Em li cihê ku lê rawestiyan, çalakiyan li dar dixin
Me li dijî zagona torbayê dest bi meşa xwe ya ber bi Enqereyê ve kir, ez berpirsiyara milê meşa Trabzonê bûm. Yekane jina ku pêşengiya milê meşê dikir ez bûm. Tenê Egitim-Senê rêvebera jin tayîn kiribû. Sekretera Perwerdehiyê Serpil Açıl Özer. Wê şevê embi otobusên ku ji hemû aliyan bi rê dikevin, diçin Enqereyê. Lê pirsgirêk li her derê derdikevin. Polîs bi hinceta lêpirsîna ewlehiyê otobusan disekinînin û mirovan dixin bin çavan. Tim telefon tê. „Polîs em girtine.“ Dûre min tekane tiştê ku hat bîra min got: „Sloganên me zelal in û pankartên me bi me re ne. Pankartên xwe vekin û li wir dest bi çalakiya xwe bikin. Ger em nikaribin biçin Enqereyê, emê li cihê ku em tên rawestandin çalakiyên xwe bikin.“ Ev pêşniyara min bi kêr hat. Dema sloganan dest pê kirin, polîsan bi lez û bez me li otobusan siwar kirin û rê dan me. Ew ji bo min bîranîneke girîng e. Ji ber ku ez bê tecrube bûm, ev cara yekem bû ku rêveberiya milekî meşê, xwarin, stargeh, bêhnvedan hwd. di bin berpirsiyariya min de bû. Her tişt li gor plan û bernameyê meşiya. Lê tu plana min li hember polîsên ku otobusan bi hinceta lêgerîna ewlekariyê mirovbinçav dikirin, tunebû. Min nizanî ezê çawa ji dûr ve mudaxele bikim. Ji nişka ve min ev pêşniyar kir û vê jî cih girt. Tiştekî wiha bi serê me de hat.
Sendîkaya Kedkarên Perwerde û Zanistê (Eğitim-Sen)
Enqere,
Ji salên 1990i heta 2020an
Bi Hamide Rencüzoğulları re hevpeyvîna dîroka devkî di sala 2022an de hat kirin.
Wêne: Hamide Rencüzoğulları, ji aliyê çepê ve ya duyemîn, Enqere, 1. Gulan 2016
1990’lı yılların başında sendikal süreçle tanıştım. Örgütlü olmak, beni ben yapan şeydir diyebilirim. Üniversitede öğrenci derneklerinin sürecinde yer almıştım. Okul bitti, eee? Ne yani örgütsüz mü kalacağım? Ben kolektif üretmeyi severim. Haksızlık varsa sessiz kalamam, peşine düşerim. Ama “ben” olarak değil, “birlikte” diye düşünürüm hep. O yüzden örgütsüz kalamazdım.
Eğit-Der (Eğitimciler Derneği) ve ardından Eğit-Sen’in kurulduğu yıldan bahsediyorum. Öğretmenlik mesleğime 1989’da K. Maraş’ta başladım, bir yıl sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde Araştırma görevlisi oldum ve Ankara’ya döndüm. O zamanlarda henüz Eğit-Sen kurulmamıştı ama süreci biliyorum. YÖK’ün güvencesizleştirme uygulamasının belki de ilk kurbanları olarak bir yıl sonra ben ve üç arkadaşım üniversiteden atıldık, çünkü sözleşmemiz yenilenmedi. Akabinde öğretmenliğe geri döndüm, ama bu kez Şanlıurfa’ya atandım. Bu süreçte Eğit Sen kuruldu. Şanlıurfa’da aradım, taradım, Eğit Sen’lileri buldum ve üye oldum. O yüzden dernekleşme sürecinde üye olurum diyordum. Yüksek Lisans öğrencisi olduğum için Ankara’ya tayin istedim, Urfa’dan Ankara’ya döndüm. Yıl 1992. Gelir gelmez Eğit-Sen’i buldum. Eğit-Sen, Ankara Şube, İzmir Caddesi’nde teras kattaydı. Okul çıkışı her gün bu terasa gittim. Eğit Sen, okul çıkışı evime gitmeden önce ilk durağım, yani birinci evim oldu.
