8ê Adarê û hemû kolanên vî welatî
Roja 8ê Adarê. Polîs hat -ku li Zonguldakê nayê- got, „Hûnê nemeşin!“ Min got, „Emê bimeşin“. Min got, „Îro 8ê Adarê ye û hemû kolanên vî welatî yên me ne.“ Wî got, „Hûnê mekin“ Min got, „Emê bikin,“ û min domand „Hûnê rê vekin, emê bimeşin û hûnê ewlehiyê peyda bikin. Emê karê xwe bikin, kerem kin hûn jî karê xwe bikin.“ Qad qelebalix e, gelek jin hene. Dirûşmeyekê navêjin. Ez ji hêrsan teqiyam. Min got „Hevalîno, dengê megafonê bişopînin.“ Meş dest pê kir. Hevalan çi dirûşmeya dihat hişê wan digotin. „Hevalino, bi rêkûpêk biqêrin!“ Azad dike. Ev têkoşîn teqez azad dike. Dibe ku ew jin tev li malê tiştên cuda dijîn, lê ev ezmûn jî pir cuda ye. Ew nikare vê yekê di rêxistineke din de bijî. Li vî welatî ti saziyeke bi rêxistinkirî ku azadiya li kolanan heye bide jinê, tine ye. Ev tiştên biçûk in, lê bandorê dikin.
Sendîkaya Kedkarên Perwerde û Zanistê (Eğitim-Sen)
Zonguldak ji salên 1990î û pê de;
Enqere, salên 2010an
Bi Serpil Açıl Özer re hevpeyvîna dîroka devkî di sala 2017an de hat kirin.
Foto: Serpil Açıl Özer, ji aliyê çepê ve ya duyemîn, Zonguldak, 8. Adar 2018
1971 Trabzon doğumluyum. Beş çocuklu işçi bir ailenin en küçük çocuğuyum. Tekne kazıntısı dedikleri cinsten. Kardeşlerimle aramdaki yaş farkı bir hayli fazla. Doğu Karadeniz Trabzon’unda dünyaya geldim. Küçük çocuk olmanın bütün avantajlarına sahip oldum ama dezavantajları da zamanla karşıma çıktı. Bütün öğrenim hayatım Trabzon’da geçti, üniversite dahil. KTÜ (Karadeniz Teknik Üniversitesi) tarih öğretmenliği mezunuyum. 1992’den beri görev yapıyorum. Görev yerim hep Zonguldak’tı. İlk atandığım yerdi. Eşimi orada tanıdım. Onu bırakamadığım için Zonguldak'ı da bırakamadım. KESK’i bırakamadığım için Zonguldak’ı bırakamadım. Becerebilirsem oradan emekli olup gitmeyi düşünüyorum.
Trabzon, kültür olarak pek grinin olmadığı bir kent. Ya siyahsınızdır ya beyazsınızdır. Ya solcusunuzdur ya sağcısınızdır. Ortada insanların çok yaşamadığı bir kentti. Benim babam da 4 erkek kardeş arasında, bildiğimiz Kemalist özellikler taşıyan tek bireydi. Aileden gelen bir kültür var. Abim 80 öncesi süreçte yer almıştı. Ama böyle çok ciddi örgütlülük çapında bir politize olmuş bir aile olmasa bile, bize söylenen tek şey “Kimsenin malına el uzatmayacaksın, kimsenin namusuna göz koymayacaksın”. Böyle bir ailede büyümek bir alt yapı yarattı zaten. Ahmet Kaya’yla başladı lisedeki solculuk. Ahmet Kaya dinlerken güzel şeyler hayal ediyorduk. Evimize gelip giden insanlar da dönemin iktidarları Demireller vs.ler karşıtı konuşmalar, bir Karaoğlancılık akımı, 1970'ler, Rahşan Ecevit’e çiçek verme “onuru” yaşamış bir çocukluk, “komünistin kızı” lakabıyla köyün maskotluğunu üstlenmek; bunların hepsinin etkisi oldu.
Üniversiteye ilk başladığımda “Abi, solcuları nerede bulabilirim?” diyordum. On beş buçuk yaşında küçücük bir çocuktum okula erken başladığım için. O zamanlar küçük baraka gibi bir çay ocağı vardı. 1980’in ezdiği kuşağın geri kalanlarının sığındığı bir yerdi. Ben fosforlu giysiler giyiyordum, epey dışlamışlardı solcular. Fakültenin reisi, fosforlu cevriye, diye laf attı bana. Ben de Karadeniz hışmımla onu dövdüm. Birden solcu abla ve abiler arasında popüler oldum. “Bu kız Trabzonluymuş, reisi dövmüş” dediler.
Aidiyetler oluşuyor. O yaşlarda aidiyetinizi seçerken çok bilinçli davranamıyorsunuz. Okuma süreciniz eksik, hayatı görme süreciniz eksik ama çocukluğumdan beri vardı. Lise yıllığında fark ettim. Hepimiz bir şey imzalamışız. “Halkımı seviyorum” diye imzalamışım on dört yaşında. Niye öyle bir şey yapmışım, bugün bilmiyorum ama öyle yazmışım, kendimi öyle tanımlamışım. Çok kısa bir tutukluluk dönemim oldu üniversitedeyken. 1980 sonrası Anadolu’daki ilk öğrenci hareketleri döneminde. Hep bir delilik yanım olmuş demek ki. Yıllar geçince, bu sanal dünya başlayınca, bir mesaj buluyorum Face’te: “Deli kız, seni buldum” diye. Genelde böyle seslenenler çok. Yani Trabzon’da kadın olmak zordur aslında. Kız çocukları hep mahrem büyütülür ama ben, babamın işinden ötürü de… babam kamyoncuydu ve beş köyün tek kamyoncusuydu. İlginç bir kamyoncuydu, mesleğini çok seven nezaketle yapan bir kamyoncuydu. Kamyonda büyüyen bir kız çocuğu olmaktan kaynaklı herhalde, çocukken hep erkek gibi bir kız olarak biliniyordum. O özgüven çok ezmiş beni. Yıllar sonra fark ettim.
