Derfeta axavtina li ser perwerdeyê
Dema ku ez di sala 1992an de ji Şaxa Diyarbekirê derketim, hejmara endaman ji 700î derket 2500î. Sendîkaya me her çiqasî bi awayekî fermî nebû jî, rewa bû. Di serdema min de 26 mamoste hatin kuştin. Min ji bo parastina mamosteyan 23ê cotmehê roja înê ji rayedarê Perwerdeya Neteweyî daxwaza hevdîtinekê kir.
Waliyê Rewşa Awarte (OHAL) ji Gerînendeyê Perwerdeya Neteweyî dixwaze ku hevdîtinê betal bike. Ji mala min heta Midûriyeta Perwerdehiya Neteweyî her der bi panzer û tîmên taybet tije bûbû. Destûr hat dayîn ku tene ez bi Gerînendeyê Perwerdeya Neteweyî re hevdîtinê bikim. Dema me hevdîtin dikir 14 mamoste hatin derbkirin û binçavkirin. Bi derketinê re min baz da, ez çûm cem walî. Wî ji min re got, „Here malê. Hevalên we wê werin berdan.“ Ez tu carî rûyê wî ji bîr nakim. Min hest kir ku awirên wî ji min re digotin, „Dev ji van tiştan berde, tu çi dikî!“
Ji wê rojê û pê ve jiyana min qet wek berê nebû. Pêşî çend heval hatin gulebarankirin. Di 13ê Çilê de hevserê min hat kuştin. Piştî roja ku hevserê min hat kuştin, ez careke din neçûm dibistanê. Min bawer dikir ku şoreşa sedsala nû wê bi perwerdeyê pêk were. Lê derfeta axaftina li ser perwerdeyê jî qet nebû.
Sendîkaya Kedkarên Perwerde û Zanistê (Eğitim-Sen)
Amed, salên 1990î
Bi Nebahat Akkoç re hevpeyvîna dîroka devkî di sala 2017an de hat kirin.
Wêne: Nebahat Akkoç, ji aliyê çepê ve ya duyemîn, atolyeya dirûtinê ya KAMERê, Amed 2017
Birkaç gün önce altmış üç yaşına girdim. Bekarım. İki çocuğum, üç torunum var. Öğretmenlik yaptım yirmi iki yıl. Yirmi yıldır da kadın çalışmasındayım. Yirminci yıl doldu.
Eğitim Sen’in Diyarbakır’daki, çalışmalarına zaten katılıyordum, 1991’in sonu 1992’de yönetim kuruluna girdim. 1980 darbesinden önce de aslında sendikal çalışmaları izleyen birisiydim ben. Hatta 1970 yılı mıydı? TÖS’ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) bir büyük grevi vardı. O grevde bizi okullara, grev yapanların yerine, stajyer öğretmen olarak almak istemişlerdi. Biz bir grup öğrenci “Biz grev kırıcı değiliz” deyip karşı çıkmıştık. TÖS hayranlığım vardı benim, arkasından tabi TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) geldi. Babam devlet memuruydu. Aileden gelen bir muhalif halimiz var, diyeyim. Şu ya da bu şekilde muhalifiz. Babamdan gördüğüm o.
TÖB-DER vardı, 12 Eylül hepsini darmadağın ettikten sonra tabi onun mağdurları da olarak yeniden kurulmaya başlayan STK’lar beni inanılmaz heyecanlandırdı. İHD mesela, çok heyecanlandığım, ilk birkaç yıl değil ama daha sonrasında aktif olarak görev yaptığım bir yerdi. Dolayısıyla Eğitim Sen’in kuruluşu, o zor dönemden sonra beni inanılmaz heyecanlandırdı, ilgiliydim ama… Yani bir yönetimde falan yer almak değildi, bazen toplantılarına katılırdım. Çok korkarak çalışırdık biz o zaman zaten. İlk yıllar bu kadar cesur değildi, herkes, başımıza ne gelecek kaygısı taşırdı.
Biz Eğitim Sen’in en zor dönemlerini sırtlandık. Ondan sonra eşim de, arkadaşlarım da teşvik ettiler “Hadi yönetime gir” diye. Dolayısıyla, içimden zaten geçiyordu da, “Becerebilir miyim?” kaygısı yaşıyordum. Dolayısıyla öyle bir hevesle girdim Eğitim-Sen’e.