Çok geliştirici sohbetler, sendikayı nasıl büyütebiliriz tartışmaları olurdu ki, ilk andan beni içine çeken bu sohbetler, bende örgütlenme çalışmalarına katılma hevesini doruğa ulaştırdı adeta. Bu çalışmalara katılmak için aday olacağımı yönetime söyledim. “Genç, hevesli ve inançlı bir öğretmen bunu talep ederse, tabi ki önünü açmak gerek” dediler de, benim üyelik formumu bulamıyorlar bir türlü. Urfa’da üye olmuştum. “Taşra üyeliği” dediler, İstanbul’a sordular, yok!. Hemen oracıkta üye formunu doldurdum. Bir sonraki genel kurulda aday oldum ve Çankaya ilçe temsilciği Örgütlenme Sekreterliğini görevini üstlendim. O döneme dair heyecanımız doruktaydı, ama örgütlenme çalışmaları da bir o kadar zordu. Çünkü fiili sendikayız, ama kimi okul müdürleri “yasal değilsiniz” diyerek bizi okula almıyorlar. “Biz kimseden izin almayız” diye diye okulları gezdiğimiz günlerdi. O zaman aidatları elden topluyorduk.
Çankaya ilçesindeki neredeyse bütün okulları ayda bir kere ziyaret ediyorduk. Hiç unutmayacağım bir deneyimdir benim için. Boş zamanlarımızda, ders aralarında koştur koştur gidiyorduk okullara, buna göre okulların uzaklık ve yakınlık durumuna göre örgütlenme programımız var. Ama koşturmaca içinde yetişebilmek için taksiye binmek zorunda kalıyorduk. İki kişi olurduk. Genelde örgütlenme sekreteri olarak ben ve yanımda ya saymanımız ya da sekreterimiz olurdu. Taksi ücretini iki kişi paylaşırdık. Güzel, ama topladığımız aidatlar, cepten ödediğimiz taksi ücretinden daha az olurdu çoğu zaman! Burada şu amacı asla göz ardı etmedik: toplayacağımız aidat miktarından çok daha önemli olan şey, ayda bir kere iş yerlerine gidip üyelerimizle sohbet etmek, onları dinlemek, bazen de yeni üyelerle sendikaya dönmek. Sendikal çalışmalarım böyle başladı ve diyebilirim ki, emekli olana kadar sendika içindeki aktivitem çoğunlukla Örgütlenme Komisyonlarında geçti.
Benim ilk yöneticiliğim, yeni üye olduğum süreçteydi. Genç ve engellere kafa tutan bir yanımız vardı tabi. Hiç unutmam, O zamanlar Köksal Toptan’ın Milli Eğitim Bakanlığı döneminde, İlk-San’ı fesheden, ama her kademedeki bütün öğretmenleri zorunlu olarak sandığa bağlayan bir plan vardı. Tıpkı TSK’daki OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) gibi. Adı da TÖYAK idi sanırım. Buna karşı Eğit-Sen olarak tüm ülke genelinde bir karşıt kampanya başlattık. Okulları gezip anlatıyorduk, imzalı dilekçe topluyordu.
Bir gün Anıttepe’de bir ilkokulda, okul müdiresi, “Hemen okulu terk etmezseniz, polis çağıracağım” dedi. “Buyurun çağırın, polisi, öğretmenler odasında bekliyor olacağım” demiştim. Fakat bu kafa tutmanın öğretmenleri ürküttüğünü fark ettim. Etrafımda gezen, yanıma gelip gelmeme tereddüdü yaşayan üyelerimizi gördüm ve aklım başıma geldi. “Arkadaşlar” dedim, “TÖYAK sadece öğretmenleri değil, idarecileri de kapsıyor ve hepimizi sömürecek. O yüzden sizinle daha sonra toplantı yapacağız ama ilk iş olarak yasayı idarecilere anlatıyoruz. Şimdi Müdire hanımın odasına gidiyorum, polis gelirse ben müdür odasındayım” dedim ve gittim müdüre hanıma. Bana “Çık dışarı” dedi, “Ben size bir şey getirdim” dedim ve dosyayı önüne bıraktım. Kapağını açarken hızlıca yasayı anlattım. Sadece İlkokul öğretmenlerinin sandığı olan İLKSAN’daki (İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı) yolsuzluk söylentileri zaten ayyuka çıkmıştı. Sömürü ağı şimdi bütün öğretmenleri kapsayacaktı. “Öğretmenlerinin emeğini ve hatta kendi emeğini düşünen bir yöneticinin sağlayacağı işyeri barışı, işyeri huzuru her şeye değer” dedim. Baktı baktı ve “Ben de imza atayım” dedi. Bir sonraki teneffüste de öğretmenler odasında yaptık toplantıyı.