Lisede aşık oldum ama hiç söyleyemedim, ailem bundan üzülür gocunur diye. Harbi kız, delikanlı kız olur mu, falan. Aslında ilkokul dörtte aşık olmuştum. Lise bire kadar aşıktım ama bunlar hep içimde sakladığım duygular oldu. Bana kimse teklif etmiyordu. Bu çok travmatik bir şeydi. Güzel değil miyim... Meğerse korkudan gelemiyorlarmış. Politik sürecin içerisinde kendini rahat ifade edebilme, bazen toplumun o kişiyi çok dışlamasına yol açıyor. Şu söz çok rahatsız ediciydi: “Ya Serpil, biz seni hiç böyle bilmezdik.” Rahat olmanın yakıştırıldığı bir takım kalıplar var insanların kafasında. Rahatsa, “hafiftir” gözüyle bakıyorlar. Öyle olmadığınızı anladıklarında, şaşırıyorlardı. 20’li yaşlara kadar süreç böyle geçti. O rahatlık politize olmamda da çok etkili oldu. Daha baskıcı ortamda olsaydım ki, olan arkadaşlarım en fazla Kemalizm noktasında kalabildiler, politize olmamı etkilerdi diye düşünüyorum.
İlk Eğit-Der’i (Eğitimciler Derneği) tanıdım. Öğrenciydim, dergi götürmüştüm. Sonra atamamız yapıldı, mezun olduk ama tabii sendika o kadar yabancı ki, üniversite mücadelesi falan. Öğretmen olunca ne olur, sendika olur diye duyuyorduk. Okuduğumuz dergilerde öğretmenlerin yaptığı bir şeyler var. Zonguldak’a gittiğimde Eğit-Sen’i aradım. 1992 Aralık’ta. Öğretmenevinde kalıyorduk ve ben şöyle bir şeye alışmıştım öğrencilikten. Okullar açıldığında standlar kurardık yeni gelen arkadaşlarımızı karşılardık. Ben de sendikaların öğretmenevinde stand açacağını bekliyordum. Muzaffer abimiz vardı. O dönemin Eğit-Sen yönetiminden bir abimiz. Zonguldak küçük bir kent, her şeyi bulmak kolay oluyor. Buldum. Eğit-Sen bir pasajın içinde. Bir hafta, on gün olmuştu, Zonguldak’a gideli. “Kardeşim, siz neredesiniz, biz buraya geldik, bize sahip çıkan yok! Sendikalı olacağız.” dedim. Yanıma da iki kız arkadaşımı alıp gitmiştim. “Oturun” dediler. “Kimsin?” diye sordular. Daha stajyer bile olmamışım. Atamam yapılmış, okulum belli değil, resmiyette başlamamışım. “Tamam” dedi, ama “Nerede görev yerin?”. “Yarın, öbür gün belli olacak” dedim. “Önce bir öğretmen ol da sonra üye yapalım” dedi. Çok bilinçli gittim zaten. Direkt Eğit Sen’le tanıştım. Çok çekiniktik ilk dönemler. Bir de bana çok pasif geliyordu, insanlar yılgın. Öğrencilikten çıkmışsın “Vuralım, asalım, keselim” gibi yaklaşıyorduk. Başka bir dil konuşuyorlardı. Sendikayı anlamak birkaç yılımı aldı.
Mesela Eğitim İş’teki, sonradan Eğitim Sen’le birlikte çalıştığımız ablalar daha naif, daha kibar kadınlardı. İçlerinde bir tanesi Türkiye kadın hareketine çok emek vermiş, yıllarını vermiş bir kadın. Bize göre devrimci, solcu sendikal mücadeleye yüreğini vermiş kadınlar “hırçın” kadınlar olmalıydı. O öyle değildi. “Burjuva kadın, gelmiş sendikacılık yapacak bizi örgütleyecek” derdim. Çok utanç duyuyorum yıllar geçince… Ondan çok etkilenmiştim. Yıllar önceki fotoğraflarını ben bu çalışmalara başladıktan sonra görünce, hatta bir belgeseli izlerken ben onu halay çekerken gördüm. Taksim 1 Mayıs 77’de kadın kortejinde. Kendisini aradım, “Abla böyle bir belgesel var seni gördüm inanmazsın” diye. Çok mutlu oldu. Yanındaki arkadaşlarından kaybettikleri olmuştu o katliamda.
Kadın konusu, hiç tartışılmıyordu. Kadına dair bir şey yoktu. Hepimiz yoldaş, bacı ama çok göze batıyorduk ister istemez. Belirli tipler vardı ama bize göre biraz erkekleşmiş kadınlardı. İlk dönem böyleydi. Kadın kimliği yoktu. Sıfır diyebiliriz.
Eğit-Sen sürecinde yedekten Eğitim İş’le birleşme döneminde bir genel kurulda, adımı tahtada gördüm. “Benim adımı niye yazdınız?” dedim. “Seni yönetime aday gösterdik”, dediler. “Ben yapamam ki yeni geldim”, dedim. O dönemde yedekten yönetim kurulundaydım. Şöyle bir şey olmuştu. Bir grev vardı. O grevde slogan atmıştım. Kim bu sloganı atan falan… Sonra Zonguldak'ta bir işçi sendikasının da yardımıyla Sine Sen’le sinema günleri yapılmıştı. Birdenbire şube başkanı abimiz… ki, özel bir şubeydi, tek hizmetli şube başkanı olan yerdi Zonguldak. Eğitim çalışanları için önemli bir göstergeydi. Elime mikrofonu verdi “Sen sunacaksın” dedi. Ben öyle kaldım. Kadrolu miting sunucu, kadrolu eylem sunucu haline dönüştüm! Sonra şube hukuk sekreteri oldum.
İlk kadın çalışmalarımızın başladığı dönemdi. Ben şubede Hukuk ve Özlük Sekreteriydim. Kadın Sekreteri oluşturulması için de çalışıyordum ve imzamı inatla “Kadın ve Hukuk Özlük Sekreteri” olarak atıyordum. Bu derin krizlere yol açmıştı. Yatay örgütlenme yapıyorduk, çok açık bir biçimde, kadınlar kendi aramızda kadın sekreterliğini bu şekilde fiiliyata dökmeye çalışıyorduk. Sonra uzunca bir dönem yönetimlere seçilemedim.