1992, ama hangi aydı tam hatırlamıyorum. 1991’in sonu ya da 92. Zaten benden önce bir yıl faaliyet göstermişti, Ramazan Bey vardı. Ondan sonraki ikinci kişi bendim, ikinci yönetim kurulunda biz yer aldık. Sendikacılığı çok bilen, kadınlık bilinci olan bir kadın olarak sendikada yer almadım. Sadece içgüdüleri muhalif olan bir insan olarak 12 Eylül darbesinin dümdüz ettiği bir Türkiye’de, yeniden yapılanmanın içinde olayım istedim.
Koşullar gerçekten ağırdı. Hele 1993 yılında doruktaydı. Ama 90-91-92 bütün bu süreçler çok ağırdı ve benim de, işte dediğim o muhalif yanım, yaşanan bir sürü şeyi içine sindiremiyordu. İşte, Vedat Aydın’ın kaçırılması, öldürülmesi… Hatırlıyorum o dönem işte, bir büyük yürüyüş yapılmıştı. O yürüyüş sırasında on bir insan öldürülmüştü. Ondan önce 90’lı yıllarda çok yakından tanıdığım öğretmenler öldürüldü. Benim dönemimde yirmi altı kişi vurulmuştu, benim o kısacık dönemimde… Benden önce iki, üç tane, çok tanıdığım arkadaşlar… Bütün bunlara isyan da vardı aslında. O dönem tabi ailemden böyle bir göreve girmeme, başlayacak olmama sinirlenenler de oldu
Ben taraf görünme kaygısı hiç tanımadım. Filanca örgütle benim konuşmam, nerede benzeşecek, nerede ayrışacak… Kendim çok net birisi olduğum için, o dönemde de öyle bir kaygı taşımadım.
Çok kötüydü, gerçekten evden çıkıp okula gidene kadar ya da evden çıkıp sendikaya gidene kadar, o yol boyunca bile çok ürkerdik. Kaldı ki sendikanın etrafı her zaman polislerle çevriliydi. Sürekli, oturup değerlendirmeler yaptığımız zaman… herkesin mahallesinden bir kaçan, bir kaybolan, bir kaçırılan, kaybolan köylüler…Aynı zamanda da eş zamanlı olarak İHD’de de önce fahrî olarak iş yaptım, ondan sonra şube yönetimine girmedim ama GYK’ya… Kalan zamanlarımda da İHD’ye gidiyordum. Çok berbat bir dönemdi.. O dönemde olduk sendikacı.
Demokrasi Platformu’nun kuruluşlarında da yer aldık o dönemdeki arkadaşlarla. Biz bir toplantı yapıp, gerçekten bütün samimiyetimizle, bu kadar insan hakları ihlali oluyorken sadece bir mesleki örgütlenme olarak var olmanın anlamsız olduğunu, işlevsiz de olacağını kararlaştırdık. O zaman Demokrasi Platformunu kurmuştuk ve birbirimize bu platformda gerçekten söz ve karar sahibi biziz, hiç kimsenin bu platforma bulaşmasına izin vermeyeceğiz gibi, baş edemeyeceğimiz vaatlerde de bulunmuştuk. Dolayısıyla, zaten mesela, sendikada en aklımda kalan çalışma neydi, diye sorarsan bana, Lice’nin kurşunlandığı o dönem Lice’ye gitmekti. Şırnak’ın yerle bir edildiği 1992’de, Şırnak’a gitmekti. Ya da bir köye gittik, hala cayır cayır yanıyordu…
Evet, bunlar da içinde, Demokrasi Platformunun bir parçası olarak… Ama Eğitim Sen olarak da bence iyi faaliyetlerde bulunduk. Şöyle ki, bütün okulları dolaştık. Mesela bizim, benim, başkanlığı üstlendiğim dönem, sanırım yedi yüz civarında üye vardı. Ben başkanlıktan ayrıldığımda iki bin beş yüz tane üyemiz vardı. Bütün okullara gittik. Resmi olarak var olmasak da meşruyduk. Bir şekilde hiçbir yönetim bize karşı çıkmadı. Öğretmenler odasına gidip, öğretmenlerle neden üye olmaları gerektiğini konuşabiliyorduk ve üyelik için insanları davet ediyorduk. Sürekli bir üye kazanma, onlarla çeşitli komisyonlar kurma çalışmaları yaptık.
