlığı. Dolayısıyla şimdi iş bırakmayı aynı düzeyde hayata geçiremiyorsunuz. Şu anda iş bırakma eylemi, doktorlara ve hemşirelere, henüz daha taşeronlaştırılmamış iş gücünün örgütlülüğüne kalmış bir şey. Onlar çalışmazsa, zaten diğerlerinin yaptığı, iş olmaz. Örgütlülük de parçalandı. Bunları yaparken 2000’lere kadar ortada KESK ve KESK’e bağlı sendikalardan başka bir şey yoktu ki. 

Kamu Sen’i kurdurmuşlardı ama çok etkin değildi. Ama daha sonra özellikle AKP’nin iktidar olmasıyla beraber, Memur Sen dünya rekoru kırarak örgütlendi! Sahte bir rekor ama sonuçta dünya rekoru bu kadar örgütlenmiş olması. İşyerlerini hem istihdam olarak bölmüşsünüz hem sendikalar olarak bölmüşsünüz. İşçi statüsünde çalışan taşeron işçiler de. Birisi Genel İş’e birisi Hizmet İş’e biri bilmem öyle de bölmüşsünüz. Dolayısıyla geçmişte o güçlü birliktelikler yaratarak yapılan eylemler şimdi daha sıkıntıya girdi. Bugün başka bir şey yapmak gerekiyor belki. Artık sendikaların a, b, c sendikasıyla toplayabildiğimiz kişilerle özlük hakları, ekonomik hakları ki çok tırpanlandı şimdi, onları birlikte konuşabildiğin bir ortamı yaratamazsak eğer, sadece politik argümanlarla, “böyle olmalı” demekle gidebileceğimiz yerin sınırına geldik, geçiyoruz. 

Ne şubede ne de genel merkezde  özel bir sorun yaşamadım. Birlikte çalıştığım bütün MYK üyeleri açısından da. Şubede çalıştığım diğer yöneticiler açısından da. Oy verirken de. SES gerçekten bu konuda övünülecek bir yerdi. 

Mesela bizim Antalya şubemiz, Bakırköy şubemiz, bir şube daha vardı, bir dönemde sadece kadın yöneticilerden oluştu. Yedisi de kadındı. Gittiğimizde o illere erkek arkadaşların müstehzi şeyleri olurdu “Yedi kadın yönetemediler” diye. Niye, çünkü erkek arkadaşlar gibi çok aktif, sürekli politikanın içinde yer almamış arkadaşlardı. Daha tecrübesizdiler, bir kısmı açısından söylüyorum. Sırf erkek olan bir sürü şubemiz olabiliyordu, hiç onlar tartışma konusu olmuyordu. Yedi tane erkek oturmuş iş yapmış gibi bir şey yok. Ama yedi kadın yönetememiş oluyor… Öyle şeyler söyleniyordu. Ama kendime yönelik özel bir şey yoktu. 

Bizde henüz kota yoktu o dönemde ama KESK’e bağlı bazı sendikalarda kota uygulamasından sonra, Kadın Sekreterliklerinin, mesela ya Kadın Sekreteri lazım diye kadın aday verilmesi ya da tıpkı Hukuk Sekreterliği görevinde olduğu gibi Kadın Sekreterliği görevinin hem görevi hem de seçilen kişiyi aşağılamak için, zorla verilmesi gibi şeyler. Kendi savunduklarınla çelişen şeyler yaşandı. Ama bizim için de, herkes için de bir öğrenme süreciydi. 

Peşin yargılamak da kolay olmuyor. Hepimiz bir şeyleri yaparak öğreniyorduk. En azından düşünüyoruz, niye böyle yapıyoruz? Kotayı yüzde 30 koyuyorsun, diyorsun ki yönetim, denetleme, disiplin yüzde 30 olsun. Bu kendi samimiyetinle çelişen şeylerdi. Yapılan kurultay, sempozyum gibi yerlerde Kadın Sekreteri olarak gelen arkadaşlar bu sıkıntılarını ifade ederlerdi. “Zaten seni de kadın kotasından seçtik” gibi sözlere maruz kalan arkadaşlar oluyordu.

