NURŞEN YILDIRIM

Ev sendîka ya me ye

Me jinan hewl da ku li gor rewşa xwe hin tiştan bikin. Dezgeh û meclîs hatin avakirin. Gelek komîsyon hebûn, tenê Komîsyona Jinan bi awayekî aktîf û bi berdewamî xebitî. Rêxistinbûna wan a hundirîn û ya wekhev, ew hin jî di nav rêxistinê de ne; rêxistinbûnên xwe yên di nav dibistan, nexweşxane û kargehan de bi pêş xistine, hîn jî pêk tînin. Bi dîtina min hevgirtina jinan ji hevgirtina mêran xurtir e, lê ez hin jî li ser mekanîzmayên ku em dikarin tê de peyvên xwe biafirînin û tiştên em cudatir dikaribin biafiranîn, difikirim. Di dema min a lijneya navendî de û pişt re jî her tim jin li pişt min hebûn. Ez pir bi hêz bûm. Di wê demê de jinên ku bi hevgirtinê xurtir bûn jî heman piştgirî nîşan dan. Jin ne di rêveberiya sendîkayan de bin jî, her tim li cihekî di nav sendîkayê de dixebitîn û hîn jî dixebitin. Gelek hevalên me yên mêr dema ku ji rêvebiriyê derketin ji karên xwe yên sendîkayê derketin, ji bilî xebat û civînên „giring“ em wan nabînin. Lê em jin hîn jî li vir in. Ger ew me di derî re derxin jî em di kulekê re dikevin hundir, ji ber ku ev sendîka ya me ye.

Sendîkaya Kedkarên Perwerde û Zanistê (Eğitim-Sen)

Enqere,

Ji salên 1990î heta roja me

Bi Nurşen Yıldırım re hevpeyvîna dîroka devkî di sala 2017an de hat kirin.

Wêne: Nurşen Yıldırım li aliyê çepê, çalakiya ji sendîkaya di bin kontrola dewletê re na! Enqere 2007

Bulgaristan doğumluyum. Üç yaşımda Türkiye’ye gelmişiz. Hep Ankara’da yaşadım. Öğretmenliğe ilk başladığımda dokuz ay Turhal’da çalıştım ama onun dışında hep Ankara’daydım mesken olarak. 2000 yılına kadar, Ankara’nın 1980 öncesi devrimci, demokrat bir yapısı olan Sincan ilçesinde yaşadım. Orada büyüdüm, orada okudum, ilk sendika ve öğretmenlik deneyimlerimi orada yaşadım. Ailem hala orada. Benim için özel bir yer Sincan. Sendikayı ilk kurduğumuz ve çalışmaları yürüttüğüm bir yer. Okumayı seviyordum zaten. Sonuçta Türkçeyi de çok seviyordum. Üniversite sınavına girdiğimde 1984’te maddi durumumuz çok iyi değildi. Babam inşaat ustasıydı ve yalnızca yazları çalışıyordu. Annem “seni okutamayız” demişti. Ama ben “okuyacağım” dedim. Beni motive eden bir şey vardı o dönem. “Ben annem gibi olmayacağım. Maddi olarak geçimimi sağlayacak param olacak, ayaklarımın üzerinde durabileceğim.” En temel isteğim buydu. Okuyarak istediklerimi yapacaktım. Üniversite eğitimi çok önemliydi o yüzden. Abim hukukta okuyordu. İlk tercihim hukuktu. Kitap parası olmasın diye. İkinci tercihim Dil Tarih edebiyat. Çok küçük bir farkla edebiyata girdim. Aslında benim hayatımı her bakımdan üniversite değiştirdi. Hem çalıştım hem okudum. Aileme yük olmadım. O anlamda rahattım. 

Kendimle birlikte ailemi de geliştirdim. İlk zamanlar birçok şeyde bana izin verilmezken, eve geliş saatlerim belliyken, sonraki yıllarda çok rahatladım, özgürleştim. Evdekilerle tartışmalarım sürekli haklarımı kazanmak üzerineydi. Biri buydu. Bir diğeri sol çevreden arkadaşlarım oldu ve kendimi o anlamda da  arkadaşlarla birlikte daha çok toplumsal olarak geliştirdim. Siyasal ve toplumsal olarak değiştim. Onun çok büyük etkisi oldu. Hatta 1980 sonrası ilk öğrenci eylemleri olduğunda  1986’da on beş  günlük gözaltı süresi de yaşadım. 

Ama en önemlilerinden birisi de kadın hareketiyle tanışmam ve onunla ilgili çeşitli gruplarda yer almamdı. Örneğin bizim okulda yoktu ama Ankara Tıp’ta bir kadın grubu vardı. Çok da iyi çalışıyordu. Perşembe grubu, Çarşamba grubu vardı. Toplantılar yapıyorlardı küçük bir büroda. Oradan aslında Kadın Dayanışma Vakfı çıktı. Dayağa Karşı Kampanya sürecinde Ankara’yı  örgütleyenlerin içerisinde olmadım ama hep böyle etraflarındaydım. Temel belirleyici olmasam da yeni yeni öğrendiğim, içinde yer aldığım, kendimi geliştirdiğim bir şeydi. Öğrencilik hayatım böyle. 89’da tek dersim kaldı, okul uzadı. O ara bir dönem ANKA Ajansı’nda dizgicilik yaptım, haber aldım, ufak tefek haberlerim gazetelerde çıktı. Sonra da Sincan’da bir yıl yerel gazete çıkardım. Kendime ait bir gazetem vardı. O ara evlendim, hamile kaldım. Gazete işleri son. 

Üç ay Sincan Belediyesi’nde kadın sorunları bürosu kurduk 1989’da. Bu ilginçti. O dönem belediye başkanını, Sincan yerel demokrasi güçleri olarak birlikte seçmiştik. Seçim çalışmalarımızda ve Sincan’da yerel örgütlenme yaparken projelerimiz vardı, kadınlarla ilgili, bu da onlardan birisiydi. Ne yazık ki belediye başkanı son dönem bizim birlikte ürettiğimiz projelere sırt çevirdi; kendi başına bir şeyler yapmaya başladı. Çok gerçekleştiremedik ama ben bürodan sorumluydum. On beş kadın da vardı ama isteklerimiz olmadı. Ben o ara öğretmenlik sınavına da girmiştim. Öğretmen olmaya karar verdim. Doğumuma üç dört gün kala öğretmenliğe başladım. 1990 Şubat’ıydı. Zaten 27 Şubat 2017’de de 27. yılım bitti öğretmenlikte. Aynı zamanda çocuğum da oldu. 1989’da Eğit Der (Eğitimciler Derneği) vardı. Eğit Der’e gidip gelmeye başlamıştım. Öğretmenler asıl üye olamadıkları için ben o zaman fahri üye oldum. Oradan bir alt yapım var. 89’da “Eğit Der’den Eğit Sen’e” şiarıyla Ulus Yüzüncü Yıl toplantı salonunda bir kurultay düzenledik. Çok kalabalık ve coşkuluydu ve ben dört aylık hamileydim. Görevliydim. Orada tartıştığımız temel şeylerden biri özellikle o süreçte Mesut Gülmez’in görüşleriydi. “Siz sendika kurabilirsiniz. Emekçisiniz. İşçi sınıfının bir parçasıyız. Sendikalarımız olabilir. Siyasal ve toplumsal haklarımız dışında, bunun  yasal mevzuatta da yeri vardır.” diye yazılar yazıyordu ve biz okuyup tartışıyorduk. Kurultayda bu tartışmaları yürüttük. 