Zaten benim hayat hikâyemde en fazla iz bırakan olay da yine gerçekten eğitimciler için, eğitim sendikası için, onun üyesi olan insanlar için yaptığım faaliyetti. O dönemin OHAL valisi Ünal Erkan’dı ve öğretmenler öldürülüyordu. Biz öğretmenlerle oturup kararlaştırdık: Devlet bize, okullara koruma versin, en azından şüpheli şahısları ihbar edebileceğimiz bir birim kurulsun. Tamamen bu maksatla, gerçekten tamamen bu maksatla, ben telefon açıp Milli Eğitim Müdüründen randevu aldım, Cuma günü. Pazartesi günü kabul edeceğini söylediler. Ben dedim ki, “Biz yönetim kurulumuzla birlikte geliyoruz, bizi odanızda değil bir toplantı salonunda kabul etmenizi isterim”. O da “tamam” demişti. Ama Cumartesi günü beni arayıp OHAL valisinin, bunu, 29 Ekim’i sabote etmeye yönelik bir eylem sayacağını, o şekilde muamele edeceğini bu nedenle bu toplantıyı iptal etmemizi istediğini söyledi.
OHAL valisi, Milli Eğitim müdürüne telefon açıyor, Milli Eğitim Müdürü benim ev telefonumu buluyor, o zaman cep telefonu falan yok. Ben dedim ki “Bende öğretmenlerin listesi, telefonları falan yok, bugün Cumartesi ve Pazartesi sabah dersi olmayan arkadaşlarla geleceğiz, dolayısıyla benim onları bulma, oraya gitmeyin demem imkansız. Pazartesi günü geliriz biz, olmadı bir iki kişi sizinle görüşürüz, diğerleri dağılır”.
Buluşma günü kıyamet koptu yani benim evimden Milli Eğitim Müdürlüğüne kadar her yer panzerler, özel timler falan olmuştu…. Ben gittiğim zaman da Milli Eğitim’in önünde elli, altmış öğretmen gelmiş bekliyordu. Ama en az yüz tane de polis vardı. Beni zaten oraya kadar izlediler. Ondan sonra polis “Dağılın, dağılın” diye bağırıyor ama öğretmenler de aslında gidecek yer de bulamıyorlar. “Yahu, ben sağlık kontrolüne geldim, nedir bu kalabalık” diyen arkadaşlar da vardı. O zamanlar bizim sağlık merkezimiz de oradaydı. Onları da ablukaya aldılar.
En sonunda pazarlık, pazarlık derken Milli Eğitim Müdürüyle benim görüşmeme karar verildi. “Yukarıya gidip bir görüşme yap, inince bu kalabalık dağılsın” dediler. Ben de “Olur” dedim. Arkadaşlar da “Olur” dediler. Çıktım yukarıya. Ben yukarıdayken, on dört kişiyi gözaltına aldılar
1992 Ekim. Biz randevuyu hangi tarihte almışız bilmiyorum ama mesela diyelim ki, biz 27 Ekim Pazartesi görüşeceğiz, Çarşamba günü 29 Ekim Bayramı var OHAL Bölge Valisi bunu bayramı sabote etmeye yönelik bir eylem olarak kabul ediyor. Ben yukarı çıktığım zaman tabi Milli Eğitim Müdürlüğünün her basamağında “garip garip adamlar”. Gerçekten, polislerin “garip kıyafetler” giydiğini ben o gün gördüm. Gittiğim zaman zaten milli eğitim müdürünün hali perişan. Odasında son derece “hırpani giyimli” diyebileceğim “orta yaşlı bir adam”, çok laubali bir şekilde müdürle konuşuyor.
Ben ne kadar anlatırsam anlatayım; “Bizim gösteri yapmaya niyetimiz yoktu, OHAL valisi yanlış anladı” falan desem de, kimseye anlatamadım. Aşağı indiğim zaman on dört arkadaşım gözaltına alınmıştı. Bir öğretmen vardı sanırım Kütahyalı, “Oğlum sen ne arıyorsun burada, sen Kürt müsün ki?” dediklerini de duydum yani. Sonra ben hemen valiye koştum, “Arkadaşlarım gözaltında” diye.