Yeri gelmişken söyleyeyim, Eğit Sen olarak ülke genelinde örgütlediğimiz Ankara yürüyüşü, on binlerce dilekçe ve MEB önü büyük miting, o taslağı geri çektirdi. Zaten ardından İlk San yolsuzluğu patladı… Eğit Sen’in hem haklılığı tescillendi hem de mücadele somut kazanım getirdi.
Sonra çok eylem yaptık, çok baskı gördük, çok cezalara maruz kaldık hepimiz, ama yine Eğit Sen döneminde zihnime kazılan bir eylem var. Onu hiç unutmam. 50. Hükümet dönemi (1990’lar ortası), Tansu Çiller başbakandı. Erdal İnönü ve Murat Karayalçın başbakan yardımcısıydı. Düşük maaş zamlarına karşı sokaklardaydık. Tabi ki, sadece Eğit Sen yoktu. O zaman Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu, KÇSP vardı. Sonra KESK olan bu platformun, ülke genelindeki bir eylemiydi. Biz de KÇSP olarak Ankara’da Sakarya meydanında toplandık. Polis anında saldırdı. Coplarla. Çünkü o zaman bilek gücünü kullanan polis vardı, şimdiki gibi uzaktan kimyasal sıkan polisler değil. Sakarya’da çembere alındık. Coplarla öyle bir saldırdı ki polis, ara cadde ve sokakların hepsi çatışma alanına dönüştü birden. Aklımdan çıkmayan hem komik hem trajik bir tablo var burada. Sakarya Caddesi, barların olduğu cadde ve bir fıçılar üst üste diziliydi. Kendiliğinden mi oldu, yoksa bizim arkadaşlar mı yaptı bilmiyorum, ama birden o fıçıların patır patır akıp yuvarlanmaya başladığını gördüm. Ve gördüğüm diğer şey de şu: Polisler o fıçıların arasından debelenerek, emekleyerek çıkmaya çalışıyorlar.
Sendikalılar kısa süre içinde bir mekâna girdiler. Birkaç arkadaşımla biz de oraya yöneldik. Polisler fıçılarla debelenmekten kurtulmuşlar, bize saldırdılar. Benim üzerimde gayet kalın, battaniye bir panço vardı. Başıma darbe gelmesin diye, kafamı eğdiğimi ve bir mekândan bir elin uzanıp, beni içeri çektiğini hatırlıyorum. Eylemden sonra oradan çıkan, Eğit Sen’e gidiyor. Çünkü çok yakındı, Ziya Gökalp’te. Orada morluklara losyonlar, kremler süren arkadaşlarımızı gördüm. Ben girince “Gel çabuk, sana iki tüp yetmeyecek” dediler. Ben “Niye ki” dedim, çünkü hiçbir şey hissetmiyordum. Sırtımı açtılar ki, mosmor… Ben yine anlamadım. “Niye bu kadar mor ki?” diyordum. Tabi eve gidince anladım. Acıdan nefes alamıyorum.
Ama komiğime giden daha ilgincini söyleyeyim. Ertesi günü gazeteler bu eylemleri ve şiddeti verdiler tabi. Sendikaya gittiğimde bana bir gazete uzattılar. Eylemimiz manşette! Bir de fotoğraf var. Beş altı polis, copları havada ve eğilmiş bir kadın. İşte o kadın benim. Bu fotoğrafı, başımda bu kadar polisi ve copu görünce, o zaman korktum. Eylem geçmiş, bitmiş, ben daha yeni korkmuştum! Bu eylemi şunun için hiç unutmam: Bir kere bu eyleme, biz esprisine, “Sakarya Meydan Muharebesi” ismini vermiştik. İşte bu “Sakarya Muharebesi” çok yankı buldu. Çünkü kanallar sansürsüz verdiler polisi şiddetini, asıl sebep, rahmetli Tayfun Talipoğlu’nun eylemi yansıtma şekliydi. Eylemden sonra Tayfun Talipoğlu, Zafer Çarşısı’nın oralardaki Atatürk anıtı önünden seslendi: “Atam senin memuruna bunları yaptılar” gibi bir şeyler söylemişti. Taleplerimizi anlattı, nasıl şiddetle karşılaştığımız vs. Asıl bu yayın çok yankı buldu ve ertesi gün sanırım, Amerika’dan dönen Murat Karayalçın, havaalanında “Memurumdan özür diliyorum” dedi. Ve %8 ek zam verildi. Önemli bir kazanımdı. Sendikalarımız da büyüdü sonrasında.