1990’da ilk tayinim Tokat’ın bir köyüne çıktı. Çocuk da doğunca beş, altı ay Tokat’ta olduğum için uzak kaldım. Doğum iznim 40 gün olduğu için hemen göreve başlamıştım. O süreçte Eğitim-İş ve Eğit Sen kurulmuş. Ben Eylül ayında tayin çıkıp tekrar Ankara’ya geldiğimde, Eğitim-İş’ten arkadaşlar görmeye geldiler beni. Dediler: “Sendika kurduk.” “Ne oldu ne bitti? Hani tek sendika kuracaktık?” Sonra Eğit Der’de birlikte çalıştığım arkadaşların da orada olduğunu öğrenince Eğit-Sen’li oldum. 

Beni ziyarete gelen arkadaşlar gittikten sonra, müdür odasına çağırdı. “Kim bunlar, geliyor gidiyor, stajyer öğretmensin, senin stajyerliğini, öğretmenliğini yakarım” diye bağırdı, çağırdı. Birkaç ay sonra da başka bir okula sürgün gittim. Sincan’da Eğitim-İş örgütlenmişti. Eğit-Sen’den kimse yoktu. İki kişiydik biz. O süreçte Eğit-Sen’i örgütlemeye başladık. Çok güzel bir şey oldu aslında. Beni bir sürü okulda dolaştırdılar, Sürgün olarak. O yıllarda en çok yaptıkları yıldırma taktiği, sürgündü. Okullara örgütlenmeye gittiğimizde bazı okullarda bizi kapıdan kovuyorlardı. Öğretmen odasına oturup arkadaşlara anlatırken, bildirileri verirken müdüre haber veriliyordu. Kavga ediyorduk, müdür bizi kovuyordu. Bazı okullarda çok iyi karşılanıyorduk. Arkadaşlar üye oluyordu. Daha öncesinde ben içinde olduğum için zaten Eğit Der sürecinden bildiğim argümanlarla konuşuyordum, bu kolaylıktı. 

Kapıdan alınmadığım, kovulduğum okullara öğretmen olarak gittim. Bir yıl içerisinde üç dört okul değiştirdim. Hep derim, sürgün benim çok işime yaramıştır. Birçok arkadaşı örgütledik. Aynı zamanda da benim kişisel gelişimim açısından da çok verimli olmuştur sürgünler. Bütün yönetmelikleri öğrenmeye, gelen yazıları takip etmeye çalıştım, daha donanımlı oldum. Birkaç yıl içinde biz Sincan’da epey bir örgütlenme çalışması yaptık. Bayağı iyi olduk. Bu süreçte hukuki olarak yönetmelikleri bile uygulamayan müdürler vardı. Daha doğrusu torpille gelmişlerdi bütün müdürler, birçok yönetmeliği de bilmiyorlardı. Öğretmenler de müdür ne derse onu diyordu. Eğit Sen’in Ankara Şubesi vardı Kızılay’da İzmir Caddesi’nde. Hafta sonları gelebiliyordum şubeye. Hem hukukî kazanımlarımızla hem başka kazanımlarımızla ilgili yazılar ve bildiriler geliyordu genel merkezden. Biz de onları okullara götürüyorduk.

Sincan’da Milli Eğitim Müdürleri, öğretmenlerle toplantılar yapıyordu. Ben orada konuşuyordum “Yasal olarak bu şöyledir” diye. Onlar birçoğunu bilmiyordu,  bu da öğretmenler arasında güven verici bir duruma dönüşüyor, üyelerimiz artıyordu. Özellikle hukuksal konularda ve öğretmenlerin haklarını alma konusundaki mücadelemiz üye sayımızı çok artırdı. Örneğin Sincan’ın en sorunlu müdürünün olduğu okula sürmüşlerdi beni. Bir resim öğretmeni arkadaşa, iş teknik derslerini de vermişlerdi ve ücret ödemiyorlardı. Yönetmeliği araştırdık. Normalde branşı dışında ders olduğu için ek ücret alması gerekiyor. Dilekçe yazdırdık ve kazandık. Bununla birlikte birçok okuldaki arkadaşın ek ders haklarını aldık. Bir şey diyemiyorlardı “yönetmeliği uygulayın” deyince. 

O dönemle ilgili hatırladığım eylemlerimizin çok olması. Merkezî Ankara eylemleri. İl dışından geliyorlardı arkadaşlar. O süreçte okullarda iş bırakma eylemlerimiz de çok oldu. Okulları kapatıyor; otobüsleri, trenleri doldurup Kızılay’a eyleme gidiyorduk. 

Öncelikli olarak bir kere okullarımızda henüz eskiden örgütlü olan TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) ve TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası)sürecinden gelen öğretmenler vardı. İlk önce bu arkadaşlarımız -abi ve ablalarımız- hemen üye oluyorlardı. Deneyimlerini aktarıyorlardı bize. Bir de bizim gibi gençler vardı. Kadınlar. Ben 1995’e kadar Sincan’da, -Sincan şube değildi o zaman- Eğit-Sen örgütlenmesi yaptım. Hiçbirimizin bir şey olalım, yönetici olalım, diye bir tutumu yoktu. Bir de ben yeni öğretmenim, gencim. 1995’te 4 Nolu şube olunca ben şube sekreteri oldum. Şube sekreteri olduktan sonra da okul gezilerimize devam ettik. Özellikle yönetici olmamla ilgili kadınları üyeliğe, eylemlere, sendikaya çağırdığım, örgütlemeye çalıştığım zaman bana kadın olarak yaşadıkları zorlukları anlatıp gelememe nedenlerini söylerken “Sen evli değilsindir ki, tabi gelirsin.” diyorlardı. “Evliyim” dediğimde “Çocuğun yoktur tabi ki” diyorlardı bu sefer de. “Yok, çocuğum da var” cevabından sonra “Sizler de gelebilirsiniz” diyordum. Kadınlar çok ilgi gösteriyorlardı. Kadın olarak benim de yapabildiğimi görünce, örnek oluyordum onlara. İş bırakmalarda kadın katılımı çok fazlaydı, özellikle Sincan’dan. Hala da öyledir. O süreçte 90’lı yıllarda belediyenin bir yeri vardı prefabrik. Orayı Eğitim-İş şube iken, belediyeden uzun yıllar kullanmak üzere kiralamış. Birleşme döneminden sonra orayı kullanmaya devam ettik. Prefabrik bir bahçe içerisinde iki üç odalı bir yerdi. Oraya gidip geliyorduk. İyi oluyordu bir mekanımızın olması, uzak da olsa. Salon kısmında okey oynansa da, arada “kaldıralım” tartışmaları yaşasak, da iyiydi.

Yerel anlamda da iyi oldu. Farklılıklarımız olmasına rağmen. Çünkü o zaman için Eğit Sen daha çok sokak eylemleri düzenleyen bir sendikaydı. Eğitim-İş ise daha çok teknik işlerde ustalaşmıştı. Örneğin biz daha el yordamıyla eğitim çalışmalarını ya da uluslararası ilişkileri yürütürken onlarınki daha kurumsallaşmıştı. Uluslararası sendikalarla kadın çalışmaları yapmıştı Eğitim-İş. Bizim henüz yoktu o bağlamda yaptığımız. Onun kitapçığı bile vardı. Yapanlardan biri Meral’di, birlikte de çalıştık daha sonra kadın komisyonunda. 

