Hişyarbûn, Têgihiştin, Pirsyarkirin
Di hin şaxan de pêşdarazî li hember sekreteriya jinan hebû. Bi fikar bûn ku Sekreteriya Jinê nepêwîst e, wê sendîka û KESKê ji hev veqetîne û ji hev cuda bike. Ev mijar demeke dirêj li şaxan hat nîqaşkirin, lê dema ku ev mijar hat rojeva civata giştî, piraniya wan ji bo avakirina Sekreteriya Jinan nêrînên xwe diyar kirin. Di sala 2000î de min dest bi karê sekreteriya jinan kir. Pêşî me bi Sekreteriya Jinan a Şaxan re civîneke danasînê li dar xist. Ev jî xebateke perwerdehiyê bû. Jinên hatin, coşeke mezin afirandin. Ew hemû bi ronahiyê dibiriqîn. Armancên me yên sereke hişmendbûn, hişyarkirin û pirsyarkirin bûn. Ev hevdîtin ji bo me bû qonaxek. Lingê yekem ê xebata me perwerde bû. Ji ber ku perwerde bi taybetî ji bo bilindkirina hişyarbûn û têgihiştinê pêwîst bû. Qonaxa duyemîn jî li gorî pêşniyarên di perwerdehiyê de derketin, lidarxistina kongreyê û lidarxistina kampanyayekê bû. Me ev yek bi piştgiriya bi tevgera jinê re kir.
Sendîkaya Kedkarên Perwerde û Zanistê (Eğitim-Sen)
Enqere, ji salên 1990î heta 2010an
Bi Elif Akgül re hevpeyvîna dîroka devkî di sala 2016an de hat kirin.
Wêne: Elif Akgül, ji aliyê çepê ve ya duyemîn, Protestoya li dijî taybetkirina ewlehiya civakî û xizmetên tenduristiyê, Enqere 2007
Ben 1968’de Varto’da doğdum. Çocukluğum Varto’da köyde geçti.
Başımdan geçen ve mücadele ruhumun şekillenmesinde büyük etki yaratan üç olaya değinmek istiyorum:
Köyde ilkokula gidiyorum. Kürtçe konuşmamız yasak. Öğretmenimiz, evde Kürtçe konuşanları bildirsin diye, öğrenciler arasından birini görevlendirmiş. Bu durumda adı bildirilenler cezalandırılıyordu. Türkçe bilmeyen ninemle Kürtçe konuşmuş, yasağı çiğnemiştim. Öğretmenin, ertesi gün elindeki kağıttan okuduğu isimler arasında benim de adım vardı. Önceden öğrendiğimiz üzere kara tahtanın önünde dizilmiş, parmaklarımızı bitiştirmiş bekliyorduk. Çok geçmeden öğretmen elindeki meşe ağacından kısa sopasıyla, parmaklarımıza saydırmaya başladı. Bu gün bile düşündüğümde o acıyı içimde hissederim. Bu an, unutamadığım bir anı olarak belleğimde yer etti. Üstelik öğretmenimiz köyde devrimci, sosyalist biri olarak biliniyordu. Böyleyken neden dilimizi yasaklamakla kalmayıp, bize acı çektirdiğine anlam veremiyodum. Tabi o zaman bunun devletin bir uygulaması olduğunu idrak edemezdim. Ancak bu şiddet daha sonra Kürt kimliğimin şekillenmesinde önemli rol oynayacaktı.
1980 Askeri Darbesinde köydeydim. Darbeciler halk üzerinde terör estiriyordu. Bir gün bir grup devrimcinin izini sürmek üzere askerler köyümüze baskın düzenlenmişti. Aradıklarını bulamayınca köylüleri meydana toplayıp, işkenceden geçirdiler. Yaşlı bir köylümüzün bıyıklarından tutarak havaya kaldırmaya çalışmaları ve o yaşlı insanın bakışlarındaki çaresizlik hiç bir zaman gözümün önünden gitmedi. Üzerimde çok ağır bir etki yaratmıştı. Bu olay, ruhumda, zulme karşı direnişin ilk kıvılcımlarını ateşleyecekti.
On yaşımdayım. Çok asi bir çocuğum. Yaşıtlarıma göre çok da güçlüyüm. Bir gün amcamın kızıyla çeşmeye su almaya gitmiştik. Köylerde erkekler kendilerini sevmeyen kızları kaçırırlardı. Amcamın kızının sevmediği bir delikanlı, bir grup erkek arkadaşıyla etrafımızı sardı. Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Korkudan zangır zangır titriyoruz. Amcamın kızını almaya çalıştılar. Ben o sırada müthiş bir öfkeyle onlara saldırıyorum. Elimde su sitili var. Kulpları çok keskin. Sitili oğlanın burnuna indirmişim. Burnu yarılmıştı. Tabi baş edememiştim. Amcamın kızını kaçırmışlardı. Sonra aileler kendi aralarında anlaştılar. Ve bir hayat böylece cehennem ateşine atılacaktı.
Bu olay bende kaçırılma korkusu yaratmış, uzun süre etkisinden kurtulamamıştım. Yalnız başıma nerede bir erkek topluluğu ile karşılaşsam, arkama bakmadan kaçardım. Zamanla bu olayın da etkisiyle kadın erkek eşitsizliğini sorgulamaya başlamıştım. Daha erken yaşlarda, kadınların erkekler karşısındaki güçsüzlüğünü ve yaşadıkları haksızlıkları aşmanın tek yolunun okumaktan geçtiğini, düşünüyordum.
Bu süreçler yaşamımın mücadele rotasını belirlemede dönüm noktaları olacaktı.
Babam 1966’da misafir işçi olarak Almanya’ya gitmişti. on üç yaşındayım. Ortaokulu bitirdiğim sene annem ve kızkardeşimle birlikte bizi de yanına aldı. Almanlar beni bir Türk okuluna gönderdiler. Yani Almanya’da Türkçe eğitim görüyordum. Mesleğe hazırlamaya yönelik bir eğitim. Bu durum karşısında yüksekokul hayallerim altüst olmuştu. Bunu kabullenemiyorum. Nihayetinde içimdeki okuma hırsı beni Türkiye’ye sürükleyecekti. Böylece 1983’te Ankara’da liseye başladım. Gelecek hayallerimin gerçekleşeceğini düşünüyor, müthiş bir sevinç yaşıyordum.
1987’de Hacettepe Üniversitesi Fizik Öğretmenliği Bölümü’nü kazandım. Devrimci demokratik mücadele ile tanışmam üniversitede başladı. Kürtler üzerindeki devlet baskısının yoğun çatışmalı ortamında OHAL ve Köy Koruculuğu uygulaması ile gittikçe ivme kazandığı bir dönemdi.
Bu dönem aynı zamanda 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında 1986’da Türkiye’deki ilk büyük grev olan Netaş Grevi’nin, sınıf mücadelesinde güçlü bir motivasyon yarattığı dönemdi. Nitekim arkasından yaşanan “89 Bahar Eylemleri” ile sınıf mücadelesi yükselişe geçiyordu. 12 Eylül zulmünün adeta ölü toprağı serptiği bir dönemin, devrimci dinamikleri gittikçe hareketleniyordu.
Tüm bu gelişmeler üniversite gençliğini de derinden etkiliyor, harekete geçiriyordu. Benim için bu süreçlerin gerek sınıfsal, gerekse ulusal duyarlılığımın pekişmesinde bir dönüm noktası olduğunu özellikle belirtmek isterim.
1992’de üniversiteden mezun oldum. Aynı yıl fizik öğretmeni olarak Ankara’da göreve başladım. Ankara’da olmak benim için büyük bir fırsattı. Darbe sonrası yükselişe geçen sendikal mücadelenin, demokratik kitle örgütlerinin mücadele pratiklerinde en önemli mekanlardan biriydi Ankara. Fiili meşru mücadele ruhuyla, alanları devasa kitlelerde donatan bir devrimci dalga, Ankara’yı titretiyordu. Eşitlik, özgürlük barış ve demokrasi talepleriyle yükselen mücadele dalgası, gittikçe daha geniş kesimleri kuşatıyordu.
Ankara’da çiçeği burnunda bir öğretmen olarak eylemlerin hiç birini kaçırmıyorum. Büyük bir heyecan ve coşkuyla katıldığım bu eylemlesellikler benim mücadele ruhumu daha da biliyordu.
1990’lı yılların başları sendikaları kurma, geliştirme ve büyütme yılları oldu. Kurulan sendikaların tümü hakkında kapatma davaları açılıyor, yöneticileri görevden uzaklaştırılıyor, kapılar mühürleniyordu. Ancak devletin bu baskısı karşısında kamu emekçileri geri adım atmıyordu. Bir yandan hukuksal alanda girişimler sürdürülürken, diğer yandan fiili ve meşru mücadeleyi büyütmenin yol ve yöntemleri geliştiriliyordu. Özellikle üyesi olduğum Eğitim Sen açısından TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ve TÖB-DER’in (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) mücadele deneyimi, hem güçlü bir esin kaynağı hem de yol göstericiydi. Bu dönem kadroların önemli kesimi 68, 78 kuşağından geliyordu. Hepsi güçlü bir mücadele birikimiyle, donanımlı ve mücadeleci bir ruha sahipti.
Bu diriliş beni müthiş etkiliyordu. Kitleler Tandoğan, Kızılay meydanlarını adeta gelincikler gibi donatıyordu. Meydanları dolduran büyük kitleleri ilk kez görüyordum. Bu süreç sendikal mücadeleye aktif olarak katılmamın ilk adımları olacaktı.