Sonra 2005 yılındaki genel kurulda en yüksek oyu aldım. Seçimde iki liste yarışmıştık. Bana “ceza” olarak Kadın Sekreterliği görevini verdiler. Ama ben bunu “ceza” olarak görmemiştim. “Onurla taşırım” dedim. Bu sekreterlik yüzünden istifa etmiştim. Kadın sekreteri oldum. Sonra şube başkanı oldum. Sanıyorum 2005 yılında, 2006 genel kurullarında.
2008’de de seçildim. Şube başkanıyken, genel merkez seçimlerinde genel merkeze geldim. 1,5 dönem şube başkanlığım var. Bir dönem de genel basın yayın sekreteri oldum. Şimdi işyeri temsilciliği yapıyorum. Şubeme gidip geliyorum. Şubemdeki arkadaşlarımla görüşüyoruz. Biraz ilk günlerimize döndük gibi. Daraldık çok daraldık. Bir yanıyla güzel, çünkü birbirimizi yeniden sevmeyi öğreniyoruz. Biz büyüdük ama birbirimizi sevmeyi unuttuk. Siyasal ayrımlar, sendikal yaklaşımlardaki farklılıklar nedeniyle birbirimizi çok yıpratmışız. Ama şimdi o kadar kötü günlerden geçiyoruz ki, bizim birbirimizden başka kimsemiz yok, söylemini çok yapardım ama buna inanmazdık. Şimdi birbirimizi yeniden sevmeyi öğreniyoruz. Şube yönetimindeki arkadaşlarım ne görev veriyorsa… takvim dağıtıyorum, bildiri dağıtıyorum ya da eylemde pankart tutulması gerekiyorsa onu yapıyorum. Bu anlamda mutluyum.
Zonguldak aslında yapı olarak herkesin solcu ama hep “orta yolcu” olduğu bir kentti 90'larda. O yüzden başlangıçta KESK’li ilk çekirdek kadro olarak şunu yaşamıştık: Bir ilçe oldu şimdi o zaman bucaktı. Türkiye'nin ilk bucak lisesinin açıldığı bir yerdi. Orada biz Eğit-Sen yönetiminden abimizle gece afişlemeye çıkmıştık. Polis geldi. “Ne yapıyorsunuz?” dedi. “Sendika afişini asıyoruz” dedik. “Asamazsınız! Bu örgüt işi” dedi. “Terör örgütü afişi asıyorsunuz bunu farkında mısınız?” Karakola götürdüler bizi.
Çok ilginçti. Eğit-Sen’lilerin yoğunlukta olduğu bir yer olmuştu orası. Bir de orada tarihi bir Halkevi binası vardı, bahçesi falan. Ama hiç kimsenin bugünkü anlamda şuçu bucu olmadan, bütün solcuların gidip oturduğu bir mekandı. Çok kalabalıktık. Bütün toplantılarımızı orada alıyorduk.
Zonguldak özel anlamda hiçbir zaman çok sıkıntılı bir kent olmadı. Bir tek ölüm oruçlarının olduğu dönemde, fiziki şiddete maruz kaldığımız eylemliliklerimiz olmuştu. Bunun dışında devletle egemen güçlerle çatışmalı, krizli şeyler yaşamıyorduk. Onlar bizi, biz onları bilirdik. Hep bir dengeyle gitmişti.
Ama gerçekten biz işyerlerimizde o zamanlardan bugünlere kadar saygınlığımızı hep hissettik. 1 Aralık 2000 eyleminde Türkiye’de tek açığa alınan öğretmendim. Vali o gün tarihî bir hata yapıp Zonguldak'ta sıkıyönetim ilan etmişti. Ben açıktayken, bana çok çalışkan olmamdan ötürü milli eğitim müdürlüğünden hediye göndermişlerdi. Eğitim Sen’liler, KESK’lilerin işini yapma konusunda kentte böyle bir ağırlığı var.
Zonguldak'ta maden işçilerinin yaptığı büyük grev olmuştu. Ben hemen o grevin sonrasında Zonguldak'a gittim. Afişler duruyordu kentte. Maden işçilerinin yönetiminde bütün kenti bir projeksiyonla bu işi yürütmüşlerdi. Kadını, çoluğu, çocuğu herkes yürümüştü. O eylemden sonra kentin komple yürüdüğü bir başka süreç olmamıştı. Çok ciddi kalabalıklarla biz grevlerimizi yapmıştık. 1 Aralık farklı sendikaların ortak aldığı bir karardı. Biz demokrasi platformunda KESK üzerinden kitleleri getirdik.
Zonguldak dağlık bir arazi. Eğitim bölgeleri, hastane bölgeleri belli. “Bütün çalışanlar o bölgelerde toplansın. İlçelerde de belirli bölgelerde toplansın, kentin merkezine yürüyüş kolları halinde gelelim” dedik. Dönemin valisi bundan çok korktu. Saçlarım çok uzundu. Ben her eylemde kürsüye gittiğim için saçlarımı kuaförde ördürtürüm. Kızcağız “Hocam bugün garip bir şey var.” dedi. “Kızım olur, bugün büyük bir eylem var” dedim. Ama sokağa çıktığımda cemseler vardı. Resmen sıkıyönetim ilan edilmişti. Toplanma alanına giderken gözaltına almaya çalıştılar. SES’ten arkadaşlar yetişti, öyle kendimi kurtarabildim ama kürsüyü kurtaramadık. Toplanma alanlarına müdahaleler oldu. Kavga, hırgür.