Toplanılan yerler genellikle sendikalar olduğu için ters mekanlar değildi ama sonuçta gece 11.30’da toplantı bittikten sonra senin eve gidişinle, erkek arkadaşın eve gidişinin aynı olmadığını biliyoruz. Bugün daha fazla hissediyorum bunu. Hem farkındalığın artması hem de kadına yönelik şiddetin artmasıyla ilgili. Sakınma duygusuyla ilgili belki. Farkındalık bence önemli, ama bu  yavaş yavaş gelişen bir şey. Hiç etkilemez beni “ben yaparım” diye düşünürdüm. Ama aslında tam anlamıyla öyle bakmamak gerekiyormuş. Yapsan bile, onu istemek gerekiyor.

Zaman içinde öğreniyoruz. Kadın mücadelesi, önem verdiğin oranda, kadınların farkındalığının yeterince artmasını sağlamıyor, eksik kalıyor. Uzun yıllar kadına dair bu kadar söz söyledik. Merkezi düzeyde sekreterliğimiz vardı, şubelerde yokken. Ama buna rağmen kadına yönelik çalışmamız eksik diye düşünüyorum. Çok genel çalışıyoruz. Sağlık ve sosyal hizmet alanında kadınlar nasıl yaşar, ne yapar, iş koşulları nedir, aile koşulları nedir? Bu konulara dair bir tutum geliştirmemiz ve çalışma yapmamız lazım. Türkiye’nin  kadına yönelik genel meselelerini sendikaya taşıyınca yetmiyor. Genel kalıyor. İşyerinden işyerine göre değişiyor çünkü. Bir hastaneden bir hastaneye, bir okuldan bir okula, bir ilden başka bir ile, bir ilçeden başka bir ilçeye herkesin yaşadığı farklı. Bunları açığa çıkaracak,  bunlarla başa çıkma yollarını, bunların nasıl olması gerektiğini hem açığa çıkarmak, farkındalık yaratmak hem erkek arkadaşlar için hem de toplumsal olarak dönüştürmek noktasında eksik kaldığımızı düşünüyorum. Hala eksiğiz.

Zaman zaman kadın eylemleri yaptık. Pantolon eylemi küçümsenir  ama ben yıllarca sosyal hizmetler gibi 4 katlı bir binada 13-18-20 yaş erkek çocuklarıyla çalışıp, o dört katı defalarca inip çıkan bir kadın olarak pantolonun ne kadar kıymetli olduğunu biliyorum. Ama etek giymek zorunda kalıyorduk. Bazen nöbetlerimde takmayıp pantolon giyiyordum. Hiç küçümsenecek bir şey olmadığını pantolon giymeye başlayınca anladık. “Ne kazandılar, bir pantolon kazandılar” diyorlar ama öyle değil. Şimdi istersem etek giyerim, zorunlu değilim. O nedenle sözlerini söylemeye çalıştılar, söylediler de. 

Bence sözümüzü yeterince örgütleyemedik meselesi var: Kendi dışımızda, kendi dışımız derken belli kesimde mi kaldı? Bütün kamu emekçilerine yayabildik mi? Kendi özgül sorunlarını, bulundukları işyeri, işkolu ile birleştirebildik mi? Sorun orada. Yoksa sözlerini söyledi kadınlar. Kurultaylar yaptık tartıştık sempozyumlar yaptık. Biz kendimiz üzerinden, SES üzerinden, benim bulunduğum dönemin son yıllarında bir takım etkinlikler yapmaya çalıştık. Anket yaptık mesela. Ben bir anket yapmıştım işyerinde şiddet üzerine. Sonuçlarını yayınladık. İşyerlerinde yaptık. Yaptık yani, yapmadık değil. Yeterli olmayabilir, ama yapıldı.

Konuları sendikanın, örgütün sorunu haline getirmede sıkıntıya düştüğümüzü düşünüyorum. Biz sendika yönetiminde bazen dört kadın olduk, yedi kişilik yönetimde bazen üç kadın olduk. Kadın meselesini konuşmaya başladığımızda erkek arkadaşlar “Siz konuşun tartışın, biz size uyarız.” diyordu. Öyle olunca aslında örgütün bir malı haline gelmediği görülüyor. Mâl edemiyorsunuz. Bizim irademize saygı gösterme, bizim tartışmalarımız ışığında birlikte yapalım. Tamam, ama  siz MYK olarak “Devam edin, biz çıkalım, siz konuşun bu konuyu. Biz size uyarız” tavrı, onu örgüte mâl etmiyor.