Yerel düzeydeki çalışma böyle sürerken, Eğit Sen’deyken henüz Ankara şubeydik. Tam emin değilim ama 1992-93’te kadın çalışmalarını tartışmaya başladık. İstanbul’daki arkadaşlarımız Eğit-Sen Dergisine bir yazı yazmış. Kadın komisyonlarının işlevlerinin ne olması gerektiği üzerine. Bu epey tartışma yarattı. Biz de Ankara’da toplanıyorduk, yazı çıkınca çok kalabalık toplanmaya başladık. Elli kadını geçiyordu toplantılarımız. 

Ankara’daki toplantılarımızda birkaç nokta vardı, bu aynı zamanda nasıl olmamız gerektiğine ilişkin de belirlemelerdi. Kadın komisyonlarına erkekler katılacak mı? Biz “Hayır” diyorduk. Erkekler kapıyı açarlar, bakarlar, “Biz de gireceğiz” diye diretirler. Kadın arkadaşlarla tartışırız “Alalım, almayalım” diye. Hem erkeklerle hem kadınlarla, erkeklerin olup olmaması üzerine tartışmalar yürüttük. Birincisi buydu. Bir diğeri de kadın komisyonlarını işlevlerine yönelikti. “Kadın komisyonu yalnızca kadınları örgütler. Kadın örgütlenmesi için kurulmuştur. Kadın politikası mı üretir? Kadın örgütlenmesini nasıl yapmalıdır” gibi tartışmalarımız vardı. En büyük tartışmalarımızdan ikisi buydu. 

Zaten bunlar bizi ayıran tartışmalardı. Henüz pozitif desteğe daha gelememiştik… Adına pozitif destek demesek de şunlar şunlar olmalıdır demiştik… Ama oradan ortak çıkan şuydu, bir plan yapalım. Kadın toplantılarımızı devam ettirelim. Kadın komisyonu olarak çalışmalarımızı yapalım. Kadınlarla bir araya gelelim bir şeyler yapalım, en azından 8 Mart etkinlikleri vb. diye. Böyle planlamalarımız vardı. 

O zaman için 8 Mart henüz sokağa çıktığımız yıllar değildi. Daha salonlarda bile yeni yeni kutlamaya başladığımız yıllardı. Hangi yıldı tam hatırlayamadım ama o yıllarda kadın platformlarıyla yapılan bir panele Ankara Şube adına katılmıştım. Genel konu kadın sorunuydu. Ben de “Eğitimde Kadın” konusunu sunmuştum. Metni hazırladım ama heyecandan başımı kaldıramadım, okudum. Henüz konuşma deneyimim yoktu. Bunun fotoğrafı vardır. 

Yine 90’lı yılların başlarında Çankaya Belediyesi Yüksel Caddesi’ni kadın gruplarına açıyordu. Biz de bir stant aldık, masa verdiler. Hatta kürsü de kuruluyordu. Herkes mikrofonla konuşuyordu. Ben Eğitim Sen’’de yönetici olunca konuşma yapmıştım. Onlar çok güzeldi. Birkaç yıl sürdü sonra bitirdiler. Eğit-Sen adına sonrasında Eğitim Sen adına, yönetime gelmeden önce de katıldığım toplantılar vardı. İHD’de kadın toplantıları düzenliyorduk biz. 8 Mart’lara yaklaşırken. Gelebilen tüm ekiplerin, grupların kadınları geliyordu toplantıya. Feministler de vardı, sosyalistler de, CHP’liler de; farklı düşünen kesimler vardı. Birçok şeyde anlaşıyorduk, en son geliyordu ama 8 Mart’ın adına. 8 Mart “Dünya Kadınlar Günü” mü “Emekçi Kadınlar Günü” mü tartışmasında kilitleniyordu ve platform dağılıyordu. Birkaç yıl dağıldık böyle. Bir de erkekler katılacak mı katılmayacak mı tartışması çok yapılıyordu. Birlikte yapıp yapmama tartışmasında kilitleniyorduk. Ama o iki ayrım noktası dışında çok güzel şeyler konuştuk, birlikte ürettik. Çok iyi olduğunu düşünüyorum yaptıklarımızın. 

Bugün düşünüyorum da, uzun yıllardır süren Ankara Kadın Platformu’nun temeli olduğunu, oradaki tartışmalarımızın bizi geliştirdiğini, birlikte iş yapabilme kültürümüzü artırdığını, kadın bakış açısını birbirimize aktara aktara getirdiğimizi görüyorum. 

Bir de o zaman farklı düşündüğümüzde dağılıyorduk, uzlaşmayı bilmiyorduk, bir yol bulamıyorduk. Belki siyasi geleneklerin, siyasi düşüncelerimizin de etkisi vardı. Karma gruplardan geliyor olmamızın çok büyük etkisi vardı. Henüz bağımsız kadın örgütlenmesi olan gruplar çok yoktu. Sendikaydı, İHD’ydi, partilerdi vs. saatlerce tartışırdık. Güzel anılarımız da var. Ankara’daki kadınların çoğuyla orada tanıştım. Stantlarımız da iyiydi. 

Ben Sincan’da çalıştığım için, yerelde, aktif daha çok kadın vardı, politik geleneği olmayan kadınlar üyeydi. Onlar eylemlere de gelirlerdi ama Eğit Sen Ankara şubede politik kadınlar vardı. Zaten o yüzden çok tartışıyorduk. Diyelim hafta sonu toplantımız var. Yeni üye olan çok politik olmayan kadınlar da geliyordu toplantımıza. Şaşırıyorlardı. Bazen bırakıp gidiyorlardı bazen orada kalıp politikleşiyorlardı. Hepimiz oralarda büyüdük, öğrendik. Eğit Sen’in Eğitim-İş’in Eğitim Sen’in hem iyi hem kötü yönü var. 1980 öncesi örgütlenme deneyimi olan sendikalar bunlar. Sendika üyeleri. Ve biz çok yeniyiz. Öğrencilikten gelmişim. Politik olarak da çok bir deneyim yok. Bilgi birikimi, okuma olarak da kültürel olarak da henüz yok. Yeni yeni okumaya çalışıyoruz. Bu alanda yazılar da çok fazla yok zaten. Ama bizim abilerimiz ablalarımız vardı. Daha çok abilerimiz vardı. Onları dinliyorduk. Onlardan öğreniyorduk. İstanbul için ablalarımız vardı. O yazıları yazanlar, bize bir şeyler söyleyenler, 1980 öncesi feminist gruplarla birlikte yer alan ya da kendi gruplarını sorgulayıp, gruplarından çıkan, feminist kadınlardı. Ankara için böyle bir şey yoktu. Aslında Ankara’yı bizler kurduk, diyebilirim. Ankara’daki politik grubu. El yordamıyla. Düşünüyorum haksızlık etmek istemiyorum kimseye. Birkaç kişi vardı ama İstanbul’da en azından bir söz söyleyip, dergiye bile yazı çıkartabilecek bir politik ekip varken, Ankara’da biz daha azdık.

...

Biz kendi kendimize el yordamıyla. Onlar olmasa belki bunları da tartışamayabilirdik. Çünkü o Ankara’da birlikte olduğumuz kadınlar bir kısmı kadın dayanışma vakfını kurdu bir kısmı üniversitelere geçti, öğretim üyesi oldu. Bir kısmı başka illere gitti. Bir kısmı başka sendikalara gitti. Tıp Fakültesindekilerin hepsi SES’e geçti. İyi bir Tıp Fakültesi grubu vardı. O anlamda da Eğitim Sen  açısından öyle bir şey yok.