Temmuz 1992’de “Hak Direnişi” talebiyle gerçekleştirilen ilk iş bırakma eylemi, kamuoyu, medya ve siyasi partilerde büyük ses getirmişti. Bu eylem, kamu çalışanlarının sendikal mücadelesinde meşruluğu pekiştirecek, kimi hukuksal kazanımları sağlayacaktı. Sendikalar, artık mahkeme kararları ile genel kurullarını gerçekleştirebiliyordu. 2911 ve 657 sayılı yasaları ihlal etme gerekçesiyle açılmış davalar beraat kararlarıyla sonuçlanıyordu. Otuz yıldan beri askıda tutulan 87 ve 151 sayılı ILO sözleşmeleri TBMM’de onaylanıyordu. Bu, kamu emekçileri açısından büyük bir kazanımdı.
O dönem eğitim emekçileri iki ayrı kulvarda örgütlenmişti. Eğit Sen ve Eğitim İş. Yükselen mücadele dalgası bu iki sendikayı Eğitim Sen’de birleştirecekti. Bu birleşme büyük bir sinerji yaratacak, Eğitim Sen’in nitel ve nicel anlamda büyük sıçrayışını beraberinde getirecek, daha güçlü bir fiili meşru mücadele dalgası yaratacaktı.
Kamu emekçilerinin elde ettikleri bu kazanım diğer demokratik kitle örgütlerini de motive ediyordu. 20 Aralık 1994’te Ankara’da Emek Platformu ile ortak düzenlenen mitinge, iş bırakan bir milyon emekçi katılmıştı. Türkiye’nin dört bir yanından kitleler kartopu gibi büyüyerek, Kızılay alanını kuşatmıştı. “20 Aralık İş Bırakma Eylemi” kamu emekçilerinin hizmet üretiminden gelen güçlerini, ilk kez bu kadar yaygın ve geniş biçimde kullandıkları eylem olacaktı.
Bu arada hükümet kamu emekçilerinin gittikçe yükselerek siyasal gündemi belirleyen mücadelesine sessiz kalmayacaktı. Siyasi iktidar, baskı ve sürgün politikasını etkin ve yaygın bir şekilde devreye sokuyordu. KESK, bu antidemokratik baskıcı uygulamalara, yeni bir mücadele dalgasıyla karşılık veriyordu. Böylece 1 Haziran 1995’te ülke çapında İş Bırakma Eylemi düzenledi. Bu eylemde baskı ve sürgünlerin durdurulması, grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkın, anayasal güvenceye kavuşturulması taleplerinin ön plana çıkarıldığı eylem programı açıklandı. Büyüyen yaygın eylemlilik karşısında geri adım atan siyasi iktidar, anayasada yapılan değişiklikle kamu emekçilerinin örgütlenme ve üyeler adına toplu görüşme yapma hakkını tanımak zorunda kaldı.
1996 Türkiye’de şoven dalganın yükselişte olduğu dönemdi. Eğitim Sen nitel ve nicel anlamda güçlü bir döneme girmişti. Sisteme karşı düzenlediği, fiili meşru mücadelesi büyük ses getiriyordu. Tabi bu güç, iktidarı çok rahatsız etmeye başlamıştı. Eğitim Sen’le fiilî olarak baş edemeyince, yasalara yönelmeye başlamıştı. Ankara Valiliği, Eğitim Sen’in kapatılması talebiyle dava açarak, harekete geçiyordu. Bunun üzerine Eğitim Sen, davanın iptali için eylemler zinciri gerçekleştirilecekti. 18 Nisan 1996’da İş Bırakma Eylemi kararı alındı. Güvenpark’ta çadır açarak oturmak isteyen eğitim emekçilerinin polis tarafından coplanması büyük yankı yarattı.
Nihayetinde davanın görüleceği 13 Mart 1996 tarihinde Türkiye genelinde Ankara’ya hareket eden on binlerce eğitim emekçisi, davanın düşmesini sağladı.
Eğitim Sen’in 23 Kasım 1996 tarihinde düzenlediği üyelerinin sürgün, soruşturma ve görevden uzaklaştırmalara karşı, ”Ankara Yürüyüşü” Kızılay meydanında fiili bir mitinge dönüşmüştü. Milli Eğitim Bakanı’nın dile getirilen talepler konusuna, “gereğinin yapılacağı” taahhüdünü vermesiyle eylem sona erecekti.
Ardından 4 Mart 1998’de gerçekleşen İş Bırakma Eylemi, KESK’in fiili meşru mücadelesinin dönüm noktası olacaktı. Sahte sendika yasası, baskı, sürgün ve soruşturmalara karşı gerçekleştirilen iş bırakma eylemi, önemli sonuçlara yol açmıştı. Kızılay Mitingine katılan yüzbinler, büyük bir direniş göstererek sahte sendika yasasını geri çevirmişlerdi.
Bu kazanımlar kamu emekçilerinin şevkini daha da körüklüyordu. KESK, bu dönemde meşru mücadelenin doruk noktasını yaşıyordu. Gerçekleştirilen her eylem kazanımlarla sonuçlandıkça kitleler üzerinde müthiş bir moral ve motivasyon yaratarak daha kitlesel bir direniş sergileniyordu.
Bu süreçlerde elde edilen kazanımlar KESK’i sendikal alanda eşitlik, özgürlük, barış ve demokrasi mücadelesinin motor gücü konumuna getirdi. KESK mücadele pratiği toplumsal muhalefet üzerinde de büyük etki yarattı.
Tabi bu süreç, sendikal mücadelemin rotasını belirlemede mihenk taşı olacaktı. Eğitim emekçilerinin direngen mücadeleci ruhu beni sendikal mücadeleye daha sıkı bağlayacaktı. Ve bu ruh beni daha köklü bir şekilde mücadele nehrine akıtacaktı. Artık sendikal mücadeleye daha bilinçli katılma konusunda dizginlenmez bir istek içindeydim. Şubeye daha sık gidiyor, eylem ve etkinliklerin organize edilmesinde daha aktif yer almaya başlıyordum. Böylesi bir mücadele içinde yoğruldum, diyebilirim.
…
Bu dönem, dünyada yükselen mücadele dalgası, Türkiye’de de kadın alanında büyük bir yansıma bulmuşu. Feminist kadınlar bir araya geliyor, akademisyenler bilinçlenme ve farkındalık yaratma amaçlı eğitimler, paneller sempozyumlar düzenliyor, erkek egemen kültürü sorguluyor, alanlara çıkıyorlardı. Bu mücadele dalgası KESK’te de yansımasını bulacaktı.
Türkiye’de kadınlar ilk kez kendi sorunlarını dünyanın ve toplumun sorunlarıyla ilişkilendiren büyük bir eylemsellik yaşıyorlardı. Kadınlar hemen bütün kentlerde platformlar oluşturuyor, büyük bir bilinç ve farkındalık içinde eylem ve etkinlikler düzenliyor, alanlara akın ediyordu. Yaratılan dayanışma ve mücadele ruhu, kadın kitlelerini adeta büyülüyordu.
Yaşanan bu gelişmeler beni çok etkilemişti. Artık sendikamızın genel çalışmalarının yanı sıra, kadın çalışmalarında da aktif yer almaya başlıyorum. KESK’in, Eğitim Sen’in, kadın hareketlerinin düzenlediği etkinliklere katılıyor, bilinçlenme konusunda okumalar yapıyorum.
Bu dönemde aynı zamanda Kürt kadın hareketinde de güçlü bir çıkış yaşanıyordu. Kürt kadınları, tüm kadınların yaşadığı gibi bir yandan erkek egemenlikli sistemin çok katmanlı kıskacına alınmışken, öte yandan Kürt kimliklerine yönelik baskıyla ve yaşanan şiddet ortamının etkileriyle boğuşuyorlardı.
Kürt kadınların politik hareketliliği, kamu emekçisi kadınların mücadelesinde de karşılık buldu ve sendikaların kadın politikalarına yansıdı. KESK’li kadınlar, Kürt kadınlarının yaşadıkları acıları paylaşıyor, kızkardeşlik ruhuyla hareket ediyorlardı. O dönem Eğitim Sen’li kadınların şiar edindiği “Ulusal Cinsel Sınıfsal Sömürüye Son” sloganı, bu perspektifin bir özeti olacaktı.
Bu süreçte feminist ideoloji ile tanıştım. Müthiş bir arayış içindeyim. Bu arayış KESK kadın mücadelesinin şekillenmesi süreçlerinde aktif yer almamı sağladı. Tabi KESK’in Eğitim Sen’in eşitlik, özgürlük, demokrasi mücadelesi geleneğinin kendi içinde eşitsizliği taşıması, beni yeniden bir arayışa sürükleyecekti. Bu bilinçle o güne kadar gururla takip ettiğim KESK mücadele pratiğinin cinsiyetçi yanını sorgulamaya başladım.
Olympe de Gouges’un dediği gibi, madem eşitlik özgürlük için savaşıyoruz, cinsiyetler arasında yaşanan eşitsizlik neden gündeme gelmiyordu?
Çocukluğumda yaşadığım olay beni cinsiyet eşitliği mücadelesine sürüklememiş miydi? Bunu için Almanyayı, ailemi bırakıp Türkiye’ye gelmiştim. Evet, sınıf mücadelesi benim mücadele ruhumu körüklemişti. Ancak mücadelenin bir ayağı eksikti. Bu da cinsiyet eşitsizliğine olan duyarsızlıktı.