Gittiğim zaman vali kameradan milli eğitimin önünü izliyordu. Ben “Objektif şekilde izliyorsanız, hiçbir kötü hedefimiz olmadığını, 29 Ekim’i sabote etmeyeceğimizi, sadece okullarda öldürülen öğretmenlerle ilgili tedbir alacağımızı konuşacaktık” dedim. “Nebahat Hanım, gidin evinize” dedi. “Arkadaşların serbest kalacaktır, ne yapacaklar ki, zaten eyleme gittik, deseler de bir şey olmaz”. Hiç unutmuyorum hiç yüz ifadesini, bana acır gibi, “Uğraşma, bırak, ne yapıyorsun” der gibi baktığını hissetmiştim. Daha sonra o olaylar başıma geldikçe, adam o gün bana bir şey söyledi… İfadesi.. Tarzı… O günden sonra hayatım eskisi gibi olmadı. Ertesi günden başlayarak telefonlarla sürekli marşlar dinletildi. Eğer Diyarbakır’ı terk edip gitmezsem, başımıza bir şey geleceği söylendi. O arada birkaç arkadaş daha vuruldu. Derken zaten Aralık… Ocak’ın 13’ünde de kocamı vurdular.
Böyle bir sendika dönemi oldu. Ben kocamın vurulduğu gün, bir daha o günden sonra hiç okula gitmedim. Hiç öğretmenlik yapmadım. Çünkü emekliliği de hak etmiştim ve o anlattığım süreç içinde paralel olarak sürekli idari soruşturmalar geçiriyordum. Yani, bir devlet memurunun alacağı bütün cezaları almıştım. Kamu hizmetlerinden men cezası kalmıştı ki, onu da alacaktım. Avukatlar da “bari emekli ol, vaktin gelmiş hiç olmazsa emeklilik hakkını kaybetmezsin” dediği için, emekli oldum. Dolayısıyla emekliler sendikada aktif olarak var olamayacağı için böylece yönetimden düşmüş oldum. Ama kalan boş vaktimi daha çok İHD’ye ayırdım. Böyle bir sendikacılık yaptık biz yani. Nerede bir öğretmen vuruldu, hastanedeyiz. Kan grubu listeleri var elimizde.
Biz niçin örgütlenmişiz, düşün yani, bambaşka hayallerimiz vardı. Her zaman küçük çocukları çok sevdim… Yeni yüzyılın devrimi, eğitim ile olacak diye bir inancım vardı. Ama eğitimi konuşmaya fırsat bile olmadı.
Ben 1980 döneminden önce de eşim üzerinden, öğretmenler arasında, sendikalarda bilinen birisiydim… Bir özelliğim vardır: Herkese uygun bir dil geliştirebiliyorum. Mesela yine isimler üzerine düşünürken, benden bayağı yaşlı, on beş, yirmi yaş büyük, dindar bir öğretmeni nasıl sendikaya üye yaptığımı hatırladım. “Sen de şunun için gel, herkes her şey için gelmek zorunda değil ama sendikada mevcudiyetinin bir anlamı vardır mutlaka” diyerek konuşmuştum onla. Epeyce konuşmuştuk, sonra o da gelip üye olmuştu. Hiç olumsuz bir söylem yoktu, yaklaşım olmadı. Eğitim-iş sendikası da vardı, sendikası olmayan öğretmen çok azdı. Eğitim-Sen ile Eğitim-İş arasında tatlı bir rekabet de vardı. Benim kocam da Eğitim-İş’e üye olmuştu. Sendikasız, çok az bir grup vardı. Bir de 20-22 yıllık öğretmen olmuşuz. Zaten öğretmenler de ilgi gösteriyorlardı. Güç meselesi bir de, şimdi gidebilir miyiz okullara? Şu anda bak, KAMER, Kamu Kurumlarıyla iş birliği yapmak için çok çaba harcadı, şu anda 3 sene önce harcadığımız çabanın 10 katını harcasak bile %50’sini yakalayamıyoruz o sayıların… Dolayısıyla, güç dengeleri de önemli.
Sendikacılık başlı başına Türkiye’nin demokratikleşmesi için önemli bir yapıdır zaten. Bunu anlamakta zorlandılar.