1995-96 arası bir geçiş süreci oldu. Altı aylık bir geçiş dönemi. Eğitim Sen adıyla birleşildi. O dönemden Nurhan Akyüz’ü anmak lazım. 6 aylık süreçte de olsa sekreterliği dışında kadınlarla ilgili etkili bir kadındı. Kendisi siyasi hareketi açısından da etkiliydi. Benim üzerimde çok daha fazla, özel bir etkisi vardır. Ben 96 seçimlerinde kendi politik grubumuzda 5 erkek aday gösterildi diye itiraz edip konuşmuştum ve biraz toplantı karışmıştı. Bir gün sonra genel kurul seçimlerinde geri çekilen grubun yerine aday gösterilmiştim. Girmek istemedim çünkü genel merkez için kendimi yetersiz buluyordum, çok büyük bir yer gibi geliyordu bana. Nurhan Abla (Akyüz) “Sen kadınlar adına konuştun ve desteklendin, kadın çalışmalarını yapabilirsin, arkanda kadınlar var, onlara karşı sorumlusun, sana güveniyorum” dedi. Sanırım o yüzden sendika benim için ilk  sırada   kadın çalışmaları zer aldı. 

1995-96 arası Eğitim Sen döneminde yönetim kurulunda hiç kadın yoktu ama genel sekreter olan arkadaşla, Nurettin Aldemir, birlikte bir çalışma yürüttük. Biz birleşince Nurhan abla (Akyüz) döneminde başladığımız kadın komisyonu çalışmasını -ki Nurhan Abla İstanbul’da yazı çıkaran ekipte Şaziye vb.- devam ettirdik. 95-96 arasında merkezde bir kadın komisyonu kurduk. Ankara’da bulunan Eğitim-İş’ten Meral (Serinyel), ben, Yaşar (Tarakçı) ve birkaç arkadaş daha komisyonda çalışmaya başladık. Öncelikli olarak kadın komisyonu yönetmeliğine ihtiyaç olduğunu fark ettik. Çünkü şubelerde sorun yaşanıyordu. Kurmak isteyen arkadaşlar vardı, merkezden bir şey gitmesi gerekiyordu. Ben o süreçte Sincan’da şube sekreteri olmuştum. 

Hala profesyonel değiliz unutmamak lazım. Hem okula gidiyorum, Sincan’da yaşıyorum, evim orada, çocuğum orada hem şube çalışmaları yapıp okulları geziyorum hem de genel merkezde kadın çalışması yapıyorum. Bireysel olarak şunu söyleyebilirim annemle çok yakın oturduğum için çocuk bakımını bir kadın üzerinden yürüterek tüm bunlara zaman ayırabiliyordum. 

O süreçte biz bir kadın komisyonları yönetmeliği çıkardık. Çok tartıştık. Hem kadınları koruyan hem de komisyonu koruyan yönetmelik olsun diye. Temel gerekçesi şuydu: Kadın komisyonları genel merkezde de olur şubelerde de oluşturulur. Yalnızca kadınlar katılır çalışmalarına. Şubede bir kadın varsa ona bağlı olarak, yoksa genel sekretere bağlı olarak çalışmalarını yürütür, diye yönetmeliğin temelindeki şartları saptamıştık.  Aslında halen de o yönetmelik geçerli, çok sağlam yapmışız demek ki! 

Bu yönetmelik, kadınların elini çok kuvvetlendirdi. En azından kavga dövüş olsa da merkezden yönetmelik gittiği için erkekler toplantılara girmiyordu. Sonrasında bir planlama yaptık. Yıllık plan gibi bir şey. Özellikle 8 Mart haftası şubelerde -hala sokak ayağı yok o süreçte- paneller, büyük toplantılar düzenlenme kararları aldık. Çok katılımlı toplantılar düzenlenmeye başlandı. Biz kadın komisyonu olarak merkezî görev aldık. 8 Mart öncesi illere gitmeye başladık. Hatta bazı öğretim üyesi arkadaşlarımızı, bu alanda çalışma yapmış kadınları yönlendirdik. O dönemde iyiydi. Az çok temellerin oluştuğu. Bir de Eğitim-İş’ten gelen arkadaşlarla eğitim çalışmalarını nasıl yaptıklarını konuştuk, biz de yapalım, dedik. Bir kitap çıkarmışlardı, tecrübe oldu bize. Genel kurul önceleri bütün kadınlarla toplantılar yaptık, bir bütün olarak davranabilmek, önergeler hazırlamak için. Kadın komisyonlarından gelenlerle merkezî bir toplantı yaptık. Seçim öncesi yapmıştık çok etkili olmuştu. Kadınlar güçlenmişlerdi. Ama yine de gruplarımızı aşamıyorduk.

1996 Haziran’ından 98 Haziran’ına kadar genel merkezde mali sekreter, 1998-2000’de yurt içi ilişkiler sekreteri oldum. Bu dönemler yönetim 9 kişiden oluşuyordu. Aynı zamanda Kadın Komisyonlarından da sorumlu yöneticiydim. İki sekreterlik birlikte yürütüyordum. 

KESK’in  denetleme kurulunda görev aldım. O süreçte hatta onun neredeyse bir yılı KESK yönetimi gibi oldu. KESK kadın sekreteri gözaltına alınınca, cezaevine girince, Songül cezaevine girince, ben denetlemedeydim. Orada bütün toplantılara katılma, organize etme, KESK dergisini çıkarma falan, Kadın Dairesi’nden arkadaşlarla birlikte aktif görev aldım.

Kadın Dairesi tartışmaları 90’lı yılların sonunda başlamıştı. Eğitim Sen’de oluşsun diye çok uğraştık. Ben 1999 yılında Seyhan Erdoğdu’ya, Serpil Üşür’e, Türk-İş Kadın İşçiler Bürosu’na vb. yazılar yazıp “III. Olağan Genel Kurul kararımız gereği Genel Merkezimiz bünyesinde bir Kadın Dairesi oluşturacağız. Kadın Dairesi’nin amaçları, işlevleri ve oluşumu kadın komisyonlarının nerede olacağı,  ilişkileri konusunda sizlerin görüşlerini almak istiyoruz.” diye görüş istemiştik. Eğitim Sen’de olmadı ama KESK’te Kadın Dairesi kuruldu. 

2000’li yıllarda ben hem KESK Denetleme’de hem de Kadın Dairesi’nde aktif çalıştım. 2014’te değiştirilen tüzükle birlikte KESK’te KESK Kadın Meclisi oluşturuldu. Orada da görev aldım. KESK’in ve Eğitim Sen’in tüzük komisyonlarında, kadın kurultaylarında ve sempozyumlarda, eğitimlerde vb. hep aktif görevler aldım.