Oysa KESK’in, Eğitim Sen’nin düzenlediği o devasa eylemlerde mücadele pratiğinde kadınlar hep ön saflarda yer almıştı. Ancak sendika içinde bir varlık gösteremiyorlardı. Kadını dışlayan yaklaşım, erkek egemenliği burada da hüküm sürüyordu. Kadına yaklaşımdaki üslup erildi. Kadın kaale alınmıyor, iradesi hiçe sayılıyordu. Bu ne yaman bir çelişkiydi! Üstelik devrimci mücadelenin öncüsü erkek arkadaşların çoğunun eşleri bile mücadelede yanlarında yoktu.
Türkiye’de eşitlik, özgürlük, demokrasi mücadelesinin motor gücü olan KESK’in kendi iç işleyişinde yaşadığı cinsiyetçi pratiklerin görülmesi gerekiyordu. Bunu için bir bilinçlenmenin ve farkınlağını yaratılması zorunluydu. KESK’in kuruluşuyla birlikte bu sorgulama aşaması Kadın Sekreterliği’nin oluşturulması pratiğiyle taçlandırıldı. Bu devrim niteliğinde bir adımdı. Türkiye’de bir ilkti. Karar organlarında kadın iradesinin temsiliyeti olan bu adım, KESK’in cinsiyetçi ideolojiye karşı geliştireceği politikalara karşı çok önemli bir aşamaydı. O dönem KESK genel sekreteri Sevil Erol, Nurhan Akyüz, KESK Kadın Sekreteri Hatice Pehlivan ve Nevin Kaplan’ın kadın bilincinin oluşması, cinsiyet eşitsizliğine karşı sendikal duyarlılığın geliştirilmesinde büyük çaba ve emekleri olmuştu.
Kadın Sekreterliği’nin oluşumu ve faaliyetleri kadınlar üzerinde müthiş bir moral, motivasyon yaratmıştı. Kadınlar bu heyecan ve coşkuyla eşitlik özgürlük mücadelelerine yeni bir halka ekleyecekti.
KESK’li kadınların ilk işi toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yönelik bilinçlenme, aydınlanma ve farkındalık yaratmaya yönelik bir eylem programı geliştirmek oldu. Sendikadaki cinsiyet eşitsizliği politikalarını sorgulayan eğitimler organize ediyor, etkinlikler düzenliyordu. Bu aydınlanma ışığında geliştirilen mücadele pratiği, kadınları daha etkin örgütleme, sendikal mücadeleye çekme ve karar organlarına katılmaları önündeki engellerin aşılması yönünde politikalar geliştirmesinde önemli sonuçlar ortaya çıkardı.
KESK’in toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yönelik mücadelesi, bilinçlenme, örgütlenme ve eylemsellik üzerine oturtuldu. Bu mücadele iki boyutlu yükseliyordu. Birinci hedef sendika yapısı ve politikalarına, diğer hedef ise sisteme yönelikti.
KESK’li kadınların kadın özgürlük çizgisinde yükselttikleri bu mücadelenin etkileri kısa sürede sonuç vermeye başlamıştı. Bu diriliş, Türkiye’de kadınların emek alanından, cinsiyet eşitsizliğine yönelik yükselttikleri eşitlik, özgürlük mücadelesinin tohumlarının yeşermesinin müjdecisiydi.
Fiili meşru mücadele ruhu kadın mücadelesine de yansıyacaktı. KESK’li kadınlar sendikadaki cinsiyet eşitsizliği politikalarını sorgulayan eğitimler organize ediyor, etkinlikler düzenliyordu. Bu sorgulama 1995’te KESK Kadın Sekreterliği’nin kurulmasını beraberinde getirecekti. Tüzüğünde, tüm sendikal organlarda %30 kadın kotasının kabul edilmesi (2004), Türkiye’de bir ilkti. Bu yapılanma kadınlar üzerinde müthiş bir moral, motivasyon yaratmıştı. Bu dönem kadın mücadelesinin büyük ivme kazandığı bir süreçti.
1998’de gerçekleştirilen KESK 1. Kadın Kurultayı, yeşeren bu tohumların olgunlaşıp meyve vermesinin yol ve yöntemlerini belirlemekteydi. Bu süreçte KESK Kadın Sekreteri Nevin Kaplan’ın, kadın bilincinin oluşması, cinsiyet eşitsizliğine karşı ortamda sendikal duyarlılığın geliştirilmesinde büyük çaba ve emeği olmuştu.
İşte KESK’in ilmek ilmek ördüğü böylesi bir mücadele sürecinin kartopu misali büyüme dalgasına ben de kapıldım. Artık mücadele süreçlerine daha aktif katılmamın önünde hiçbir engel kalmamıştı.
Eğitim Sen’de, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yönelik ilk tohumlar bu dönemde atılıyordu. Bu süreç, toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının filizlenişinin müjdecisiydi. Bu sinerji KESK’te, dolayısıyla Eğitim Sen’de büyük bir yankı bulacak ve kadın politikalarının pratiğe geçirilmesinde önemli bir adımı olacaktı.
KESK ve Eğitim Sen Genel Merkez Kadın Komisyonlarının kadın üyeleri bilinçlendirme, aydınlatma ve farkındalık yaratmaya yönelik düzenlediği eğitim, seminer ve panellerine katılıyorum. Cins bilincine yönelik Klara Zetkin’nin, Rosa Luxemburg’un, Aleksandra Kolontay’ın kadın mücadelesiyle ilgili eserlerini, Engels’in, Lenin’nin kadın sorunu kitaplarını okuyorum. Tabi kadın mücadelesinde önemli bir rolü olan feminist, filozof Simone de Beauvoir’ın toplumsal cinsiyetle ilgili çözümlemelerini okuyorum bir yandan da. Kadın gruplarıyla tartışma ve değerlendirmeler yapıyoruz.
Eğitim Sen Tüzüğünde, yönetim mekanizmalarına girecek kadın ve erkek delegeler arasında oy oranında eşitlik sağlanması durumunda, kadına öncelik tanınması ön görülüyordu. Kuşkusuz bu, örgütte toplumsal cinsiyeti sorgulama yönünde atılan önemli bir adımdı.
Eğitim Sen Genel Merkez Kadın Komisyonu çalışmalarını yürüten Nurşen (Yıldırım), Emine (Akyazılı) ve Yaşar’ın (Tarakçı) bu süreçte müthiş emekleri oldu. Kuşkusuz bu dönemde, akademisyen üyelerimizin katkıları da büyük oldu. Fevziye Sayılan, Özlem Şahin, Aksu Bora, Serpil Sancar’ın bu dönemde sendikalarda cinsiyet eşitliği politikalarının gelişiminde önemli etkileri olacaktı. Fevziye’nin daha sonra sekiz yıllık Eğitim Sen Kadın Sekreterliğim sürecinde kadın politikalarının şekillenmesinde, en büyük destekçimiz olarak aktivitesi kesintisiz sürecekti.
1998’e gelindiğinde artık kadın politikalarının yaşam bulması için çeşitli mekanizmaların oluşturulması gerekiyordu. KESK Kadın Kurultayı’nın gerçekleşme süreci olgunlaşmıştı. Bunun için bilinçlendirme ve farkındalık yaratma amaçlı eğitimlerin yanı sıra, eylemsellik boyutuyla da bir yol haritasının belirlenmesi gerekiyordu. Bu da ancak kurultayla sağlanabilirdi.
KESK’in 1. Kadın Kurultayı çok kapsamlı konu başlıklarını içeriyordu. Türkiye’nin dört bir yanından gelen kadın delegeler güçlü tebliğler sunulmuş, önemli kararlaşmalar yaşanmıştı. Cinsiyetçiliğin, yaşamın her yanını ahtapot misali nasıl sarmaladığı, buna karşı mücadele taktik ve stratejilerinin nasıl geliştirilmesi gerektiği üzerinde ciddi yoğunlaşmalar yaşanıyordu. Ülkede süren savaş ve çatışmaların, şiddetin, militarizmin, erkek egemenliğinin, kadınları nasıl cendereye aldığına yönelik çözümlemeler yaşanıyor, buna paralel eylemsellik programları çıkarılıyordu.
Kurultay büyük ses getirmişti. Alınan kararlar basılarak, ilk bilimsel çalışma olarak KESK’li kadınların başucu kitabına dönüştürüldü. 1998’de Eğitim Sen Ankara 1 Nolu Şube’sinin Genel Kurulu’nda Basın Yayın Sekreteri olarak görev aldım.
Yönetimde tek kadın bendim. Kuşkusuz yönetimde olmak, kadın çalışmalarını daha etkili ve belli bir sistematik içinde yürütme imkanı veriyordu bana. Çok kısa zamanda güçlü bir Kadın Komisyonu oluşturduk. Tabii ki o dönem cinsiyetçi kültür ve yaklaşım daha katıydı. Kadınlar bir araya geldiğinde erkek arkadaşlar kapıyı aralar, kafalarının uzatarak “Siz yine ülkeyi mi kurtaracaksınız, bizi niye almıyorsunuz komisyona?” diyerek bizimle dalga geçerlerdi.