Pantolon gibi somut bir şey söyleme şansımız olmayabilir belki. Kreşler gün geçtikçe kapatıldı. 

Birçok şey oldu, var olan şeyler üzerinden, emzirme izni gibi ama sonuçta doğum izinlerini artması,  süt izinlerinin artması, son günlerde yine torba yasayla başka bir şekle büründürdüler.  Ama bu tür şeylerin yasalara geçmesinde KESK’in payını küçümseyemeyiz. Bunlar KESK’in payı. Kadınların hak talep etmesinin önünü açtı. Kendi özgül sorunlarını ifade edebilmesinin önünü açtı. Birçok ilde yaptığımız kadın eylemlerinin, kadın platformlarının oluşmasında ciddi katkısı vardır. KESK’in dışına da taştı. O yönlerden bir mücadeleyi biriktirmede, kadınların farkındalığını artırmada ve bugün kadınların daha yüksek sesle kendini ifade edebilmesinde, kürtaj yasağına karşı çıkabilmesinde, “Üç çocuk doğurmayacağım” diyebilmesinde, KESK’li kadınların “sözünü söyleme özgürlüğü” konusunda yaptıklarının payı var. “Müdür bey azarladı, öbürüsü de kızdı”. Öyle bakılıyordu olaya. Bunun “şiddet”in bir türü olduğunu ve kadınlara yönelik şiddet olduğunu aslında böyle öğrenmiş olduk. Bizim dışımızda da buna dair söz söyleyenler var, ama bunu örgütlü güç olarak yayan, KESK oldu.

Kadınlar hâlâ örgütlü mücadelenin içinde istenilen oranda yer alamadı. Bir kere bunu yapamadık. Bir evde iki kişi de sendika üyesiyse aynı ya da farklı işkolunda, çok azında kadının ön plana çıktığını görürüz. Ya da eşit düzeyde mücadele ettiklerini görürüz. Her zaman için kadın çok ekstrem örnekler haricinde, geri planda. Bu kaldı ki politik aidiyeti olanlar için bile geçerli ne yazık ki. O nedenle ben inanıyorum ki sağlık alanında da başka alanda da kadınlar daha aktif, daha ilerde, yönetimlerde yer alarak, mücadelenin önünde yer alarak bu işi sürdürseler daha ileriye sıçramış olurduk. Bizim başaramadığımız, eksik kaldığımız şey bu. 

Bu sadece sendikayla ilgili bir şey değil, ama bu konuları işlemekte geç kaldık. Demin söz ettiğim gibi kadının işyerinden ve toplumsal yaşamından kaynaklı sorunlarını işyerlerinde tartıştırmakta geç kaldık. Genel olarak taciz var, tecavüz var, “çocuk doğur” diyor. Bunlar işyerine nasıl yansıyor, evine nasıl yansıyor? Çıkış yolu ne? Bunun da örgütlü olması gerekiyor. Bunun için başka bir kadın örgütüne üye olması gerekmiyor. Sendikalıysa eğer orada mücadele etmesi gerekiyor. 

Geçmişten gelen alışkanlıklarımız. Sendikaları kurarken de 12 Eylül’ün mağdurları üzerinden gitti. Belki oradan da gelen bir şey. “Çok hızlı bir şekilde bu işe kadınları da şöyle kazanmamız gerekir” diye zamanında bakamadık. Öne fırlayan kadınlar çoktu ama bunlar zaten bunun içinde olan kadınlardı. O nedenle kadınların mücadeleye daha geniş kitleler halinde katılmasını örgütlemekte eksik kaldık.

Yönetimde de bulunduğumuz zamanlarda, kadın arkadaşlarla gayet iyi bir ilişkimiz vardı. Ben politik aidiyetim açısından tek kadındım. Birlikte çalıştığım kadın arkadaşlarla çok iyi dostluklarım oldu. Kişisel sorunlarımızı da oturup sohbet ettiğimiz. Bu, şu gruptan”, bu gruptan diyerek birbirimizi dışlamadığımız. Yaşadığım sorunları, birlikte paylaştığımız arkadaşlarım oldu. 

Menü POPUP