1990’lı yıllara dönersek, genel merkez yönetimine girince kadın komisyonlarından sorumluydum hep yoğun çalıştık ama en aktif çalıştığımız dönem demokratik eğitim kurultayını düzenleme dönemiydi. Her hafta toplanıyorduk. “Kadınlara yönelik bir bölüm hazırlayalım” dedik. Eğitim Sen olarak bir rapor hazırladık, Adana Şube, öykü kitaplarındaki cinsiyetçiliği incelemişti, bir başka şube başka bir konuyu hazırlamıştı ve biz ayrıntılı olarak merkezi çalışmamızı da birleştirip kurultayda sunulmak üzere çok güzel bir makale çıkardık. Ve o makale Eğitim Sen’in temel argümanı oldu. Bundan sonra üretilen her şeyi onun üzerine ekledik.  Ama çok güzeldi her Çarşamba toplanıyorduk. Bittikten sonra bir yere oturuyorduk. Çarşamba bize aitti. Orada her gruptan arkadaş vardı. Kadın komisyonlarında erkeklerin olmasını savunan arkadaşlar da vardı. Onlar da dönüştü bu süreçte. 

Şunu gördük, iş yapmaya başladığımızda aynı şeyleri düşünüyorduk, üretiyorduk. Kurultaya kadar hiç sorun çıkmamıştı. Ne zaman ki politik tartışmaya giriyoruz o zaman kendi içimizde tartışmalarımız, kavgalarımız oluyordu ama iş yaparken çok güzel ve verimliydik. Planlı, programlı çalışıyorduk; sürekli kendimizi sorguluyorduk, değerlendiriyorduk; birlikte öğreniyorduk ve sürekli bir araya geliyorduk şubelerdeki kadınlarla. Basın yayın ayağını oluşturmak gerekiyor. Eğitim çalışması yapmak gerekiyor. Eylem ve etkinlikler yapmak gerekiyor diye. 

Hep yıllık plan hazırlıyorduk Eylül’den itibaren ve bunları şubelerle paylaşıyorduk. Eğitim, yayın ve eylemlilik, temeldi programımızda. Bu programı zaten şubelerden gelen kadınlarla oluşturuyorduk. Eğitim Sen’de ilk eğitim çalışmalarını başlattık. 1997 yılında Eğiticilerin Eğitimini başlattık. Yurtdışından Norveç Sendikası ile ortak eğitim çalışmalarına başladık. Özellikle KASAUM (Ankara Üniversitesi Kadın Sorunlarını Araştırma ve Uygulama Merkezi) bu konuda bize çok destek oldu. Kadın kurultayları öncesi kadınları topluyorduk. Kadından sorumlu sekreterleri topluyorduk. O toplantılardan kadın sekreterlerimiz, yönetim kurullarına girecek kadınlar çıktı. Elif (Akgül) olsun, Zonguldak’tan Serpil (Açıl Özer) olsun başka çalışan arkadaşlar hep o çalışmalarımızdandı. KESK’in aktif kadınları hep o çalışmalardan çıkmıştır. 

Eğitim Sen’in çalışmaları hem KESK’e hem KESK’teki diğer sendikalara da örnek oldu. Maddi problemler esastı ama KESK’te çalışma yaptık. KESK’te de Hatice Pehlivanoğlu vardı kadın sorunları konusunda duyarlı bir arkadaştı. Sevil vardı genel sekreterimiz. Onlar birlikte iyi kadın dayanışması yapıyorlardı yönetim kurulunda, benim öyle bir şansım yoktu. KESK’teki kadın çalışmaları daha rahattı. Eğitim Sen biraz daha geriydi. 

SES (Sağlık  ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) o dönem başladı eğitim çalışmalarına. Bizlerle görüşme yaptı, ne yapalım, sizin deneyimlerinizden yararlanalım, diye. Hatta daha sonraki yıllarda Eğiticilerin Eğitimini yaptığımızda temel perspektifimiz şuydu sendika olarak: Buradaki eğitimleri alan kadınlar diğer sendikalarda da kadın eğitimlerine katılsınlar. Diğer sendikalarda da önayak olsunlar, onlara eğitici yetiştirsinler. Öğretmen olunca daha kolay ve çabuk oluyor bu işler. 

1996-1998 arası aslında çok yoğun baskılarla maruz kaldığımız bir dönemdi ama çok fazla da iş ürettiğimiz bir dönemdi aynı zamanda. 1998-2000 arası biraz daha rahatlamıştı ama 1994’lerden başlayan faili meçhul cinayetler, şube kapatmalar… Çok üyemiz öldürüldü. Sürgünler had safhadaydı. Özellikle Diyarbakır’dan. Diyarbakır’dan alıp Yozgat’ın bilmem ne köyüne veriyorlardı. Diyarbakır şube başkanımız, kadın komisyonlarından sorumlu olan kadın arkadaşlarımız köylere veriliyorlardı özellikle. Mühürleniyordu sendikalarımız. Biz mühürleri kırıyorduk. Hatırlıyorum. Muş’a gittik. KESK’ten, sendikalardan arkadaşlarla. Mühürleri kırdık içeri girdik. Urfa’ya gittik. Takmıyorduk onları. Kırıp içeri giriyorduk. 

İşin ilginci de çalışıyoruz; öğretmeniz, doktoruz, maliyeciyiz… Bir taraftan okulla didişiyorsun. Bir taraftan raporlarla, izinlerle halletmeye çalışıyorsun. Bir taraftan öğrencidir, diyorsun, derslere  girmek istiyordum. Fiziki olarak tabi çok yorulduğum ve yıprandığım bir dönemdi, özellikle Sincan’dan her gün Kızılay’a gidip gelmek çok yorucuydu benim için. Sabah altı  evden çıkıyordum gece on ikide dönüyordum. Şimdi düşünüyorum da ne enerji varmış. 

Bir 8 Mart haftasını hiç unutamam. İlk defa İstanbul’da sokağa çıkacağız, 1997-1998 olabilir. Ve ben sekiz gece otobüste uyudum. Önce Antalya’da panele gittim. Oradan Hatay’a geçtim. Oradan Ankara’ya geldim. MYK vardı katıldım. Tam o gün kızımın doğum günüydü. 5 Mart. Doğum gününe katılıp Trabzon’a gittim. Oradan İstanbul’a. Ama çok güzeldi, zevkliydi. 

Bir de o 8 Mart sendikada beni çok yıprattıkları bir 8 Mart’tı. İstanbul’da kadınlar -kadın platformu diyelim adını tam hatırlamıyorum- bir araya gelip ortak bir miting yapmaya karar vermişler. İlk defa çıkılacak sokağa. Bu mitingde kürsüden hem Türkçe hem Kürtçe metin okuma kararı almışlar. KESK de platformun içinde, örgütleyicisi. Bununla ilgili KESK’ten Eğitim Sen’e bir yazı geldi. Süreç söyle işlerdi. Ortak ya da ayrı yapılacak eylem ve etkinliklerle ilgili KESK bir metin çıkartır, bütün sendika genel merkezlerine gönderirdi, Eğitim Sen de bu metni konuyla ilgili sekreter ve genel sekreterin imzası olan bir üst yazıyla şubelere gönderirdi. Değiştirmezdi. Genel sekreter yoksa başka bir sekreter imza atardı. KESK, kadın eylemi ile ilgili bu yazıyı bize gönderdi. Hafta sonuydu genel sekreter yoktu. Kaybettiğimiz sevgili hukuk sekreteri arkadaşımız Müslüm Şahin ile birlikte imzayı attık, yazıyı şubelere gönderdik. Aman tanrım, Şubelerde bir veryansın! Birçoğunda sümenaltı edilmiş. Sorun, Kürtçe metin. “Siz nasıl böyle bir yazıyı gönderirsiniz.” Genel merkezde toplantı yaptık bir gün sonra. Nasıl üzerimize yükleniyorlar. Benim yaptığım bir şey yok burada. İçeriğini zaten savunuyorum ama teknik olarak bugüne kadar yaptığımızın aynısını yaptım. KESK’ten gelen yazıyı imzaladık gönderdik. Kıyamet koptu. Beni çok yıprattılar. Ben o yönetimde yer aldığım müddetçe çok yıprandım. Her kararı geçirene kadar çok zorlandım. 