İçişleri Bakanlığı valiyi uyarmıştı. Vali, kendi gafını kapatabilmek için kentte infial yarattı. Bu da daha büyük yürüyüş olmasına ve kalabalığın artmasına yol açtı. Ben kürsüde iki buçuk, üç saat kadar katılanları ajite etmeye çalışıyordum. Kürsüde bir şiir okumuştum. Şiirin içinde “isyan” sözü geçiyordu. Halkı isyana sevk etmekten açığa alındım. O dönem, şimdiki cumhurbaşkanımızın şiirden cezaevine girdiği dönemdi. Televizyonlarda bir ay kadar sürekli gündemdeydim. Ta ki o dönem polis yürüyüşleri olana kadar. Ondan sonra gündemden düştüm. “Şiir okudu cezaevine girdi, şiir okudu açığa alındı”. Zor bir süreçti. Bir ay boyunca vali sürekli tehdit ediyordu. Üniversitede katıldığım eylem görüntülerimi çıkartıyordu. Sokakta gezerken biraz zorlanıyordum. En çok öğrencilerimi televizyonda “Öğretmenimizi istiyoruz” diye ağlarken görmek beni üzümüştü. İlginç olan, aynı valiliğin onayıyla çalışkanlığımdan başarı belgesi aldım.
........
Eğitim Sen'li olmam nedeniyle, işyerlerinde faaliyet sürdürme konusunda pek sorun yaşamadım. Şöyle söyleyeyim: Başlangıçta gittiğim her yerde bana idarenin biraz mesafeli durmasına yol açıyor. Kozlarımı hep açık oynamışımdır. Şu an görev yaptığım okulda da klasik, bürokratik, milli eğitim geleneğinden gelen bir idari yapı var. Çok tedirgin olmuştu, yönetici ben bu okulda başladığımda. Ben çok açık biçimde “Tedirginliğinizi hissediyorum, ama rahatsız olmayın. Ben çok iyi bir öğretmenim. Ben grevlerimin dışında, dersimi aksatmam. Çok ciddi migrenim olmadığı sürece, okuluma gelirim. Grev yaptığım gün dışındaki bütün boşlukları telafi ederim” dediğimde, “Ben zaten rahatım” demişti müdire hanım.
Bir de bir ablamız var, yıllardır bizim üyemiz. Demokrat bir insan. “Senden ilk başta çok korkuyordum” dedi. Bir şey olduğunda çok sert tepki veriyordum. “Kızılmayacak şeyler değildi, değil mi” diye sordum. “Yok” dedi. Hep saygınlık oluştu. Eğitim Sen’liyim, KESK’liyim, mücadele eden biriyim. Bu düşmanımın benden uzak durmasına, dostumun da kendini güvende hissetmesine yol açtı. Gittiğim okulda bir Eğitim Sen’li varsa kendimi güvende hissediyordum. Hep şunu diyordum: Bizim olduğumuz her yerde birikimimiz ve niteliklerimiz çok önemli. Bütün KESK’liler dört dörtlüktür diyemem. Bütün Eğitim Sen’liler dört dörtlük yapar işini diyemem, bu objektif olmaz ama birikimimizin iyi olduğu yerde, en azından öğretmenler kurulunda idari açıdan bir şey söylendiğinde kafaların size çevrildiğini görüyorsunuz. Eşi Türk Eğitim Sen’li olup, hukuki konularda gelip bizden destek isteyenler çok olmuştur. “Aman kocam duymasın” diyerek. Herkes bunu biliyor ama bilmezlikten gelmek, işlerine geliyor. Bizden olmak zor bir şey, bedel istiyor.
Kişisel başarın, sendikanın da saygınlığını arttırıyor aynı zamanda. Bunu hissedebiliyorsun. Bize dönük olarak önyargıyı hep gördüm. Özellikle kürsü işleri başladıktan sonra açığa alınmam döneminde. Örneğin Ankara’dan bakanlıktan müfettiş geliyor okula. Adamların arabası okulun kapısına çekiliyor. Normalde giderler idarede bir çay içerler. Daha adamlar merdivenden çıkarken, müdürler “Serpil seni teftişe gelecekler” derdi. Bunu her okulumda yaşadım.
Hazırlığımı yapardım, bunun için daha çok yorulurdum. Arkadaşlarımızla sendikada, politika dışında bir şeyler konuşurken, “Biz, iki kağıt parçası için, ciğeri beş para etmez adamlara hakkımızda laf ettirmemeliyiz. Bunun için iki saat az mı uyuyacağız, az uyuyalım” derdik. Gerçekten bunların çok önemli olduğuna inanıyorum. Biz mükemmelliği yaratmak zorunda olan insanlarız. Biz sistemin yaptığı öğretmenlik modeliyle, yaptığınız her şeyi a’dan z’ye savunabilecek güçte olmak zorundayız. Zor bir hayat bu, ama başka türlü olmuyor.
…
Ailem sendikal çalışmamdan dolayı hiç bir engel çıkarmadı. Ancak eylemlere katıldığımda çok tedirgin oluyordu. Çok komik. MYK’dayken bir ablam işinden ayrılmıştı ve biz birbirimizi çok sever, kollarız. Büyük bir eylem olacağı zaman korka korka arıyordu. “Ne olur, azıcık arkada durur musun” derdi. Bu hâlâ var, ama babamda da bunu hissetmiştim. Sağlık problemlerim nedeniyle çok uğraşmamı istemiyordu. Açığa alındığım zaman babam yanımdaydı. “Su testisi, su yolunda kırılır” demişti. O sağlığımdan ötürü endişeliydi. Şube başkanı olduğumda gurur duydu. Eşimin annesi Ankara’ya geleceğimi öğrendiğinde çok üzülmüş, ağlamıştı. “Nereye gidiyorsunuz, başınıza ne gelecek” diyordu. Ama bir ahbabı aradığında, “Biliyor musun, sendikasında Ankara’ya gidiyor, benim gelinim, şimdi her şeyi yapar” diyor. Komşularım “Senin gelini kamyonun üstünde gördük” dediğinde, ”Yapar gelinim.” derdi. Tabii çok endişeleniyorlar, çok kaygı duyuyorlar, öğrenciliğimden beri gözaltından toplamaktan bıktıkları için, hele şu dönemde “Aman, aman çok şey yapmayın işyerlerinde” diyorlar. İşyerlerine kadar inen saldırganlık var, muhbirlik ağı örülmüş. Bir ev hanımı bile bunlarla ilgili duyumları aldıkça, kaygıları artıyor. “Karı koca birlikte gidin gideceğiniz yere. Yalnız olursanız size bir şey yaparlar” kaygısını duydular. Alıştılar ama anne baba korumasını bırakmıyorlar. “Aman dikkat et, geri de durma”.