Oluşturduğumuz kadın komisyonu kısa sürede büyük bir etkinlik kazandı. Ankara’da oluşturulan Kadın Platformu’yla koordine içinde ortak eylem ve etkinlikler düzenliyoruz. Platformda hemen tüm kadın örgütleri, partilerin kadın birimleri yer alıyordu. Çalışmalarımız sistematikleşmişti. 8 Mart, 25 Kasım eylem ve etkinlikleri dışında kadına yönelik tüm eşitsizlik ve şiddet uygulamasına karşı da ortak mitingler, eylemlilikler gerçekleştiriyorduk. Kadın mücadelesi, müthiş bir ivme kazanmıştı.
…
Eğitim Sen Kadın Sekreterliği’nin oluşumu bir devrim niteliğinde oldu. 2000 yılına gelindiğinde kadın bakışı, örgütümüzün kadın politikalarına rengini vermeye başlamıştı. Bir bilinçlenmenin, aydınlanmanın, farkındalığın rengiydi. Kadın uyanışının, pratik mücadelesinin filizlerinin olgunlaştığı dönemdi. Eğitim Sen’li kadınlar bunun meyvelerini topluyordu.
Kadınlar, uyanışlarını hem sendikal, hem genel alanda direnişleriyle gösteriyorlardı. Artık Eğitim Sen Genel Kurulu büyük bir sabırsızlıkla bekleniyordu. Sendika içi toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik önergeler hazırlamış, Kadın Sekreterliği’nin oluşturulması konusunda hemfikir olmuşlardı.
Ancak sendika içinde kimi dinamikler özgün bir kadın sekreterliğinin oluşturulmasını onaylamıyordu. Kadınlar için pozitif destek politikalarının doğru olmadığını, bunun onları küçümsediğini, Kadın Sekreterliğinin, feminizmin sendikaya bir yansıması olduğunu ve ayrıştırıcı olduğunu düşünüyorlardı.
Kongre öncesi bütün şubelerimiz Genel Kurul süreçlerinde hararetli tartışmalar yaşıyordu. Eğitim Sen Genel Kurulu öncesi örgüt tabanında, Şube Kongrelerinde, Kadın Sekreterliğinin oluşturulması yönünde çok yoğun bir tartışma süreci başlamıştı. Kuşkusuz yaşanan tartışmalar bir olgunluğa ulaşmıştır. Kongre delegelerinin büyük bölümü, Kadın Sekreterliği’nin oluşturulması noktasında bir duyarlılıkla gelmişlerdi.
Merkez Genel Kurulu’na gelindiğinde büyük çoğunluk Kadın Sekreterliği’nin oluşturulması yönünde görüş belirtti. Böylece Kadın Sekreterliğinin oluşturulması oy çokluğuyla kabul edildi. Eğitim Sen’li kadınlar direnişlerinin meyvesini almışlardı.
Büyük bir mücadele sonucu elde edilen bu kazanımın ilk uygulayıcısı olarak Genel Merkez Kadın Sekreterliği görevini üstlendim. Yönetimde tek kadındım. Artık benim için yeni bir mücadele süreci başlamıştı. Bu durum bana çok ağır bir sorumluluk yüklüyordu. Bu görevin önemi ve ciddiyetini farkında olmak, beni daha da heyecanlandırıyordu. Göreve başladığımda kadın hareketleri, KESK ve Eğitim Sen’li aktivistlerin ilk dayanışma ziyaretleri beni çok duygulandırmış azmimi daha da körüklemişti.
Göreve başlarken Genel Merkez Kadın Komisyonu olarak Nurşen (Yıldırım), Yaşar (Tarakçı) ve Emine’yle (Akyazılı) bir toplantı gerçekleştirdik. Genel Kurulda kararlaştırılan, sendikanın pozitif destek politikalarının şekillenmesini öngören önergeleri, düzenleyip şubelere gönderdik. Çalışma programının oluşturulması için merkezi düzeyde Kadın Sekreterleri toplantısını önümüze koyduk. Bu arada Merkez Kadın Komisyonunun iptali bende büyük sarsıntı yaratmıştı.
Sonra Yıldız Temürtürkan kadın danışmanı olarak alındı. Yıldız, kadın alanında deneyimli duyarlı bir arkadaştı. Kadın Sekreterliği çalışmalarında bana büyük destekleri oldu.
Şube Kadın Sekreterleri İle yaptığımız Merkezi toplantı çok verimli geçmişti. Bu aynı zamanda bir eğitimdi. Kadın sekreterlerimiz çok coşkulu ve heyecanlıydı. Hepsi pırıl pırıl, ışıl ışıldı. Ülkenin dört bir yanında aktivist kadın üyelerimiz güçlü bir potansiyel oluşturuyordu. Hemen tüm şubelerimizde bilinçli, duyarlı, güçlü bir kadın kadrosu vardı. Cinsiyet eşitliğine yönelik yükselen mücadele aynı zamanda kadınların dayanışma içinde, cins bilinciyle hareket etmelerinin zeminini oluşturuyordu. Şube kadın sekreterlerimiz yapacağımız toplantıya bu motivasyonla gelmişlerdi.
Ancak bir sorun vardı. On yedi şubemizden katılım sağlanmamıştı. Kadın Sekreterliği oluştuğunda en ciddi sorun, kadın yöneticinin bulunmadığı şubelerde erkek arkadaşların kadın sekreterliği görevini zorunlu olarak üstlenmeleri oldu. On yedi şubemizde kadın yönetici olmadığı için, erkek arkadaşların kadın çalışmalarını üstlenmesini beraberinde getirecekti.
Bu durum, cinsiyetçi bakış açısının hakim olduğu bir ortamda, bir erkeğin kadın mücadelesini süslenmesiyle çelişik ve sıkıntılı bir durum oluşturuyordu. Erkeğin bu görevi üstlenmesiyle, kendisine karşı küçümseyici, olumsuz bir bakış gelişiyordu. Hatta şube kurullarında farklı listelerden giren erkek arkadaşlara “cezalandırma” amacıyla, kadın sekreterliğinin verildiği durumlar yaşanıyordu. Ancak merkezi düzeyde aldığımız bir kararla, kadın yöneticilerin bulunmadığı şubelerimizde kadın sekreterliklerinin herhangi bir sekreterliğe bağlanabileceğini, Kadın Komisyonu aracılığıyla çalışmaların sürdürülebileceğini şubelerimize iletmiştik. Bu arada bazı şubelerimizde erkek arkadaşlar kadın sekreterliği görevi üstlenmiş ve çalışmalarımıza katılım sağlıyordu.
Kadın Sekreterlerimiz, şubelere gönderdiğimiz toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin genel kurul kararları doğrultusunda, şube komisyonlarıyla bir eylem programı çerçevesi oluşturmuşlardı. Toplantıda genel kurul kararlarının pratiğe geçirilmesi yönünde uzun ve kısa vadeli eylem ve etkinlik programlarını şekillendirdik. Eylem planı çok geniş bir yelpazede şekillenmişti. Manifesto gibi bir sonuç bildirgesi yayımlamıştık.
Bu toplantıda öne çıkan eylem planı, eğitimler, kampanyalar, kurultaylar, sempozyumlar, ulusal ve uluslararası kadın hareketleriyle dayanışma ağlarının örülmesini içeriyordu.
Cinsiyet eşitliğine yönelik yükselen mücadele aynı zamanda kadınların dayanışma içinde, cins bilinciyle hareket etmelerinin zeminini oluşturuyordu. Ülkenin dört bir yanında aktivist kadın üyelerimiz güçlü bir potansiyel oluşturuyordu. Hemen tüm şubelerimizde bilinçli, duyarlı, güçlü bir kadın kadrosu vardı. Kadın Sekreterlerimizin, sendikamızın cinsiyet eşitliğine yönelik mücadelesindeki rolleri çok büyük oldu. Yerellerden doğru, kadın iradesini ilmek ilmek örerek mücadeleyi şekillendirdiler. Onların tek tek isimlerini, emeklerini anlatmak isterdim. Ama sanırım buraya sığdıramayacağım.
Tüm çalışmalarımızda demokratik kararlaşma süreci etkili bir şekilde işletiliyordu. Cinsiyet eşitliği politikaları belirlenirken kadın üyelerimizin, şube kadın komisyonlarının görüş ve önerilerini toparlayarak merkezi düzeyde şube kadın sekreterlerine yönelik gerçekleştirilen eğitim ve toplantılarda ortaklaştırıyorduk. Bu doğrultuda cinsiyet eşitliği politikaları belirliyor, eylem planları hazırlıyorduk. Politikalarımızı, sempozyum, kurultaylar aracılığıyla genel kurul süreçlerinde örgüt iradesinin onayına sunuyorduk. Böylece örgüt tarafından benimsenip hayata geçirilmesini sağlayabiliyorduk. Artık Kadın Sekreterlerimizle çıkardığımız eylem kararlarını, MYK’ya onaylatarak pratiğe geçirme aşamasına gelmiştik.
KESK Kadın Sekreterimiz sevgili Sevgi’yle (Göyçe) ilk işimiz 2001 yılında bir kampanya (Eşitlik için Örgütlenme Kampanyası) başlatmak olmuştu. Şubelerimize, kampanyanın amaç ve hedeflerini içeren bilgilendirme broşürleri, materyaller, gerçekleştirilecek eylem ve etkinliklerin programını gönderdik. Şube Kadın Sekreterlerimiz müthiş bir performans göstermişlerdi. Kampanyaya duyarlılık sağlayacak eylemler, etkinlikler, paneller, forumlar düzenliyordu. Kampanyanın en önemli eylemi, belirlediğimiz bir tarihte, KESK’li kadınların Türkiye genelinde işyerlerine pantolon giyerek gittikleri “Pantolon eylemi” oldu. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit, kamu emekçisi kadınların işyerinde pantolon giyebileceğine dair yönerge çıkarılmasını kabul etti.