Sonra Eğitim Sen’i kurduk ve KESK. İlk kuruluşunda kısa bir süre sendikal çalışmalarıma ara verdim, çünkü yeni anne olmuştum. Tabi ki işyerimde değil. Alanlara çıkmadım bir süre, ama hep işyeri temsilciliği yaptım. Sonrasında iki çocuğumla döndüm alanlara. Yani bu abartı değil, birçok arkadaşımız da aynı şeyi söyler. Çocuklarımız toplantılarda, mitinglerde büyüdüler…
Sayısız Ankara eylemi oldu, yıllarca 1 Mayıs’ları örgütledik, yasaklı olduğu zamanlardan bu güne. Hatırladığım, ilk izinli 1 Mayıs eylemi İstanbul, Pendik’te gerçekleşti. Ankara’dan sendika olarak kitlesel katılım sağladı. Çok sayıda 8 Mart’ları örgütledik. Yasaklı zamanlardan bu güne. 1 Mayıs’lar, 8 Mart’lar, geleneksel Ankara yürüyüşleri, Ankara’dakiler için sıkı bir örgütlenme çalışması demektir. Örgütlenme komisyonlarında yer aldığımdan dolayı bu eylemlere hazırlık demek, işyerlerini gezmek demekti.
Ben hep aynı şubedeydim. Eğit-Sen Ankara Şubede üye oldum, Eğitim Sen Ankara 2 Nolu Şubede emekli oldum. Bu süreçte ilk üye olduğum dönem yönetimde yer aldım, ondan sonra kurullarda hiç yer almadım. Alamadım daha doğrusu. Aday oldum, kazanamadım. Fakat anlatmadan geçemeyeceğim bir adaylık sürecim var. Emekliliğimden önceki son genel kuruldu, iki listeye karşı tek başıma aday oldum. Akşam sandıklardaki sayım bitince, Seçim Kurulu kazananları açıkladı, ben kazandım. Liste delerek kazandım. Evlerimize gitti. Ertesi günü şubeden bana telefonla şu bilgi verildi: “Hocam, bilmem kaç nolu sandıkta sayım hatası tespit edildi, seçim kuruluna itirazlar yapıldı ve yeniden sayıma göre siz kazanmadınız.” “Peki! Eyvallah” dedim. Bu kadar.
Yani ilk defa kendi şubemin Yürütme Kurulunda görev alacaktım, ama heyecanı bir gün sürdü.
KESK MYK’da görev aldım. O da Olağanüstü Kurulda belirlenen ve altı ay süren bir görevdi. Eğitim Sen’li olarak ne şubemde ne de sendikamda yönetim organlarında yer alamadım, ama komisyonlarda ve çeşitli çalışma gruplarında hep vardım. Şube’de örgütlenme daha çok olmakla birlikte Kadın Çalışmalarında yer aldım. Eğitim Sen’nin düzenlediği son Demokratik Eğitim Kurultayında Merkez Düzenleme Kurulunda görev aldım, aynı zamanda Çalıştayın bir atölyesinin –Öğretmen istihdamı ve güvencesizlik– düzenleme kurulu üyesiydim. Eğitim Sen’in çıkardığı hakemli dergisi Eğitim Bilim Toplum’un yayın sekreterliğini uzun bir süre yürüttüm.
Şimdi gelelim KESK MYK üyeliğime… Dediğim gibi, 2010 başında olağanüstü kongrede seçilmiştim. Bu yürütme kurulunda üç kadındık. Kadın sekreteri Canan Çalağan, genel başkan Döndü Taka Çınar ve Basın Yayın Sekreteri olarak ben. Ocak’tan Haziran’a kadar bir 1 Mayıs, bir 8 Mart, bir de bana göre asla unutulamayacak bir Türkiye yürüyüşü gerçekleştirdik. Nedeni de şu: İlk “Torba Kanun”la karşı karşıyaydık. Sonrasında kanunlar hep torba şeklinde çıkmaya devam etti. AKP, her şeyi içine kattığı bir torba yasayı meclise getirdi. KESK-DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu), TTB (Türk Tabipleri Birliği) ve TMMOB (Türk Mühendis ve Odaları Birliği) “Büyük Türkiye Eylemi” kararı aldı.