.........
Sendikada, kadın olarak dayanışma ve sahiplenme konusunda sıkıntılarla karşılaştım. Ben yol arkadaşlarımı seviyorum. Bu sevginin bana çok şey kattığını biliyorum ama bir o kadar da çok kızıyorum. Dedim ya, çok yıprattık birbirimizi. Benim açığa alındığım dönemde 2 Aralık günü Ankara’da cilt kanseri olma riskiyle kontrolüm vardı. O zaman cep telefonu yok. Ben döndüm, Ankara’ya geldim, meğer Zonguldak kaynıyor. Vali televizyonlardan yayın yapıyor falan. Ortalık çalkalanıyor ama benim dünyadan haberim yok. Hastanede cebelleşiyorum. Bir biçimde bunları aştık. Açığa alınmışım. Tek başıma yaşıyorum. Aileme maddi desteğim var. Kredi kartları falan yok o dönem. Eğitim Sen’li bir arkadaşıma kefil olmuşum, oradan icra borcu gelmiş. Kömür alacağım ama param yok. Biz gururlu insanlarız. Ailemize direkt “Biz örgütlü insanlarız” demişiz. Yönetim, o dönem çok tartışmalı olduğumuz arkadaşlarımızdaydı. Ben kuyruğu dik tutmak için çok uğraştığımı hatırlıyorum, çok yıprandığımı hatırlıyorum. Kadın olmak zordu. Kadın kimliğiyle KESK’te varoluş son yıllarda ortaya çıktı.
.....
İlk kadın çalışmalarının başladığı dönemdi, 1998. Nurşen (Yıldırım) o zaman mali sekreterdi. Gittik bir sürü şeyler öğrendik. Akademisyen arkadaşlarımız geldi. Kadın sekreterlikleri olmalı üzerinden başladı. Kıyametler kopuyor. Asla olamaz. Çok şeylerle savaştık. Bu çalışmanın karşısında olan siyasal gruplardaki kadın arkadaşlarımızla, erkeklerden daha çok kavga ettim. “Canım ben geliyorum, her kadın da gelsin. Her kadın da bunu aşsın, yapsın” yaklaşımı çok çok üst noktadaydı. Bu dediğiniz gibi olmuyor. Hasbelkader öğrenmişiz bir şey, anlatmaya çalışıyoruz. Böyle bir bakış açısı yoktu.
Kadın komisyonu olsun ama kadın sekreterliği olmasın. Sekreterlik kurumsal bir yapı ve bir karar organı. Kadın adı geçtiği için kadınlar olacak. Kendi iktidarlarının sarsılacağını düşünüyorlardı. Çok açık. Ben bizlerin çok yetenekli olmamız durumunda, sorunları aşabileceğimize inanmıyorum. Açık söyleyeyim onların diliyle, erkek diliyle konuşmadığımız sürece bize şans tanımıyorlardı. Gerçekten kafa göz yara yara bir yerlerde olma şansımız oluyordu. Öbür türlüsüne fırsat tanımıyorlardı. Erkek egemen bir anlayış vardı. Siyaseti de onlar biliyordu. Çoğu TÖB DER sürecinden gelen insanlardı.
Evliler barklılar. Çocuk var, kim uğraşacak? Ben kimin eşiyle görüşmüşsem, mağdurdu. Çok az, bir iki tane abimizin hayatı paylaşma kuralına uygun bir dengeyi sağladığını gördüm. Büyük bir çoğunluğunda bu yoktu. Üstelik eşleri de çalışıyor, eşleri de örgütlüydü. Bir gün Eğitim Sen’de bir abiye “Neden böyle davranıyorsun?” dediğimde, “Evet”, dedi “Ben demokrasiden yanayım ama demokrasi benden yana değil” demişti. “Çok ayıp” dedim. O her şeyi aktif yapıyordu. Ama karısının eylemler dışında hiçbir yere katılmasına, çocuk var, diye izin vermiyordu. “Çocuklara bakacak” diyordu. Bunu o kadar normalleştiriyordu ki! Peki, okuldaki kadın arkadaşlarımız, yanında senin eşini görmedikleri zaman, bunu onlara anlatmakta zorlanmayacak mıyız? diye sorduğumda ise “Yok” diyordu, “Onlar benim huyumu biliyor”. Ki bu okul iyi örgütlü olduğumuz işyeriydi.
Tabi bu cinsiyetçi yaklaşım, sendikal ortama da yansıyordu. Ancak ilk yıllarla, geçtiğimiz 10 yılı kıyasladığımızda, evet, bir varlık var. Çok somut hissediliyor. Genel kurullarda da hissediyoruz bunu. Çok şey borçlu olduğumuz kadınlar var bu örgütte. Gerçekten mesela Elif, benim hayatımda bir dönüm noktasıdır. Nurşen bir dönüm noktasıdır. Sevgi abla benim hayatımda bir dönüm noktasıdır. Eğer Nurşen beni ilk kadın çalışmasına çağırmasaydı, ben Zonguldak gibi bir kentte kendi yağıyla, erkek diliyle her şeyden bihaber yaşayacaktım. Çocukluğumdan beri böyle öğrenmiştim. Başka öğrenme biçimleriyle yüzleşmediğim için de doğrunun bu olduğuna inanacaktım, ama öğrendim.
Elif’in hiçbir siyasal kaygı gütmeden o dengeyi sağlayarak çağırması, bu işe kim emek verir, üzerinden bizi biz yapan bu aslında. Tabii ki siyasal aidiyetlerimiz olmalı. Ama bir çalışmayı örerken bunun dışında, gerçekten bu işe katabileceği kişiler olduğunu düşündüğümüz arkadaşlarımızın önünü açmak çok anlamlı.