Toplumda bir tabu yıkılmıştı. Kamu emekçisi kadınlar mağazalara akın etmişti. Neredeyse pantolon kıtlığı yaşanacaktı.
Ve “Pantolon Giyme” Kampanyasının kazanımı KESK kadın mücadele tarihine damgasını vuracaktı. Kampanyanın başarıyla sonuçlanması, örgütte olağanüstü moral ve motivasyon yarattı. Oluşan bu moral sadece kadın alanını değil, tüm mücadele alanı etkilemişti. Sendikalarımızda üye patlaması yaşandı. Bu dönem Eğitim Sen’de kadın üye sayımızı, %30’dan %44’de yükselecekti. Bu kampanyanın bir diğer önemli yansıması da, örgüt genelinde cinsiyetçi bakışta önemli bir dönüşüm dalgası yaratmasıydı. Kadın Sekreterliği’ne olan önyargılı yaklaşımda ciddi anlamda bir kırılma yaşanmıştı. Cinsiyet eşitsizliği olgusuna bakışta bir farkındalığın oluştuğunu görmek, kadınları daha da heyecanlandırıyor, oluşan sinerji ile mücadele dalgası daha da yükseliyordu. Örgütte gerek eylem programlarının oluşturulmasında, gerekse yaşama geçirilmesinde kolektif çalışma sistemi oluşmaya başlamıştı. Bu kazanım, KESK’li kadınların kendilerine özgüvenlerini arttırmış, mücadele alanlarına akışını hızlandırmıştı. Kadınlar daha coşkulu bir şekilde mücadeleye sarılıyordu.
Ülke ve dünya kadın hareketlerinden tebrik mesajları alıyorduk. Bu da moral ve motivasyonumuzu daha da yükseltiyordu.
Eğitim Sen’li kadınlar, ülke çapında 8 Mart, 25 Kasım gibi kadın mücadelesine damgasını vuran günlerde, kadın platformları ile ördükleri mücadele pratiğinde motor gücü olmaya başlamışlardı.
Diğer kadın örgütleriyle ortaklaşa çok büyük kitlesel eylemsellikler gerçekleştirdik bu dönemde. Örneğin dönemin ilk büyük eylemi, Haziran 2003 tarihinde Ankara’da düzenlenen ve Türkiye çapında on üç bin kadının katılım sağladığı, “Barış Hemen Şimdi” mitingi, kadınlar üzerinde büyük bir etki yaratmıştı. Diyarbakır, Batman, İstanbul ve Konya “Kadın Buluşmaları”, 2-7 Şubat 2003 tarihlerinde “Savaş Karşıtı Kadın Platformu”nun organize ettiği “Savaşa Hayır” Silopi yürüyüşü, 10 Haziran 2003’de “Bingöl Barış Masası” eylemlerine ülke çapında KESK’li kadınların, kadın örgütleriyle dayanışma içinde gerçekleştirdikleri ve kitlesel katılım sağladıkları önemli eylemlerden sadece bir kaçıdır. Bu dönemde, Pınar Selek öncülüğünde kurulan Amargi Kadın Derneği, çalışmalarımıza aktiv destek sunuyordu.
Kadınların bu güçlü dinamizmi, devletin müdahalesini beraberinde getirdi. Örneğin Bingöl’de kadın örgütleriyle ortaklaşa düzenlediğimiz savaş karşıtı eylemimizde on beş kişi gözaltına alındık. Örgütümüzden yükselen tepki üzerine, ilk itirazda serbest bırakıldık.
Tabi bu coşkulu mücadele öyle dikensiz gül bahçesinde sürdürülmüyordu. KESK’te kadınlar çeşitli zorluklarla karşı karşıyaydı. Nihayetinde eşitlik özgürlük mücadelesi veren sendikalar da sistemin kıskacından kurtulabilmiş değiller. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği söz konusu olduğunda erkek egemen sistemin çarkları, doğa yasalarına aykırı işliyor maalesef. Sendikal ortamlar, erkek egemen dil ve kültürün hakim olduğu cinsiyetçi bir yapıya sahip. Diğer toplumsal mekanizmalar gibi hiyerarşi, rekabet, çatışmacı kültür ve siyaset anlayışının egemen olduğu alanlardır. Dolayısıyla örgütümüzün kadın özgürlük mücadelesinin önündeki setler, aşılabilmiş değildi.
Sendikalarda siyaset tarzı kadınları dışlayan, küçümseyen ve etkisizleştiren bir yapıdaydı. Yöneticilik, eril özelliklerin somutlaştığı bir profili yansıtıyor, erkeğe ait özellikleri ön plana çıkarıyordu. Yönetimlerde yer alan kadınların da bu özellikleri benimsemesi bekleniyordu. Bunu benimsemeyen kadınlar, doğal olarak elenmekten kurtulamıyordu. Bu durumun gerekçesi ise, başarısızlıkla nitelendiriliyordu. Toplantılarda erkek egemen tarzdaki tartışmaların dili ve yöntemi aşılamıyordu. Karar alma süreçlerinde, kadınların fikirleri önemsenmiyor, ortak aklın oluşmasında dışlanıyordu. Bu da kadınların mücadele süreçlerine, inisiyatifli bir şekilde katılımın önünde set oluşturuyordu.
Kadınların sendikal mücadeleye katılmalarının önüdeki en önemli engel, toplumun hücrelerine işleyen cinsiyetçi ideolojiydi. Kadının özel alana hapsedilmesini doğal ve değişmezmiş gibi, topluma benimsetmek isteyen cinsiyetçi ve ayrımcı anlayış, her alanda hızından hiçbir şey kaybetmeden sürüyordu. Bu en eşitlikçi ortamlarda da böyleydi. Dolayısıyla KESK de bunu aşamamıştı.
Toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde kadınlara yüklenen özel alan sorumluluğu kadınların mücadele süreçlerine katıImaları önünde bir zırh olarak varlığını koruyordu. KESK’li kadınlar bu çifte yükün altında ezilmeye devam ediyordu. Cinsiyetçi iş bölümünün kadına yüklediği ağır sorumluluk kadını eziyordu. Ev ve aile sorumluluğunun altında ezilen kadınlar siyasal, sosyal ve kültürel alandan uzak kalmalarında belirleyici bir etkendi.
Kadınların sendikal alana katılımlarının özel alandaki sorumluluklarını ihmal edeceği gerekçesiyle ailesi, eşi ve çevresi tarafından getirilen engeller vardı. Bu durum en bilinçli olarak değerlendirebileceğimiz erkek arkadaşlarımızın pratiklerinde bile görülüyordu. Geç vakitte toplantılara katılımın, geleneksel değerlere göre eşi veya çevresi tarafından uygunsuz bulunması, kadınların evli, bekar, boşanmış, çocuklu ya da çocuksuz olması, sendika çalışmalarına katılmalarının önünde önemli bir engel olarak varlık gösteriyordu. Bu durum kadın örgütlülüğü önünde bir diğer can sıkıcı bir engeldi.
Kuşkusuz cinsiyetçiliğin kadınlar üzerinde yarattığı etkinin bir çırpıda aşılması düşünülemezdi. Bunun aşılması çok daha derin bir mücadele gerektiriyordu. Örgütte hernekadar Kadın Sekreterlikleri’nin oluşturulmasında ortak bir kararlaşma yaşanmış olsa da, cinsiyetçi bakış açısının törpülendiği anlamına gelmiyordu. Toplumsal cinsiyet politikalarını hayata geçirme noktasında yönetimler tarafından engellerle karşılaşıldığı oluyordu kuşkusuz. Şube Kadın Sekreterlerimiz daha katı engellemelerle boğuşmak zorunda kalıyorlardı. Ben, merkezi düzeyde daha rahattım. Çünkü MYK sendika hukuku boyutuyla, Genel Kurul Kararlarına uymak konusunda daha duyarlıydı.
Ancak kimi zaman söylediklerimin, önerilerimin kaale alınmaması gibi durumlar yaşıyordum. Bazen getirdiğim bir öneri ya da fikir dikkate alınmazdı. Benden sonra erkek dile getirdiğinde, sanki yeni fikirmiş gibi üzerine atlandığı olurdu. Oysa sendikal çalışmanın tüm aşamalarında etkin yer alıyor, genel pollitikalarının uygulanması noktasında diğer MYK üyesi arkadaşlarla aynı emeği sarf ediyordum. Şubelerimizin düzenledikleri bütün faaliyetlere etkin bir şekilde katılıyordum. Yani çifte ağır bir yük altında mücadele veriyordum. Bu durum Şube Kadın Sekreterlerimiz için de aynıydı.
Pozitif destek politikalarını geliştirme önünde bir başka etken, farklı dinamiklerinin kadın sorununa bakış açılarının farklılığıydı. KESK, farklı görüş düşünce ve anlayışların renk yelpazesidir. Farklı görüş ve anlayışlar doğal bir sentez oluşturuyordu. Dolayısıyla bu renk cümbüşü kendi içinde çelişki ve çatışmaları da barındırıyordu. Konfederasyonumuzun çok farklı görüş ve anlayışların bileşkesi oluşu ve bu anlayışların cinsiyet eşitliği politikalarına, kendi perspektiflerinden yaklaşımı, kadın politikalarının oluşumu önünde engel teşkil edebiliyordu. Bu farklı bakış açılarının kadın politikalarına olumlu ya da olumsuz yansıması da bir gerçeklikti. Bu nedenle kadın mücadele çizgisinde farklı kadın profilleri şekillenmişti.