Torba Yasaya karşı üç koldan Ankara’ya yürüyüşler başlattık. 8 Şubat’ta da Ankara’da bir araya geldik ve tabi olan oldu. Benim o güne kadar karşılaştığım en yoğun gazlı saldırı oldu. Öncesinde Tekel direnişçilerine karşı Sıhhiye’de böylesi bir şiddet uygulanmıştı. Bizim eylemlerimizde karşılaştığım, en vahşi olanıydı diyebilirim. Torbalar dolusu gaz kapsülü, göz yaşartıcı bomba topladık, suç duyurusunda bulunduk.
Bu eylemde benim için en önemli deneyim şuydu: Üç koldan yürüyüşümüzü başlattık, Trabzon yürüyüş kolunun başında ben vardım. Ve yürüyüş kolu yöneten tek kadındım. Yürüyüş kollarına sendikalarımız MYK’dan birer kişi görevlendiriyor. Yol boyu basın açıklaması yaptığımız illerden, şube yöneticileri katılım sağlıyor ve böyle böyle çoğalarak ilerliyorduk.
KESK’ten yürüyüş kolu sorumlu tek kadın olmamla birlikte sendikalarımızın benim koluma görevlendirdikleri MYK üyeleri de hep erkekti, biri hariç. Sadece Eğitim Sen kadın yönetici görevlendirmiş. Eğitim Sekreteri Serpil Açıl Özer. İki kadın ve diğer görevli arkadaşlarımızla Trabzon’dan yola çıktık. Giresun, Ordu, Samsun, Amasya, Çorum, Kırıkkale illerinde kitlesel basın açıklamaları yaparak geldik Ankara’ya.
Bu yürüyüşle ilgili aklımda kalan ve benim için güzel anı diyebileceğim birkaç şeyi söylemeden geçemeyeceğim: Ankara’ya girmeden önce Kırıkkale’de konakladık. O gece Artvin’den bu tarafa, bütün illerden yola çıkan otobüslerle Kırıkkale çıkışında bir araya gelecek ve konvoy haline hep birlikte Ankara’ya gideceğiz. Diğer kollardan gelen otobüslerle ortak buluşma noktamız, Kurtuluş Parkı. Buraya kadar tamam. Ben yürüyüş kolumu Kırıkkale’ye kadar getirdim. Sabah diğer kitlesel katılım sağlayan illerin otobüslerini bekleyeceğim. Ama her yerde bir sorun çıkıyor. Sorun da şu: Polis otobüsleri durduruyor ve GBT incelemesi bahanesiyle alıkoyuyor. Sürekli telefon geliyor: “Falanca yerdeyiz. Polis bizi bir yere çekti, orada tutuyor” falan.
Bu tür telefonlar çoğalınca anlaşıldı ki, Ankara eylemine yetişmesinler diye alıkonuluyor otobüslerimiz. O zaman aklıma gelen tek şeyi söyledim, çünkü başka önereceğim bir şey yoktu. Dedim ki, “Sloganlarımız belli, torbaya yasaya karşı pankartlarımız standart. Pankartlarınız da yanınızda değil mi?” “Evet.” “Sloganlarımız, taleplerimiz belli, liste elinizde var mı?” “Var.” “Öyleyse açın pankartları ve eyleminizi orda başlatın. Ankara’ya gidemiyorsak ve hatta yetişemeyeceksek, durdurulduğumuz yerde eylemlerimiz yapacağız” dedim.
Sanırım bu öneriyi ilk yaptığım nokta Amasya ya da Tokat. Tam hatırlamıyorum ama işe yaradı. Sloganlar başlayınca polis apar topar otobüslere bindirip yol verdi. Diğer arayan arkadaşlara aynısını aktardım. Arkadaşlar peş peşe arayıp, yola çıktıklarını söylediler.. Benim için önemli bir anıdır. Çünkü tecrübesizdim, ilk kez, kol yürüyüşünü yönetiyorum, yemek, barınma, mola vs. hepsinin sorumluğu bende. Tamam, hepsi planlı, programlı ilerledi. Güzel… ama polisin GBT bahanesiyle otobüsleri alıkoymasına karşı, uzaktan nasıl müdahale edeceğimin bir planı programı yok. Zaman da yok. O yüzden “attım, tuttu” derler ya, işte böyle bir şey yaşadık…
KESK MYK’daki görevim bittikten sonra bir dönem KESK Genel Meclisi ve KESK Kadın Meclisinde görev aldım.