2005 dünya kadın yürüyüşünde, yönetim, bu çalışmada yer almam konusunda set koyarken, Sevgi (Göğçe) ablanın KESK üzerinden o bariyerleri kaldırma çabası çok önemliydi. Bu çalışmaları artırdı. Eğitim Sen’de “Bayan / Erkek” değil, “Kadın / Erkek” yazıyor olmasının bile anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Hedeflediğimiz noktada mıyız? Asla değiliz. Ama çok şeyi de bilen insanlarız. Değişimin kendisi, bugünden yarına olan bir süreç değil, çok emek istiyor. Biz bu toplumun dışında da yaşamıyoruz. Sonuçta bu erkek arkadaşlarımız da bu toplumun içinde büyüyor. Ama epey bir şey öğrendiler. Ben bunu ikinci kadın kurultayında da söylemiştim artık “Bayan” demiyorlar. Kaçırsalar bile ağızlarından “pardon, kadın arkadaşlarımız” demeyi öğrendiler. Bu toplum açısından çok büyük bir adım bu.
Hala siyasal yapılar, şubeler ve KESK bütünlüğü içerisinde bu işlere ne kadar ağırlık verirse, dönüşümün o oranda artacağına inanıyorum ben. Ama daha kat edecek çok yol var. Artık bir kurumsal kimliğimiz var. Mesafe var, tüzüksel garantilerimiz var. Bundan sonrası biraz da bizim bu iş konusundaki göstereceğimiz çabayla ilintili diye düşünüyorum. Çok büyük sıkıntıları aştığımıza inanıyorum ben.
..........
KESK ve Eğitim Sen merkez yönetimlerinde bulunan kadınların, kendi sözlerini söylemesinin birçok mekanizması var kuşkusuz.
Bir kere komisyon çalışmaları 8 Mart’ı, 25 Kasım’ı KESK gündeme getirdikten sonra onun farkındalığına varmak çok önemliydi. Ama kadın bakışıyla yaptığımız şeyler değildi. Sonrasında bu çalışmalar ekseninde, merkezi düzeyden gelip bu işte yer alan kadınların bir araya gelmesiyle 8 Mart’lar bir okula dönüşüyordu.
Şunu öğrenmiştik. 8 Mart, sadece Mart’ta konuşacağımız bir şey değildir. Bir yıla yaydığımız bir emeği görünür kılacağımız bir şeydir. Bu yüzden bir yıl boyunca bir şeyler yapmalıyız, arkadaşlar. Komisyon çalışmaları çok önemli. Hır gürü de çok oluyor ama olsun, hepsi öğretici. Tespihle falan gelen kadın arkadaş oluyordu. Siyasal anlayışından ötürü. Komisyonu kaptırmayalım noktasında. Halbuki onların hepsi bize bir şey katmış, çoğalmamızı sağlamış. Komisyonlar çok önemli. Tüzüğü değiştirebilirsiniz, ama onu bilince çıkartmadıktan sonra, o dönüşümü sağlamak çok zor.
Ben birebir görüşmelerin çok etkili olduğuna inanıyorum. Ev görüşmeleri. İlk eğitim aldığımız dönemlerde kadınlar evde toplanıyorduk. Ev görüşmeleri deneyim aktarımı açısından çok önemli oluyordu. Sendikada resmi toplantı atmosferi içinde insanlar birbirine sıkıntılarını çok aktaramıyor. Ama mesela ilk yıllarda kadın bilincinden uzak, ama birbirine dokunan kadınlardık. 8 Mart’ı evlerde yaptığımız toplantılarla örgütlüyorduk.
Ben buraya gelmeden önce, emekli üyelerimize dönük bir etkinlikte, Ankara’dan farklı illerden 90'ların başındaki ablalarımız geldi. Tesadüfen geldiler. Ben o kadınları hatırlıyorum. Ev toplantıları yaptığımız dönemde toplantılara katılıyorlardı. Hepsi KESK'li değildi, işçi kadınları da topluyorduk. Her örgütten kadınlar kolektif bir emek ortaya sunuyordu. Bugün hala ayakta kalabilmiş, bu kadar kötü atmosfer içerisinde “yaşam” diyebilen, yaşamı savunabilen insanlar olarak onları görmek, beni çok mutlu etti.
“Döndük tıfıl ördek” falan dediler bana. O ev toplantıları, yüz yüze görüşmeler, eğitim çalışmaları, bir kampı birlikte paylaşmanın, başı ağrıyorsa “Ay dur, sana aspirin vereyim” demenin çok önemli olduğuna inanıyorum. Bürokratik dille “Bu değişim yapılmıştır, şu şöyle olacaktır”la, bu işler olmuyor. Çok insanî yöntemlerle gitmek gerekiyor.
İstanbul’da düzenlenen Dünya Kadın Yürüyüşü eyleminde KESK’te yaşadığımız bir tartışmadan bahsedeceğim. Ben bunlara çok takılan bir insanımdır. Bir sözcük benim hayatımı dönüştürür. Bir kafeterya vardı biz bir sanat topluluğu oluşturmuştuk. “Entel dantel” diyorduk o dönemler. Bir yedek subay eşi de var Trabzon'a atanmış, gelmiş. Sohbet ederken “Serpil, bir şey soracağım” dedi. Karısıyla fısıldaştılar. “Sor abi” dedim. “Sokakta yürüyorsun” dedi. “Sevgilin de yanında. Sana birisi laf atsa ne yaparsın” dedi. “Yanımdaki bostan korkuluğu mu” dedim.
“Niye” dedi “Sen bir şey yapamaz mısın?”. “Ağzını burnunu kırarım” dedim. “Peki, o zaman niye sevgilinden bekliyorsun” dedi. “Niye bana böyle bir şey sordun” dedim. Karısı “Ne olur, bunu bir düşün” dedi. Çok bilinçli İstanbullu bir çiftti. Her gün çok laf atılırdı Trabzon’da. Taciz üst düzeydeydi. Her gün kavga ediyorduk sokaklarda. Git takılma, falan filan yapışkan tipler çıkıyordu. Bu bir kırılma noktası. Bu tür şeylere takarım.