Bir grup kadın arkadaş politik donanıma ve güçlü bir mücadele pratiğine sahip olmasına rağmen, cinsiyet mücadelesine mesafeli duruyordu. Eşitlik, özgürlük mücadelesini savunurken, kadınların ezilmişliğini sadece sınıfın ezilmişliğiyle paralel ele alıyordu. Kadının kurtuluşunun sınıfın kurtuluşuyla mümkün olabileceğini, kadın erkek arasında bir ayrımın olmadığını, ayrı ve özgün kadın mücadelesinin gereksiz olduğunu düşünüyordu. Kadın erkek, omuz omuza mücadele ederek eşitliğin, özgürlüğün sağlanabileceğini savunuyordu.
Bir diğer kadın profili, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadeleyi kendine şiar edinmiş kadınlardı. Bu gruptaki kadınlar feminist ideolojiyi benimsemişlerdi. Bu kadınlar, farklı anlayışların kalıplarını aşan, kadın politikalarını belirlemede ön açıcı yaklaşımlarıyla önemli rolleri olmuştur. Bunların içinde kadın sorununu tarihsel boyutlarıyla, bilimsel bir perspektifle irdeleyerek teorik anlamda çözümlemeler yapan kadın akademisyen üyelerimizin etkin rolleri vardı.
KESK’te kadınlar arasında ciddi gerilim yaratan 8 Mart tartışması, kadın toplantılarını kilitliyordu. Mesela 8 Mart, Dünya Kadınlar Günü mü, yoksa Dünya Emekçi Kadınlar Günü mü? Bu sorunu, Clara Zetkinin 8 Mart’ı ilan ettiğinde kullandığı, “Kadınların Uluslararası Birlik Dayanışma Ve Mücadele Günü” ifadesiyle çözümleyebildik. Böylece örgütte ortak bir dil yaratılarak kadınların dayanışmasının önündeki engelerden biri kaldırılmış olacaktı.
Bir diğer problem kadın yürüyüşlerine erkek arkadaşların katılıp katılmaması yönündeydi. Tabi bu sorun konusunda uzlaşmak çok daha güçtü. Ama artık eskisi gibi uç duruşlar olduğunu düşünmüyorum. Öte yandan kadınların ördükleri ortak mücadele ve dayanışma ruhu sendikanın Genel Kurul süreçlerinde sekteye uğruyordu. Eğitim Sen ve KESK’in Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikaları belirlenirken en çok tartışma yaşanan konulardan biri, pozitif destek politikaları, dolayısıyla kota idi. Bunda kadın sorununa ideolojik bakış açısının ötesinde, genel kurul süreçlerinde oluşan listelerin, kadınlar tarafından delinmesi kaygısı da belirleyiciydi.
Bunlara rağmen, tüm KESK’li, Eğitim Sen’li kadınların toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının şekillenişinde büyük emekleri olmuştur. KESK’te kadın dayanışması yönünde umut verici gelişmeler de yaşanıyordu. Bunun en güzel örneği, 2003 tarihinde düzenlenen KESK tüzük kurultayında yaşandı. Kurultay öncesi örgüt içi bütün anlayışların erkekleri, %40 kotanın tüm yönetim organlarına dağıtılması konusunda uzlaşı sağlamışlardı.
Bu arada KESK Kadın Sekreteri sevgili Sevgi Göyçe ile buna karşı kadınların ortak tavır almaları için çalışma yürüttük. %40 kadın kotasının, yönetim organlarına ayrı ayrı uygulanmasına ilişkin önerge hazırladık. İlk kez bir iki grup dışında tüm kadın arkadaşlar böylesi bir önergede ortaklaşma yaşamışlardı. Bu, KESK kadınlarının cinsiyet bilincinin inanılmaz bir göstergesiydi. Sonuçta yine erkeklerin istediği oldu. Ama KESK mücadele tarihinde farklı dinamiklerden kadınların ilk kez kendi siyasal gruplarının sınırlarını kırarak, birlikte hareket etmeleri açısından önemli bir dönüm noktası olmuştu.
Tabi bütün direnişimize rağmen kotanın o şekilde geçmesi öfkemizi daha da kabarmıştı. Önümüze koyduğumuz uzun ve kısa vadeli çalışma ve eylem planınımızı, daha etkili bir şekilde hayata geçirmemizde önemli etkenlerden biri olacaktı. Bu amaç ve hedef doğrultusunda, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikalarını örgütün tüm mekanizmalarına yedirmek, cinsiyetçi ideolojiyi mahkum etmenin en etkili araçları olan kadın ve karmaya yönelik eğitim ve seminerler düzenlemek, kurultaylar, kampanyalarla, süreci hızlandırmak istiyorduk.
Cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi yükseltebilmek için kadınları güçlendirecek, sendikal eğitim mekanizmasının etkin bir şekilde hayata geçirilmesi gerekiyordu. Böylece cins bilinci kazanacak kadınların karar ve yönetim mekanizmalarında daha fazla görev almaya teşvik edilmesi gerekiyordu. Bunun için öncelikli olarak bilinçlenme ve farkındalık yaratma çalışmasını hızlandırdık. Bu eğitimlerde kadınların sendikal ve politik bilinçlerinin gelişiminin sağlanması, sendikayla iletişimlerini geliştirerek örgütsel olarak bütünleşmeleri, cinsiyetçiliğe karşı mücadele yöntemlerinin geliştirilmesini hedefledik.
Kadın sekreterlerimizle gerçekleştirdiğimiz bir eğitim çalışmasında, merkezi düzeyde bir Kadın Eğitimciler Eğitimi’nin gerçekleştirilmesi, şubelerde, işyeri temsilcilerinin eğitim programına, toplumsal cinsiyet eğitiminin de dahil edilmesi önerisi gelişti. Böylece erkek üyelerimizi de eğitim süreçlerine dahil ederek, cinsiyet eşitliği politikalarının yaşama geçirilmesini hedefliyorduk. Bu öneriyi MYK ‘da kararlaştırdık ve hemen uygulamaya koyduk.
Şubelerimizden, belirlediğimiz aktivist kadın üyelerimizden otuz sekiz kişilik bir grup oluşturduk. Bu önemliydi. Çünkü yönetimlerdeki kadınlar genel kurul süreçlerinde ayıklanıyordu. Örgütte toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin sürekliliğinin sağlanması, bizim için olmazsa olmazdı. Kadın arkadaşlar kadın özgürlük çizgisini özümsemiş, mücadeleci bir pratiğe sahipti. Hepsi ışıl ışıldı. Fevziye’yle (Sayılan) hemen bir araya geldik. Uzun, verimli, çok kapsamlı bir eğitim projesi hazırladık. Bu eğitim, kadınlar üzerinde büyük bir motivasyon yaratmıştı. Sertifika alan kadın arkadaşlar ülke genelindeki Eğitim Sen’nin düzenlediği tüm eğitim süreçlerinde aktif yer almaya başladılar.
Bu süreçte sendikal eğitimleri, bilimsel bir perspektifte gerçekleştirmede, Doç. Dr. Fevziye Sayılan, Doç. Dr. Alev Özkazanç, Prof. Dr. Serpil Sancar, Prof. Dr. Gülay Toksöz, Prof. Dr. Mine Tan, Prof. Dr. Işıl Ünal ve daha birçok akademisyen üyemizin çok büyük emekleri oldu.
Kuşkusuz ataerkil sistemin toplumlara dayattığı, doğal ve değişmez olarak kanıksattığı cinsiyetçi ideolojinin tek bir mücadele yöntemiyle kırılması düşünülemezdi. Bunun için çok yönlü mücadele taktik ve stratejilerinin geliştirilmesi gerekiyordu. Bu perspektifle kadın kurultayı ve ardından bunu müteakiben etkili kampanyalar kaçınılmazdı. Böylece gerek örgüt içi, gerek toplumda bir zihniyet değişimi yaratılabilinirdi. Emek alanından başlayarak, bizim hedefimiz buydu. Bunun ilk adımı Eğitim Sen Kadın Kurultayı’nı düzenlemek oldu.
Temmuz 2004 tarihinde “Sorgulamak Ve Değiştirmek İçin” Eğitim Sen 1.Kadın Kurultayı düzenledik. Amacımız özel ve kamusal alanda var olan cinsiyetçi uygulamaların saptanarak çözüm önerilerinin geliştirilmesi; cinsiyet eşitliği politikalarını geliştirerek, sendika politikalarının bir parçası haline getirilmesi; çalışma yaşamında istihdamda, işe girme, terfi ve yükselmelerde cinsiyetçi anlayışa karşı mücadelede, sendikal ve toplumsal alanda kadın örgütlenmesinin güçlenmesini sağlayacak pozitif eylem programlarının geliştirilmesi yönünde politikalar geliştirmekti.
Fevziye Sayılan Kurultaya bilimsel veri oluşturmak amacıyla önce bir ‘Kadın Profili Anketi’ hazırladı. Anketin amacı eğitim işkolunda çalışan, sendika üyesi olan ve olmayan hizmetli, memur, öğretmen, öğretim elemanı kadınların çalışma yaşamları, aile, sendika ve toplumsal alanda karşılaştıkları sorunları, sendikal çalışmaya aktif katılmalarının önündeki engelleri tespit etmekti. “Kadın Profili Anketi”ni pilot olarak belirlediğimiz 27 şubemizde 1800 emekçi kadına uygulayarak değerlendirmesini yaptık. Çok çarpıcı sonuçlar elde etmiştik. Kurultayımıza bilimsel bir zemin sunan anketimiz, Sendikamızın kadın politikalarının şekillenmesinde önemli bir veri oluşturuyordu. Anketin sonuçlarını kitapçık halinde bastık.