Bütün kararları düşünüyorum da kadınlarla ilgili rahatlıkla geçen bir kararı hatırlamıyorum. 

Çok zorladılar. Başka kararlarda sormadıkları, zorlamadıkları şeylerle, benim kararlarımı didik didik ettiler. 

Eğitim çalışmalarında müdahale etmeye çalıştılar. 

Yayınlarımızın cümlelerini didik didik okudular, eleştirdiler, sözcükleri çıkarmamı istediler ki o dönem çok fazla bildiri, dergi vb çıkıyordu onları hiç böyle incelemiyorlardı, hatta birçok arkadaş okumuyordu bile. Hepsini ben okuyordum, yazım noktalama açısından düzeltiyordum. Ama bizim yayınlarımızı önceden ister ayrıntılı okurlardı. 

Birkaç sefer toplantıdan çıkıp ağladığımı hatırlıyorum. Çok zorlandım, bunaldım. İki kadındık yönetimde ama diğer arkadaşın kadın bilinci yoktu. 1998-2000 arası biraz daha rahattım. Hem örgütte kadın çalışmalarını oturtmuştuk, hem de Zeliha arkadaş daha duyarlıydı. Birlikte çalıştık. Sadece MYK’da değil şubelerde de kadınlar zorluklar yaşıyorlardı. 

Benim merkezden gönderdiğim birçok yazı, (ilk yıllarda) kadın komisyonlarına ulaşmıyordu. Ya önemsenmiyor ya da –bu daha tehlikeliydi, karşı çıkıldığı için kadınlara iletilmiyordu. Yazıyla ilgili ayrıntı ya da bilgi benden istenmiyor, MYK’dan başka bir sekreter (erkek-grup aidiyeti) aranıp ona soruluyordu. Geriye dönüp baktığımda şöyle bir şey de düşünüyorum kendi adıma: Tamam, bir erkek egemenliği vardı. Erkek egemenliğiyle başa çıkmak çok zordu. Bununla uğraşıyorduk. Eğitim Sen’in diğer sendikalara göre yapısı daha erkek egemen ve daha sert daha zordu. 

KESK’te Hatice (Pehlivanoğlu) hiç zorlanmıyordu. Ben zorlanıyordum. “Herhalde kendi adıma yeteri kadar sert değildim” diye düşünüyorum. Tek başına o muydu? Biraz daha sert çıksam, şu anki durumumla düşünüyorum. Şu an yönetimde yer alsam, kesinlikle o kadar ezilmem. Aynı ekiple, aynı biçimde yer alsam bile. O zaman çok gençtim, yirmi dokuz yaşındaydım, çok deneyimsizdim ve karşımdaki erkekler daha önce de politikada bulunmuş, benden büyüktüler. Bazen neye, nasıl karşı çıkacağımı, nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Hep savunma pozisyonundaydım. Bu çok kötü bir şey. Evde de ilişkilerde öyle yaşarsınız ya hep savunma pozisyonu. Hep açıklama, hep bir şeyi yorumlama. Ayrıntılarına kadar anlatma. Bir de masaya vurmak, erkek egemen tarzdır. “Bunu yapma, sert olma” gibi tarzımız vardı. Biraz daha anlatarak, öğreterek belki de… Bunu yapmaya çalışıyorsun, kızmadan, kırmadan onların anlamasını ve gelişmesini sağlıyorsun. Ama bunu yaparken yıpranıyorsun. Diğer taraftan da acı da olsa öğreniyorsun. Neyse ki, ben tarzımı hiç değiştirmedim, sadece daha donanımlı oldum ve güçlendim.

İşin en kötüsü bazı kararlar da geçmiyordu. Başka yerlerden müdahale olunca, vb. zorla geçiriyorduk. KESK’ten bir müdahale ya da siyasi olarak bazen bir müdahale işime yarıyordu o anlamda.

KESK’in ilk kadın kurultayını çok aktif düzenleyenlerden biriyim. Kitabı ben dizdim. Ellerimle. Üniversitede okuyabilmek için dizgicilik yapmıştım, hızlı yazıyordum. Ankara’da olduğu için salonun ayarlanması, kadınların konaklamaları, yemek vb. Bütün organizasyonu ben yapmıştım merkez komisyonumuzla birlikte. O da çok güzel bir şeydi. İlk defa farklı sendikalardaki kadınlar bir araya gelmişti. Öncesinde her sendika kurultay yapsın demiştik. Eğitim Sen çok rahat yapabilirdi ama ekip olarak KESK’e ve öncesindeki DEK’e yoğunlaştık. Tüm Maliye Sen kurultayını yaptı. Merkezî bir şey değildi bizimki de, çünkü biz kadın toplantılarını sürekli yapıyorduk, elimizde hazır materyallerimiz vardı. En büyük açmazlardan biri şuydu. KESK’te bir kadın sekreteri var. Altındaki hiçbir sendikada kadın sekreteri yok. Biz bütün sendikalarda kadınlar olarak, özellikle Eğitim Sen’dekiler olarak birincil hedefimizin kadın sekreterliği kurulması olması gerektiğini söylüyorduk. Üstte mekanizması var altta yok. Havada kalan bir şey. KESK’teki kadın sekreterinin de işini zorlaştıran bir şeydi. Buna çok uğraşmıştık ve 2000’de Eğitim Sen’de kadın sekreterliğini geçirdik. Elif’e (Akgül) devrettim. Hayatımın en mutlu anlarından biriydi. 

Kurulduğundan beri mücadele ettiğim bir şeydi. Kotayı geçirememiştik, kadın dairesini geçirememiştik –ki o da ana hedeflerimizdendi ama kadın sekreterliği kurunca devamı gelir diye düşündük, öyle de oldu. Elif geldiğinde -dedim ya benim komisyonlardan şube yönetiminden gelen arkadaşımdı, çok da severdik birbirimizi, o da önce nasıl yapacağım telaşına kapılmıştı, “sen buradasın değil mi, yardım edeceksin değil mi” demişti. “Tabi ki” demiştim. “Birlikte çalışırız, ben her konuda destek olurum, zaten komisyonumuz da devam eder” demiştim. Ama yönetime geldiğimde yönetim kurulunda bazı erkek arkadaşlarımız özellikle de genel sekreter, Elif kadın komisyonunu söylerken bana kota koymuşlar. Benim komisyonda çalışmamın istenmediğimi söyledi Elif; direnmiş ama başa çıkamamış. Ben komisyonda yer almayınca,  kadın komisyonunda yer alan diğer arkadaşlar da protesto ettiler ve hiçbiri komisyona gelmedi. Güzel bir kadın dayanışması vardı ama Elif açısından çok kötü olmuştu. “Nasıl kota koyabilirsiniz?” dediler. Niye o kadar tehlikeli görüldüğümü de anlamış değilim. Elif bir dönem çok zorlandı. Telefonla konuşuyorduk. Sonra yanına yardımcı bir uzman aldı. Biz zaten kadın uzman olması gerektiğin savunuyorduk. Bir arkadaşla birlikte çalışmaya başladı. Fena olmadı ama hala da söylüyorum komisyonsuz iş profesyonelliğe dönüyor ve ayakları olmayan bir işe dönüşüyor. Biz her zaman kadın komisyonlarının olması gerektiğini söyledik çünkü yatay örgütlenmelerin olması gerektiğini savunmuştuk. 