2005 Dünya Kadın Yürüyüşünde sanatçı çıkacak. Sanatçının… müzisyenlerinde erkek var. Kadınlarla bunu tartışıyoruz. Erkek olmaz, kadın müzisyen olacak. Tartışma o kadar büyüdü ki, birisi, ”Arkadaşlar kadın siyaseti, birbirimize şantaj yaptığımız bir siyaset haline dönüştürülmemelidir” demişti.
Sonrasında şunu fark ettim. Bazen ben mor kadın değilim, ben lilayım. Benim feminizmim, biraz açık tonlarda. Bazen erkek arkadaşlara takılırdım, “KESK’te ben olmazsam bu kadınlar sizi yer” derdim. O zamandan beri şunu fark ediyorum: Bu örgütlerde kadın siyaseti, bizi zaman zaman yanlış tartışma zeminlerine sürüklüyor. Evet pozitif ayrımcılık, evet kadının beyanın esas alınması, her şeye evet, ama gerçekten iyi bir süzgeçten geçirilmeli. Kadın olmak, tek başına kadın cinsinin bir üyesi olmak, bizi her noktada haklı kılmıyor. Bazen siyasetlerimizi şantaj aracına dönüştürebiliyoruz. Ondan biraz sakınmalıyız. Bence yüreğimizle konuşsak, aşamayacağımız bir şey yok. Biz, hep kafalarımızın arkasıyla konuşuyoruz bu kurumlarda. En temel sorunun da buradan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu örgütün kadınlarını da erkeklerini de çok seviyorum.
Ben kendi politik aidiyetimden çok, örgütte emek verdim. Bana inanılmaz şeyler kattı. İşyerinde KESK’li olmanın, Eğitim Sen’li olmanın, kadınlarda yarattığı özgüvenin kendisi var ya. Muhalifsin kardeşim. Muhalif bir örgütün üyesi olmaktan kaynaklı bir farklılık hissediyorsunuz. Birazcık da temasını güçlendirdiğimizde, örgütlülük açısından arkadaşlarımızı daha katılımcı kıldığımızda, çok bariz değiştiriyor. Dediğim gibi, o özgüven başka bir şey. İnsanlar sendikalarda çaresiz kalabiliyor, yetersiz kalabiliyor. Eğitim Sen’liyim, KESK’liyim, gururunu taşıyorsun. Eylemlerde, sokaktaki yürüyüşümde bile bir farklılık sergiliyordum. Çok ilginç bir şube başkanıydım.
8 Mart. Polis geldi ki, Zonguldak'ta gelmez. “Yürüyüş yapmayacaksınız” dedi. “Yapacağız” dedim. “Bugün 8 Mart ve bu ülkenin bütün sokakları bizim” dedim. “Yapmayacaksınız” dedi. “Yapacağız” dedim. “Yolu açacaksınız, biz yürüyeceğiz. Güvenliği de siz sağlacaksanız” dedim. “Biz işimizi yapacağız, lütfen siz de işinizi yapın” dedim. Alan kalabalık bir sürü kadın. Bir slogan atmıyorlar. Çatladım sinirden. Arkadaşlar megafona eşlik edin diyorum. O yürüyüş bir başladı. Arkadaşlar aklına esen sloganı atıyordu. Arkadaşlar düzenli atın. Özgürleştiriyor. Bu mücadele kesinlikle özgürleştiriyor. Belki de o kadınların hepsi evinde başka şeyler yaşıyor ama o deneyim bile çok farklı. Bunu başka bir örgütte yaşayamaz. Bu ülkenin kamu alanında örgütlü hiçbir kurumunda, sokaktaki özgürlüğü ona veren bir kurum yok. Bunlar küçük şeyler ama etkiliyor. Bana “Neden erkek arkadaşın dövsün ki?” denmişti. O soru hep kafamdaydı. Bunun gibi kırılmalar yaratıyor.
Başıma bir şey geldiğinde, örgütün yanımda olup olmamasının ötesinde, aidiyeti olduğu süre içerisinde işyerinde “O Eğitim Sen’li!”. Onun farklılığını hissedebiliyorsunuz. Derse girerken bile farklılar. Biz farklıyız ve öğrencilerimizin gözlerinde de bunu hissedebiliyoruz. Bu ayrı bir mutluluk.
Bizim kadınlarımız konuşabilen kadınlar. O ayrımı bile hissettirmişiz. Bu da çok önemli. Yönetimlerde kadınların olması çok önemli. Direngen kadınların olması çok önemli. Bunların hepsi bence bilinçaltında ve motivasyona çok şey katıyor. Ama doğum izinlerini çok anlatamadık. İnsanlar işyerlerinde kullandıkları hakların, sendika sayesinde olduğunu bilmiyor. Bu da bizim yetersizliklerimiz. İşyeri örgütlülükleri ilk yıllar çok iyiydi, sonrasında merkezileşmenin artmasıyla birlikte, işyeri örgütlülüklerimiz çok zayıfladı. Bunları işyerindeki arkadaşlarımıza anlatamadık. Anlatabildiğimiz yerde, karşılığı oluyor.
Kadın dayanışması çok önemli. Şu siyasi aidiyetler gerçekten bizim belimizi çok büküyor. Onun dışında siyaset kavgalarının olmadığı ortamlarda, kadınların ortak bir dil yakaladıklarını görüyorum. Uzmanımız Deniz’le Tayland'a gittiğimizde Kosovalı bir kadın arkadaşla odayı paylaştım. Ben İngilizce bilmiyorum, o Türkçe bilmiyor ama biz kayınvalidelerimizi bile çekiştirmiştik. Kadınlar ortak bir dil mutlaka yakalıyor çünkü acılarımız çok benzeşik. Mesela bir kadın çalışmasında Kürt bir arkadaşım, evde yemeğin etli kısımlarının erkeklere verildiğini söylediğinde, annemin aynı şeyi babamla, abime yaptığını hatırladım. Halbuki ben çiroz bir çocuktum, çok şımarık da büyümüştüm. Babamın kendi tabağından benim tabağıma aktardığını hatırladım.