Kurultayımıza bütün şubelerimizden güçlü bir katılım vardı. Kadınlar müthiş bir özveriyle harıl harıl çalışıyordu. Şubelerinde gerçekleştirdikleri, yoğunlaştırılmış çalışmalar sonucu hazırladıkları tebliğleri büyük heyecanla kürsüden sunarken, kendilerine olan güvenleri görmeye değerdi. Böylece örgütün iradesi, kurultay kararlarında yaşam buluyordu.
Kurultayımız üç gün sürmüştü. Akşamları kadın delegelerimiz bir araya geliyor, fikir alışverişi yapıyor, yoğun tartışmalar yaşanıyordu. Akademisyen kadın üyelerimizin sundukları tebliğler, sendikamızın kadın politikalarının bilimsel alt yapısını oluşturacaktı.
Ulusal ve uluslararası düzeyde çok sayıda kurum temsilcisi kadın, akademisyen üyelerimiz katılım sağladı, tebliğler sundu. Dolayısıyla kurultayımızda müthiş bir sinerji oluşmuştu. Bu katılım ve katkı bizim için çok önemliydi. Onların deneyimlerinden faydalanacaktık çünkü. Kurultayımızda, Eğitim Sen’in cinsiyet eşitliği politikalarını ve eylem planlarını şekillendiren, mücadele rotamızı belirleyen önemli kararlaşmalar yaşandı. Bunlardan yaşama geçirilmesi öngörülen bazı kararlar şunlardı;
Uluslararası sendikal hareketler ve kadın hareketleri ile dayanışma geliştirme, ortak eylem programları oluşturma ve 2005 Yoksulluğa Karşı Kadın Yürüyüşü’ne taleplerimizle katılma; Türkiye’de, neoliberal politikalarla, kamusal hizmet alanında yapılan düzenlemelerin eğitim iş kolunda çalışan kadın emekçiler üzerindeki etkilerini görünür kılma, kamuoyunu bilgilendirme ve eylem programları hazırlama; Aile içi şiddet ve cinsel taciz, töre ve namus cinayetleri konusunda bağımsız kadın hareketiyle birlikte politikalar geliştirmek ve işbirliği içinde eylem programları hazırlamak.
Kampanya projesinin hazırlık aşamasında Fevziye (Sayılan), Özlem (Şahin) ve Yıldız’ın (Temurtürkan) katkılarını vurgulamak isterim. Kurultayımızda yaşanan bu karalaşmaları pratikte hayata geçirme aşamasına gelmiştik. Bunun için eğitim çalışmalarının yanı sıra kampanyalara ağırlık verdik. “Eğitimde Cinsiyet Ayrımcılığına Hayır” kampanyasıyla eylem programın startını verdik.
Hemen bir eylem programı çıkardık. Prof. Dr. Mine Tan bize eğitim politikalarını sorgulayan bir broşür hazırladı. Eğitim sisteminde cinsiyetçi uygulamalara karşı duyarlılık geliştirmek ve kamuoyu oluşturmak amacıyla, eylem programını ve eğitim materyallerini şubelerimize gönderdik.
Milli eğitim Bakanlığının ders kitaplarını cinsiyetçi ögelerden arındırılmasını, toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik geliştirilecek politikaların, eğitim sisteminin bütün kademelerinde hayata geçirilmesini, kadınlar arasında okumaz yazmazlığın ortadan kaldırılmasını, kadınların mesleki eğitime, bilim ve teknolojiye ulaşmalarının sağlanması yönünde hükümete baskı uygulamayı, mevzuatta gerekli değişikliklerin yapılması hedefliyorduk. Öte yandan bu kampanya aracılığıyla hem sendika içi hem de toplumsal alanda işyerlerinde cinsiyetçiliğe karşı bilinçlenme ve duyarlılık sağlayacaktık.
Kadın sekreterlerimiz ve aktivist kadın üyelerimiz bu kampanyayı büyük bir özveriyle yürütüyor, sendikada, işyerlerinde eğitim seminerleri, paneller düzenliyordu. Kampampanyamızın finalinde hazırladığımız dosyayı merkezi düzede gerçekleştirdiğimiz kitlesel bir eylemle Mili Eğitim Bakanlığına sunduk. MEB’le yaptığımız görüşmeler sonucu taleplerimizin mevzuatlarda, yer almaları konusunda taahhüt almıştık.
MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) işyerlerinde cinsiyet ayrımcılığına yönelik bilinçlenme ve duyarlılık sağlamaya yönelik çalışmalar başlatmış, ders kitaplarının cinsiyetçi öğelerden arındırılması yönünde adımlar atmıştı.
Bu arada KESK’te Kadın mücadelesi dalgası daha da yükseliyor, kadınlar Dünya Kadın Yürüyüşü’nün Türkiye ağını örmede harıl harıl çalışıyordu. Diğer kadın ögüleriyle kurdukları ağlarla ülkenin dört bir yanında alanlarda oldular. Bu coşku, KESK 2. Kadın Kurultayına yansıyacaktı.
2005 tarihinde düzenlediğimiz KESK 2. Kadın Kurultayı, bir nevi Eğitim Sen 1. Kadın Kurultayında yaşanan kararlaşmaların pekiştirilmiş bir sürecini içeriyordu. Kurultayı; kamu emekçisi kadınların özgün ihtiyaçlarını tespit etmek, özel ve kamusal alanda var olan cinsiyet eşitsizliği politika ve uygulamalarını tarihsel boyutlarıyla irdeleyerek görünür kılmak, çözüm önerileri geliştirerek, sendikal politikaların bir parçası haline getirmek amacıyla gerçekleştirmiştik.
Kurultayda; örgütün pozitif destek politikalarına yönelik olarak “KESK’e bağlı tüm sendikalarda Kadın Sekreterlikleri oluşturulması, tüzüksel güvenceye kavuşturulması; kadınların güçlenmesi, sendikal çalışmalara aktif katılımı, kadın bakış açısının alınan kararlara yansımasını sağlamak amacıyla %40 kotanın sendikaların tüm mekanizmalarında uygulanması ve kadınların karar organlarına katılımı için “Kadınlar Yönetimlere” sloganı ile kampanya düzenlenmesi kararları alınmıştı.
KESK ve Eğitim Sen’in bu süreçte düzenlediği merkezi kadın toplantıları, eğitimleri ve kurultaylarında kadınların mücadeleye yönelik ortaklaştırdıkları sözleri üretiliyordu. En geniş katılımla politika üretme yöntemlerinin tartışıldığı kurultaylarımız, verilen toplumsal mücadele açısından ön açıcı süreçler olmuştu. Bu süreçler kadınların aralarında bilgi, deneyim aktarımı ve kendilerini ifade etmelerini sağlamaları, sorunlarını açığa çıkarmaları, tartışma, çözüm üretme koşulları hazırlanırken, eylem programları geliştirmeleri açısından önemli bir kaynak niteliğindeydi. Bununla birlikte, sendikamızın kadınların katılımını arttıracak pozitif destek politikalarını geliştirip, hayata geçirmesi yönünde perspektifler sunuluyordu.
Kurultaylarda, manifesto niteliğinde alınan kararların pratikte yaşam bulması, anlam. kazanacaktı. Bu da yeni kampanyaların örgütlenmesini gerekli kılıyordu. KESK’li kadınların yakaladıkları bu moral ve motivasyon yeni eylem programlarının örgütlenmesini beraberinde getirecekti. Ekim 2004’te “Sözümüzü Örgütlüyor, Hayatı Değiştiriyoruz” Kampanyasını düzenleme kararı aldık. Kampanyayı, çalışma hayatında kadına yönelik ayrımcı uygulamalara karşı eşitlik, “Annelik Hakları” yani doğum izinleri, süt izinleri, kreş talebiyle düzenlemiştik.
KESK’li kadınlar müthiş bir seferberlik ruhu içinde yerellerde kampanyanın eylem planını hayata geçiriyordu. Merkezi düzeyde hazırladığımız bilinçlenme broşürlerimiz işyerlerinde dağıtılıyor, işyerlerinde bilgilendirme amaçlı toplantılar gerçekleştiriyordu. Şube kadın sekreterlerimiz, kadın platformlarıyla ortak eylemsellikler, seminerler düzenliyordu. Kadın hareketlerinden, doğrudan ciddi bir dayanışma alıyorduk. Bu bizi daha da motive ediyor, güçlendiriyordu.
KESK MYK üyelerinden oluşan bir heyetle kadın milletvekilleriyle görüşmeler yapıyor, yerellerden başlayan, Çalışma Bakanlığına faks eylemleri gerçekleştiriyorduk.
Kampanyamızın finalinde ülke çapında kadın üyelerimiz kreş talebiyle, çocuklarıyla birlikte işyerlerine gitme eylemi gerçekleştirdi. Örgütümüzün topladığı altmış bin imzayı Ankara’da gerçekleştirdiğimiz merkezi bir eylemle Başbakanlığa teslim ettik. Taleplerimizi içeren bir dosyayı Çalışma Bakanlığına sunduk.