Sonrasında KESK İstanbul’dan Ankara’ya taşındı. O da büyük bir etki oldu. Ankara’ya taşınınca Ankara’daki kadınlar olarak çalışmaya başladık. O ara ikinci çocuğumu yaptım, on beş yıl sonra. O birazcık büyüyünce 3-4 yaşındaydı herhalde KESK’in denetlemesine girdim. Aslında o dönem şöyle de bir şey var. Yönetim için gireceğim deseydim, girme olanağım vardı. Bana sormuşlardı “Sen misin aday?” diye. “Yok” dedim ben, “Çocuk küçük.” “Denetleme Kurulu’nda görev alır mısın o zaman” dediler, kabul ettim. İyi ki de etmişim. O süreçte denetleme dışında da kadın sekreterine yardım ediyordum. Birlikte bir şeyler yapıyorduk. Hele cezaevine girince, ister istemez işin içinde oldum. Orada bir kadın dairesi oluşturduk. Bu oluşunca da Deniz (Derinyol), Leman (Kiraz), Yaşar (Tarakçı) birlikte çalıştık.

2000’den sonra biraz daha yasal süreç doğrultusunda bazı toplantı ve işlerde, denetleme kurulu üyesi olunca işler kolaylaşıyordu. Vaktim vardı gidiyordum, çalışıyordum. Bu süreçte 8 Mart kadın dergisini çıkardık. KESK’in ilk kadın dergisi. Sonrasında devam ettirdik, 25 Kasım’da da çıkardık. Onu çıkarana kadar çok zorlandık ama. KESK’in büyük boy gazetesi çıkıyordu, “O boyutta çıkaralım özel sayı olsun, hiç olmazsa” dedik. Leman’la (Kiraz) ikimiz resmen pazarlık yaptık, yeter ki yazılı bir şey çıkaralım diye. Kadın sekreteri gelince dergiye dönüştürdü. Sonrasında da KESK’in örgütlenme şeması değişti. Karar alma organı değişti. Yürütme kurulu ve genel danışma meclisi oluştu. Mecliste görev aldım bir dönem. Meclisin içinde daireler oluşturuldu. Biz de kadın dairesini oluşturduk. Kadın dairesinde aynı zamanda diğer kadın sekreterleriyle de toplanıyorduk. Onlar da vardı. O dönemde de iyiydi. Birlikte üretiyorduk, kadın dairesi olarak çalışmalar yürütüyorduk. Ama aksiliklerin olduğu bir dönemdi. Yapmak istediğimiz birçok şeyi yapamadık. En çok yapmak istediklerimizden biri Kadın Eğitimleriydi. KESK’in genel meclisine kadın erkek karışık bir eğitim vermekti. Bu eğitimi düzenlemeyi istemiştik, planlarımız arasındaydı. Yine bütün sendikalarda kadın sekreterliğini oluşturmak en büyük hedeflediklerimizden birisiydi. Eğitim kısmını çok yapamadık. Diğer kısımlar zaten rutin gidiyor. Bir dönem Canan’dı (Çalağan) onun yerine başkası. Handan (Çağlayan) yalnız kalmıştı. Biz birdenbire eski kadın komisyonumuz toparlanıverdik: “Birlikte şunu şunu yapalım”. Kendiliğinden oluşan ve iyi de bir kampanya örgütlemiştik o zaman. Çok iyi olmuştu. Bu süreçte KESK’te şöyle bir gelenek oluştu: “Birilerine bir şey olsa da olmasa da biz kadın çalışmasını yürütebiliriz.” Bu potansiyelimiz var. Bugüne kadar da bunu gösterdik. Belki şu an için o zaman çok uzağında duran arkadaşların Deniz gibi mesela, “Ben boşum, emekliyim” deyip yer alması ya da “Benim hiçbir yerde görevim yok” diye gelip gitmeyenlerin “Ne yapabiliriz” demesi sanırım ilk zamanlarda oluşturduğumuz birlikteliklerin uzantılarıydı. En az on kişi bir araya gelebiliriz. Bence en büyük kazanımlarımızdan biri  kadın dayanışmasıdır. 

Kendi aramızda kadın ağı kurduk. Hatta son dönem ihraçlarla birlikte,   kendini ilk toplayanların, kadın olduğunu görüyorum. Hemen ilk organizasyonları  yapanlar, kadınlar. İzmir’de, Ankara’da, daha başka  yerlerde de “Hemen ne yapabiliriz” diyen kadın dayanışmasıyla bir araya gelindi, toparlanıldı. Tabi ilk elden yıllardır bildikleri kadın işleri yapılmaya başlandı. Yemek yapmaktır, örgü örmektir, ama sonuçta yavaş yavaş bu evriliyor. Çünkü en hızlı yapılabilecek bir şeydi. Bu süreçte çok da iyi şeyler çıkacağına, ilerde de çıkacağına inanıyorum. Bunlar hep bizim dayanışmamızın, örgütlememizin, birlikte öğrendiğimiz kadınların çıkardıkları şeyler.

Hiç unutmam Ankara Lisesi’nde çalışıyorum. Norm Kadro Yönetmeliği çıkmış. Kimse bir şey bilmiyor. Biz yönetim olarak bu konuda bir kitapçık çıkarmıştık, eylemler yapıyorduk. Araştırmışız, içini dışını biliyoruz. Müdür yardımcısı dedi ki “Sana bir hafta izin, git kurtar, norma giren arkadaşlarını. Nasıl ayarlıyorsan ayarla.” Halbuki o müdür yardımcısı benimle çok uğraşmıştı başlarda, Sincan’dan geldiğimi bildiği halde, sabah 8.00-8.45’e bir saatlik ders bile koymuştu programıma. Yönetmelikleri biliyorum diye her tür yetkiyi verir hale geldi ilerleyen zaman içinde. Ayrıca “Sen her yerde aynı konuşuyorsun, hiç çekinmiyorsun” demiş ve artık bana sorun çıkarmaz olmuştu. Sendikalı olarak, bütün yönetmelikleri, bütün hakları bildiğim için zaten güçlüyüm.  “Bana bunu yapamazsınız, benim şu şu haklarım var” deyince, orada duruyorlar. Aslında kendileri de bilmiyordu. Bu benim için  bir “bilgi güçlenmesi”ydi. Bu anlamda da kadınların güçlenmesi için, eğitimlerle kadın olma bilincinin yanı sıra, başka  bilgileri de öğrenmenin önemli olduğunu düşünüyorum. 

Yazıları okurdum, neyi nasıl yapacağımıza ilişkin. Bizim açığımızı arıyorlar. Ben de yönetmelikleri bildiğim için hiç açık vermedim. Okuldaki öğretmenliğim konusunda hiç açık vermiyorum. Derse girmek, dersi işlemek… hepsini.. Öğrencilerle de velilerle de ilişkim çok iyi olduğu için oradan tutturamıyorlardı. Çünkü bir şey olduğunda öğrenciler veliler arkamdaydı. Böyle bir desteğim vardı, idare birşey yapamıyordu.