Sendikal çalışmalarımız boyunca çok baskıyla karşılaştım. Devlet baskısı bir yandan, işyeri amirlerinin baskısı öte yandan… Bir de yandaş sendikalar palazlandıkça baskılar daha da arttı. Benim bir sürgünüm, iki tane maaş kesimim ve sayısız kınama cezam var. Ama hayatımı sarsan en kötüsünü söyleyeyim: Gezi sürecinde okulum büyük bir teftişle kuşatıldı. İşyeri temsilcisi olarak ben ve bütün idarecilerimiz ki, biri hariç hepsi üyemizdi, hepimiz soruşturma geçirdik. Benim dışımda, hepsi ceza aldılar, idarecilik görevleri ellerinden alındı ve başka okullara gönderildiler. Sebebi de şu: Okulumuzun önünde sendika kararı gereğince bölge okullarıyla basın açıklaması yaptık. Ben işyeri temsilcisi olarak ceza almadım, çünkü sendikanın karar defterini Şube Yöneticilerimiz müfettişlere sundular. Ama idarecilerimize “Niye burada eylem yapmalarına izin verdiniz?” diyerek ceza yağdırdılar. Bunun üzerine semt de velilerimizle, muhtarlarla, esnaf ve köy dernekleriyle birlikte “Okuluma dokunma” kampanyası başlattı. İmza toplayıp İl Milli Eğitime verdik, Milli Eğitim Bakanlığını faks yağmuruna tuttuk, her akşam okulun çevresinde “okuluma dokunma” yürüyüşleri yaptık. Sonuçta arkadaşlarımızı geri getiremedik belki, ama ki mahkemeyle haklarını geri kazandılar ve Seyranbağları bölgesi komple örgütlenmiş oldu. Bu sürecin başında olan dört kişiden biri bendim.
Fakat sonrasında isimsiz ihbarlarla hep şikayet edildim. Kimi şikayetler sonuçsuz kaldı, ama ilk kitabım yayımlandıktan sonra başıma gelmeyen kalmadı. Sözde bir velinin dilekçesi üzerine başlayan soruşturma, Milli Eğitim’in ihbarıyla savcılığa devredildi. Savcılar da o isimsiz şikayet üzerinden benim hakkımda üç ayrı dava açtılar. İkisi Cumhurbaşkanına hakaret, biri 301. Maddeden açıldı. Bir yandan okulda müfettişler sorguluyor beni, diğer yandan polis okula gelip “Efendim, savcılığa ifade vermeniz lazım” diyerek, resmen taciz etti. O kadar çok geldiler ki okula, öğrencilerim ve velilerim, hatta mesai arkadaşlarım benden uzaklaşmaya başladılar. Bir de “bu öğretmen PKK’li galiba, çünkü savcılık onu soruşturuyor” gibi lafları mahalle esnafının kulağına fısıldamaya başladılar. İnanılmaz yıpratıcı bir süreçti. Sonuçta bu davaların hepsinden bana ceza verildi ama; dahası da var, sonraki kitaplarımdan dolayı adeta dava yağmuruna tutuldum. Mahkemeler sürerken müfettişler, Milli Eğitimin ihbar ettiği dosyaların sonuçlanmasını bekliyorlardı ki, ceza verilmesi halinde “görevden men” kararı verecekler. Ve davaların hepsinden ayrı ayrı cezalar verildiği için, sıra müfettiş dosyasına gelmişti. İşte o vakit mecburen emekli oldum.
Bu kadar baskıyı ben sadece cesur olmama bağlamıyorum, kadın olduğum için bu denli baskı uyguladıklarını düşünüyorum. O zihniyettekilerin “Kadın başına, dış politikamızı nasıl eleştirir, kadın başına cihadı nasıl kötüler, Müslümanları nasıl terörist gibi lanse eder vs.“ laflar söylenmedi değil. Evet, kadın olduğumuz için sistemin baskısına daha çok maruz kalıyoruz.
Çünkü, kadın olmak zordur bu toplumda. İş yerlerinde ve hatta sendikalarda da zor elbette. Hele başlangıçta bu zorluğu bayağı hissettim. Ve şunu söylüyorum, eğer ki tüzüklerimizde kadın kotası olmasaydı, kadın arkadaşlarımızın yürütmelerde yer almaları asla kolay olmazdı. Bence durum bu. Fakat kadın hareketi gelişti ve geliştikçe sendikalar da gelişti. Kadın çalışmaları sendikaları dönüştürdü, zihniyetleri değiştirdi, erkekleri de eğitti diyebilirim. Sözün kısası KESK’li kadınların KESK’i büyütüp güçlendirdiğini söyleyebilirim.