Bu coğrafyada, kadınlar farklı farklı da olsa hepimiz birbirimizin acılarını biliyoruz aslında. O yüzden bir zemin hazırlandığında o zemin üzerine oturabildiğimizde birbirimizle ortak bir dil yakalayabiliyoruz. Ama politik yaklaşımlar bizi birbirimizden uzaklaştırabiliyor. Yoksa sıkıntı olacağını zannetmiyorum. Ama tabi bunu kadın bilincine sahip noktasında söylüyorum. Çok erkekleşmiş arkadaşlarımız var, maalesef var.
Eğitim Sen’in Genel Başkanının kadın olması elimizi rahatlatan bir husustu. Üç kadındık MYK’da. Bu çok büyük avantajdı. Birbirimizi o an destekleyecek bir durum olmasa bile kadın konusunda birlikte çaba harcıyorduk. Aynı dönem Eğitim Sen'in kadın bülteninin de yayınlanmaya başladığı dönemdi. Kadın sekreterimizin tutuklandığı dönemdi. Ve kadın dayanışmasının Eğitim Sen’de cidden çok üst düzeye çıktığı bir dönemi yaşamıştık.
Kadın alanına dair çalışmalarda çok zorlanmamıştık. Ama kadın olarak zorlandım. Küçük bir taşra kentinden gelmiştim, eşim sonra geldi. Ankara’yı oldum olası sevmiyordum. Bir de benim yapım gereği, çayı telefonla istemek bana anormal geliyordu.
Bir sendika arşivini oluşturma konusunda üç yıl emek verdim ve bunu sağlayamadık. Bu örgüt binlerce şey yaptı. Çoğumuz unutuyoruz. En basiti, bilimsel bir kaynak oluşturma açısından önemli. Bunu için akademisyen olmaya gerek yok. Öğretmenliğimiz bile yeter. Geçmişe, kökenlere dönük bağlantıları hiçbir zaman kaybetmemek gerekiyor. Bunun için arşiv yapmamız lazım. arşivimiz yok.
25 yıldır şu coğrafyanın her metrekaresinde KESKin, Eğitim Sen’in izi var ama bu izin yansıması yok. Tekelci davranmışız burada da. Ben kendi dönemimden önceki cd’leri incelediğimde de… mesela genel kurul cd’si sevelim, sevmeyelim, bu örgüte emek vermiş her insanı anmak bizim boynumuzun borcudur. Biz birbirimize bu değeri vermezsek, kim verecek? Kimse vermeyecek. Benim dönemimde yitirdiğimiz bütün MYK üyelerinin resmi geçti. Ya da kadın kurultayında yitirdiğimiz bütün ablalarımızın Nurhan abla, Sevgi abla adını unuttuğum bir sürü arkadaşımızın adı geçti. Bunlar önemli. “Benden olsun, çamurdan olsun”la olmuyor bu iş.
Bu örgütü bütünleştiren değerler vardır, bunları bir arada tutmak lazım. Kadın çalışmaları noktasında bir kadın kurultayı çok zorlu geçmişti. O dönemin divan başkanı bendim. Hayatımın en zor işlerinden biriydi. Alnımın akıyla çıktığımı düşünüyorum. O dönem KESK’te bir taciz tartışması yürütülüyordu. O tartışmanın üzerine düzenlenen bir kurultaydı. Kadınlar çok bilenmişti. Ben de garip bir Karadenizliyim normalde çok fevriyimdir ama ömrümün en sakin, sinirleri alınmış kurultayını geçirdim. Çünkü herkes çok gergindi. Bizim için çok yorucu, çok acıydı. Bugünlerde yaşadığımız sıkıntıların ilk patladığı dönemler. İlk tutuklamalar o dönem yaşanmıştı. Her şeyin ilki. Örgütte ciddi yarılmaların ilk yaşandığı dönemdi. Zor bir dönemdi. O kadın kurultayını unutmayacağım. Ufak tartışmaların dışında bir şekilde tamamlayabilmiştik. KESK öyle bir tartışmanın içine sürüklenmeyi hak etmiş miydi? Çok emek vermiştik, o işleri hak etmemiştik.
Biz o sınavdan kaldık. Bu durum KESK'in sorunuydu. KESK kendi emeğiyle yarattığı kurumlarını harekete geçirmeliydi. Evet politik aidiyetler önemlidir, söylemler önemlidir ama burada tartışılan KESK’ti. Siyasal yapılar da tartışmanın parçasıydı. O ayrı biçimde çözümlenmeliydi ama KESK’te çeşitli kurumlarımız vardı. Onları hayata geçirmeliydik. KESK’in kendi disiplin kurulu hayata geçmeli, gereği neyse, bu tür konulardaki kurumlarımızın üzerinden süreci yürütmeliyiz. Bu tartışmalarda siyasetlerle, başka biçimde, KESK içinde başka bir tarz izlemeliyiz. Onu harekete geçiremedik. Bu irini derinleştirdi. O irini patlatamadık. Bu kişileri de yaraladı. Çok kıymetli arkadaşlarımızın çok zararlar görmesine yol açtı. Hepimizi zan altında bırakan tartışmaların yaşanmasına yol açtı. Ama bir şeyin daha önünü açtı. Biraz önce dedim ya, kadın siyaseti şantaj aracı olmamalıdır. O gün örgütlülük kapsamında iyi bir sınav vermiş olsaydık, sonrasındaki birtakım tartışmaların önü de kesilirdi.
Sonuçta kötü günlerden geçiyoruz. Sanırım sil baştan başlamak gerek. Örgütlerimizin durumu ne olur, ne olmaz bilmiyorum. Ama iyi ki Eğitim Sen olmuş, iyi ki KESK olmuş iyi ki Nurşen beni kadın eğitimcileri çalışmalarına çağırmış, iyi ki hayatımdan Elif geçmiş.
Zorlu yönetim süreçleri oldu ama iyi ki de olmuş, bana çok şey kattığını düşünüyorum. Sil baştan başlasak da burdan vazgeçmemeliyiz. Şu günlerde işini, ekmeğini kaybetmiş arkadaşlarımız var. Kadınların bu süreci aşmada, kadınca duyarlılıkları da, eğer harekete geçirilirse, çok işe yarayacağına inanıyorum.