Gerçekten, feminizm bana lüzumsuz ve lüks gibi geliyordu. Yani cinsiyet eşitliği bilincim yoktu. Mesela, şiddeti, fiziksel şiddet olarak algılamıştım o döneme kadar. Hiç şiddet yaşamadım ya da herkes şiddet yaşamaz gibi bir düşüncem vardı. Hiç böyle olmadığını anlamam için 1993’ten sonrası gerekiyormuş. Ben şuna inanıyorum, farkındalık yaşamak için illa ki insanın canının yanması gerekiyor. Canın yandığı zaman, daha derin, daha kalıcı farkındalıklar yaşıyorsun. Sendikaya kadınlar geliyordu ve çok tatlı kadınlardı. Gelip anlatmaya çalışıyorlar “Tamam da 8 Mart’ta şöyle böyle falan…” Ama ortam da çok yakıcıydı. KAMER’in hikayesini, benim feminist olma hikayemi anlattığım zaman, o dönemlerdeki bilinçsizliğimi de anlatıyorum.
Ama bu Hendek çatışmalarının olduğu zaman da biz 8 Mart’ta sessiz kalmayı tercih ettik. “Yapamayız” dedik. Kadınlar sendikada zaten azınlıktaydı, zaten erkek yönetim kurulu, kadınlık bilinci olmayan kadın bir başkan. Gidip gelip bizim “hayır”larımıza takılıp, geri giden bir gruptu. Ta ki, işte 1993 yılında kocamı kaybetmek, sonra arka arkaya göz altına alınmak, o AİHM süreçleri filan, benim fark etmemi sağladı. “Aaa, bunlar bana başka bir şey demek istiyorlarmış” deyip, farkındalık yaşamamı sağladı. Sanki geçmişi telafi etmeye çalışır gibi o insanları bulmaya çalıştım. 1996 yılında çok büyük bir 8 Mart etkinliği yaptık. O zaman İHD ile de ilişkim olduğu için İHD’li kadınlarla yapmıştık. Konuşmaların içeriğine bakınca toplumsal cinsiyet meselesine küçük bir dokunma var. Başka bir şey yok. Bugünkü bilinç olmayınca…
Sendikalardaki kadın kuruluşlarıyla, dışarıdaki bağımsız çalışan kadın kuruluşları arasındaki bağın daha güçlü olması gerektiğini düşünüyorum, bunu beceremedik, bu iki taraflı bir şey.
Feminizmi öğrendiğim yıllarda, her farkındalığımı heyecanla yaşadım ve paylaştım. Birileri söylediğim her şeye karşı çıktı ama, birkaç sene sonra benzer şeyleri başka bir kadın platformundan duyduğum zaman çok sevindim. Bu kazanımlar o kadar mutlu etti ki beni… Bu gösteriyor ki, su akar yolunu bulur. Ama işte buldurtmuyorlar, çünkü sürekli sürekli, sürekli bir çatışma, olağanüstü durumlar kesiyor önünü. İşçi sendikalarında da aynı ivme var, onu çok fark ettim, bir iki tanesinin, sanıyorum Petrol-İş’in bir toplantısına davet edildim, katıldım. Çok mutlu oluyorum. Sendikalar Türkiye’nin her tarafına yayılan çok örgütlü yapılar çünkü.
Çok zordur sendikalarda çalışmak, onu bildiğim için tebrik ediyorum orada çalışan kadınları.
Mesela ben önce bağımsız bir yer, bir kadın kuruluşu açarsak gelecek tepkileri öngören birisiydim. Bunun için İHD içinde devam edeyim dedim. Ama iki, üç toplantıya müdahale edildiği için kapıyı çarpıp çıktım. Bu nedenle ne kadar zor olduğunu biliyorum. Sendikalarda, partilerin içerisindeki kadın mücadelesini. O ne sabırdır? Yani onun için çok önemlidir o emekler.
Bence çalışma hayatında kazanım elde edildi, en son düzenleme çok önemli. Babalara da ilk altı ay için babalık izni. Bunların hepsi için çok mücadele edildi. En çok da sendikalar çalıştılar. Mesela kadın kuruluşlarının 6284’deki (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) emeğini biliyorum. Mutlaka KESK de büyük rol oynadı.
Bence kadınlar çeşitli yöntemlerle bir araya gelmeyi becermişler ki, kadın meclislerini kurmuşlar çeşitli taleplerde bulunmuşlar, bunları yazılı hale getirmişler, ilgili yerlere bildirmişler, bazılarında kazanım elde etmişler. Kadınlar arası, dayanışma kolay değil. Kadınların yüklendikleri roller… Erkek ağırlıklı yönetimler…
Bizim dönemimizde de zordu, sonrasında da öyle olmuştur diye düşünüyorum. Şu anda örgütlü kadınların sayısı fazla. Yönetim birimlerini de yarı yarıya paylaşıyorlar mı? İşte orası sorun…