Geriye dönüp baktığımda KESK’li kadınlar olarak biz epey söz ürettik. Böyle değerlendiriyorum. Tabii ki eksik yanlarımız oldu. Ama sürekli bir mücadele içerisinde ürettik bunları. Hep mücadele ettik. Hiçbir şey hazır gelmedi bize. Hem kendi içimizde hem kendi dışımızda mücadele ettik. Mekanizmalar olarak eylemliliklerimiz bize çok güç verdi. Pantolon giyme hakkını kazanmamız en büyük başarılarımızdan biridir. Sendikaların ilk kurduğumuz günlerden itibaren kadınların en büyük sorunlarının başında pantolon giyememe ve doğum izinlerinin azlığı geliyordu. Biz mücadelelerimizle ikisini de kazandık. Bu KESK’li kadınların başarısıdır. Hatta doğum izinlerini ilk kullananlardan biri de benim. 

Kadınların ayrı olarak yaptığı 8 Mart etkinlikleri, 25 Kasım’lar da bizler sayesinde yaygınlaştı. Hele 25 Kasım Türkiye’de pek bilinmiyordu, 1997’de 25 Kasım hakkında  Eğitim Sen’de bir bildiri çıkardık. Önlü arkalı. O iki sayfaya her şeyimizi yazdık. 8 Mart’larda ve 25 Kasım’larda, uzun yıllar hep öyle çıkardık. Onu çıkarabilmek, MYK’dan geçirebilmek bile bizim için büyük başarıydı. Daha sonraki yıllarda 25 Kasım da, 8 Mart gibi özel bir gün oldu. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü Eğitim Sen çok geniş bir kitleye ulaşıyor. Ülkenin her yerinde şubesi var, en önemlisi de ulaşmadığımız okul neredeyse yok. Bildirilerimiz, dergilerimiz her yere gidiyor, öğrencilerimiz bile okuyordu. 

Dünya Kadın yürüyüşünde çok aktif yer aldık. İlk dünya kadın yürüyüşünün bütün ön çalışmalarını yapmıştım. Bir yıl önceden başlamıştım. Onun bildirileri, afişleri.. Haziran’da seçimler oldu. Elif’e (Akgül) devrettim. Devamını Elif yürüttü. Dünya Kadın Yürüyüşü’ne gitmek isterdim ama MYK kotası nedeniyle bir yıl boyunca aktif örgütlediğim bir eyleme gidemedim, çok üzülmüştüm. Bir de beni Norveç’e göndermemişlerdi, o da içimde uktedir. Neyse, devam eden bir kadın mücadelesi var.  

KESK’ten emekli olan kadınların birçoğu hala kadın mücadelesi yürütüyor. Bağımsız olsun, partilerde olsun. Burada da damgaları var. Bu anlamda önemli kazandıkları. Ama yine de mesela o kurumsallığın verdiği bir şeyle… KESK’li kadınlar, kadın çalışmalarını yürütürken, bir yerde zorlanıyoruz erkek gruplarıyla birlikte. Feminist gruplarla çalışma yaptığımızda ya da bağımsız kadın gruplarında yer aldığımızda, eksiklikleri hissediyorsunuz. Ben hissediyorum başka arkadaşlar da hissediyor. Daha kurumsal ve erkeklerle mücadeleden gelmişiz ya, bazen daha geri düşünebiliyoruz. Bazen de daha farklı. Yapılması gerekenler açısından, iş çıkarma açısından daha yetenekliyiz, iş becerme açısından. 

Ama kadın bakış açısından feminist arkadaşlardan ya da kendimize feminist bile desek, biraz daha geri düşünebiliyoruz. “Ama”yı daha çok kullanıyoruz nedense, ben kendimi yakalıyorum. Alışmışız ya “Erkekler ne der?, Örgütler ne der?”, daha özgür olamıyoruz. Belki tam kopunca mı özgür olamıyoruz. Kendi adıma böyle, susuyorum zaman zaman. 

KESK aslında kadınları çok güçlendirdi, hem dışarda hem içerde. Erkekleri ne kadar dönüştürebildik? Bu konuda aslında tam istediğimiz yerde değiliz. Kadınlar açısından daha iyiyiz ama! 1990’larda ilk koyduğumuz hedeflere baktığımızda, kadınlar açısından daha iyi yerde olduğumuzu düşünüyorum. Kota konusunda, Kadın Dairesi konusunda, Kadın Sekreterliği konusunda, ben konuşurken beni destekleyen iki üç kişi varken, bu gün için en azından kadın arkadaşlarımız çok daha rahatlar. En azından kadınlar düşünüyorlar. KESK’teki bütün kadınlar, kadın mücadelesinde aynı yere geldik gibi. 

Ayrımlar tabii ki olacak. ‘Bakış açısı’ bağlamında söylüyorum. Ama erkekler konusunda aynı yere gelemedik. Serpil Üşür (Sancar) 1996 yılında Enerji Yapı-Yol Sen’de, kadın erkek karma eğitim yapmıştı. Çok zor geçmişti. İlk dönemlerde yaptığımız birlikte eğitim çalışmaları ve benzerleri hayal kırıklığı yaşattı bize, adım atmakta zorluk yaşattı. Başka etkileri de olabilir. Sonrasında erkekler “susmayı” öğrendiler mesela. Eskiden susmuyorlardı. Susmayı öğrendiler ama ne kadar değişim, dönüşüm yaşadılar o konuda çok emin değilim. Ve hatta bazen olur olmaz yerlerde, olmadık çıkışlar yaptıklarını ya da yapabileceklerini düşünüyorum. Özellikle eskiler açısından. Yenileri çok bilmiyorum. Yeni üyeler ne durumda bir şey söyleyemeyeceğim.

Biz kadınlar el yordamıyla bir şeyler yapmaya çalıştık. Daireler de kuruldu, meclisler de. Bir sürü komisyon vardı, tek Kadın Komisyonu çalıştı aktif ve sürekli olarak. Bu sendikalarda hep çalışan komisyon, çalışan daire, adı ne olursa olsun, çalışan her zaman için kadınlardı. Halen örgütlenmede, iç örgütlenmeleri, yatay örgütlenmeleri; okullarından, hastanelerinden, iş yerlerinden getirdikleri örgütlenmelerini yürütüyorlar. O yüzden kadın dayanışmasının, erkek dayanışmasından daha güçlü olduğunu düşünüyorum ama sözlerimizi üretebileceğimiz mekanizmalar bağlamında,  farklı daha neler yaratabilirdik, diye düşünmeyi de bırakmıyorum. 

Şu süreçte en çok dayanışmayı yarattığımızı görüyorum aslında. Ben ne zaman sıkışsam, ne zaman başıma bir şey gelse her konuda kadın dayanışmasını yanımda hissediyorum. MYK’da olduğum dönemde de, sonrasında da arkamda hep kadınlar vardı. Çok güçlüydüm. O süreçte birlikte dayanışmayla güçlenen kadınlar da aynı dayanışmayı gösterdi. O süreçte birlikte ürettiğimiz arkadaşlarımızın hepsi o dayanışmayı gördü ve klasik “yönetici” gibi bakmadı. Üstten bakmadı, eşit gördü kendisini. Sendika yönetimlerinde olmasalar da sendikanın hep bir yerlerinde çalıştı, çalışıyor kadınlar. Birçok erkek arkadaşımız yönetimlerden ayrıldıklarında sendikanın işlerinden de ayrıldılar, “önemli” işler, toplantılar dışında göremiyoruz onları. Ama biz hala buradayız. Kapıdan kovsalar, bacadan giriyoruz çünkü bu sendika bizim.

Menü POPUP