Mücadelemiz sonucunda, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu, önce işçi statüsünde çalışan kadınların, sonra kamu emekçisi kadınların ücretli doğum izni süresinin dokuz haftadan on altı haftaya çıkarılmasında büyük rol oynadı. Mücadelemiz gene büyük kazanımla sonuçlanmıştı.
Bu kazanım KESK boyutunda bir motivasyon yarattı. KESK’li kadınlar, eşitlik ve özgürlük mücadelelerinin başarısına, yeni bir halka daha eklemişlerdi. Ve sıra yeni halkaların eklenmesine gelmişti. KESK’li kadınlar kazandıkları cinsiyet bilincinin meyvelerini topladıkça mücadele ruhları daha da güçleniyordu. Bu ruhla KESK düzeyinde yeni bir kampanya organize etmeye başladık. Bu şevkle sevgili Sevgi’yle (Göyçe) 8 Mart 2006 ‘Eşitlik Haklarımızı ve Geleceğimizi İstiyoruz’ Kampanyası projesini hazırladık. Bir yıllık bir mücadele sürecini kapsayan bir eylem planı çıkardık.
KESK’li kadınlar bu kez önceki kampanyalarda edindikleri deneyimler ışığında daha etkili sistematik çalışmalar yürütüyordu. Yine her kampanya sürecinde gerçekleştirilen eylem ve etkinlikler bu kampanyamızda da devam etti. Bu kampanyamızda farkındalığı ve duyarlılığı yaratmak amacıyla dergi, broşür ve afiş basarak iş yerlerine gönderdik. Şubelerimizde yine büyük ve coşkuyla kampanyanın altı örüldü. Örgütte müthiş bir sahiplenme yaşanıyordu. Yerellerde, kampanyanın amaç ve hedefleri üzerine bilgilendirme çalışmaları, eylem ve etkinlikler yürütülerek ciddi bir duyarlılık sağlanmıştı.
Yine merkezi düzeyde düzenlediğimiz bir mitingle, KESK kadın heyeti olarak 8 Kasım 2006 tarihinde Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu ile yaptığımız görüşmede Çubukçu, taleplerimizi olumlu bulduğunu ve gerekli düzenlemelerin yapılması yönünde çalışmalar başlatacağını ifade etmişti.
Daha önceki kampanyaların kazanımları KESK’in kadın profili üzerinde yarattığı etki, yönetim mekanizmalarındaki kadınların daha fazla inisiyatif geliştirmelerinde de yansıma bulmuştu. Dolayısıyla bir yılı kapsayan mücadelemiz olumlu sonuç vermişti. Kampanyalar bir yandan sisteme yönelik taleplerimizin mücadelesini örerken, öte yandan sendikalarda ve toplumda cinsiyet eşitliğine yönelik ciddi bir duyarlılık yaratıyordu. Kadınlar bu vesileyle bir araya geliyor, deneyim paylaşımını, dayanışmalarını örgütlüyordu. Erkek arkadaşlar da kuşkusuz bu süreçlerden etkileniyordu. Aslında bir nevi örgütte gerçekleştirilen kapsamlı eğitim ve mücadele pratiğini içeriyordu. Yine kampanya çalışmaları kapsamında işyerlerinde yapılan çalışmalar kamu emekçisi kadınların da bilinçlenmesine ve örgütlenmesine vesile oluyordu.
Cinsiyet eşitliği politikalarını sendikanın poltikaları haline getirmek için harıl harıl çalışıyorduk. Bu süreçleri sempozyumlarla taçlandırmayı hedef olarak koymuştuk önümüze. Eğitim ve kampanyaların yanı sıra sempozyumlar düzenliyor, bilinçlenme ve mücadele için motive etmek amaçlı dergiler broşürler çıkarıyorduk. Sempozyumlar kadın politikalarının bilimsel bir çerçeveye oturtulması açısından önemliydi. Bunlar, örgütün cinsiyet eşitliği politikalarını şekillendirmenin bir diğer ayağını oluşturacaktı. 2008 yılında kadın uzmanımız Handan Çağlayan’la organize ettiğimiz yeni liberal politikaların, eğitim alanına yansımalarını tespit etmek ve bu değişim sürecinin eğitim emekçisi kadınların sosyal hakları ve iş güvenceleri üzerindeki etkilerini irdelemek, bunlara yönelik politikaları belirlemek amacıyla düzenlediğimiz “Eğitim ve Bilim İşkolunda Çalışan Kadınların Sosyal Hakları ve İş Güvencesi Sempozyumu” büyük katılımla gerçekleşmişti. Akademisyen üyelerimizin bilimsel sunumları bize geniş bir perspektif sunuyordu. Sempozyumun sonuçlarını basarak, örgüte göndermiştik.
Yine Handan’ın (Çağlayan), bu dönemde göç mağduru kadınların yaşadıkları sorunları tespit etmek için veri oluşturmak amacıyla yaptığı çalışma, bize yoksulluğun kadın üzerindeki etkisini gösteriyordu. Böylece kadın alanına yönelik çalışmalarımızı daha bilimsel bir çerçevede sürdürme imkanımız doğmuştu. Öte yandan sendikamızın düzenlediği Demokratik Eğitim Kurultaylarına, şekillendirdiğimiz kadın politikalarını tebliğ halinde sunarak sendikamızın, genel politikası haline getiriyorduk.
Bu arada harıl harıl basın yayın faaliyetleri yürütüyor, 8 Mart, 25 Kasım gibi kadın mücadelesi açısından özel önem taşıyan günlerde dergiler çıkarıyorduk. Bu dergilerde, aktivist ve akademisyen üyelerimizin makalelerini yayımlıyorduk. Bu dönem hazırladığım “Yasalarda Kadın” kitabıyla Medeni Kanunda ve TCK da kadın haklarının işledim. Bu kitap, özellikle şiddet mağduru kadınların kendi hakları konusunda bilinçlenmesi açısında önemliydi.
Kurultaylarımızdaki hedeflerden bir diğeri ulusal ve uluslararası kadın hareketleriyle dayanışma geliştirilmesiydi. KESK’li kadınlar, zaten baştan beri yerellerde, merkezi düzeyde kadın hareketleriyle ortak platformlarda yer alıyor, sistemin cinsiyetçi uygulamalarına karşı mücadele yürütüyordu. Medeni Yasa değişikliklerinin TBMM’nde görüşüldüğü dönemde ve TCK’da değişmesi öngörülen maddelere yönelik, Türkiye’deki kadın örgütleriyle ortak eylemler gerçekleştiriliyordu. KESK’li kadınlar bu eylemlerin motor gücü olarak ön saflarda yer alıyorlardı. Ülke çapında kadın hareketleriyle gerçekleştirilen büyük mücadele sonucu Medeni Yasa ve TCK’da önemli değişiklikler sağlanmıştı. Bu da Türkiye kadın hareketlerinin kazanımlarla sonuçlanan mücadelesinin mihenk taşı olacaktı.
Bu motivasyonla uluslararası düzeyde kadın hareketleri ile ortak mücadele ve dayanışma ağları kurduk. 2000, 2005 yılı DKY’nin (Dünya Kadın Yürüyüşü) Türkiye sekretaryasını KESK yürüttü. DKY’nin mücadele program ve politikalarının şekillenmesine yönelik uluslararası düzeyde gerçekleştirilen toplantılarda yer alıyorduk. Ülkemizde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı sorunları gündemleştirerek, yürüyüşün eylem planına yönelik öneriler sunuyorduk.
2003’te Yıldızla birlikte DKY’nin koordinasyonun Hindistan’da düzenlediği toplantıya katılarak KESK düzeyinde hazırladığımız Türkiye’de kadınların uğradıkları sömürü, baskı ve şiddet politikalarıyla ilgili raporu sunduk. Bu tespitlerimizin, toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunlarını kapsayan eylem planı kapsamına alınması sağladık. 2005’de DKY Türkiye ayağının eylemselliklerinin motor gücü, KESK’li kadınlar olmuştu. Bu süreçlerde yerellerde kadın sekreterlerimiz ve aktivist kadın arkadaşlarımızın öncülüğünde müthiş kitlesel eylem ve etkinlikler düzenleniyordu. Eğitim Sen’li kadınlar olarak bu mücadele ruhunu yurt dışına da taşıdık. Merkezi düzeyde belirlediğimiz bir grup kadın arkadaşımızla 2000 yılında DKY’nin Viyana’da düzenlediği Avrupa yürüyüşüne, 2005 DKY’nin Selanik’te düzenlenen mitinge katılmıştık. Kadın arkadaşlarımzın coşkusu görülmeye değerdi.
Öte yandan Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün (KSGM), Ulusal Eylem Planı hazırlamak amacıyla gerçekleştirdiği toplantılara katılıyorduk. Bu da sorunlarımızı hükümetin gündemine taşımaya vesile oluyordu.
Tüm bunları gerçekleştirirken, uluslararası sendikalarla da dayanışma içinde çalışmalar yürütüyorduk. Bu süreçte özellikle uluslararası düzeyde emek alanında gelişen kadın politikalarının deneyimlerinden faydalanmak, ortak bir mücadele zemini yakalamak amacıyla uluslararası çok sayıda sendikayla dayanışma ilişkileri geliştirildi. ICFTU (The International Confederation of Free Trade Unions), ETUC (European Trade Union Confederation), PSI (Public Services İnternational) ve EI (Education International) ile yapılan ortak konferanslarda tespit edilen taleplere yönelik eylem programları çıkarıldı. Türkiye’de Kadın İstihdamının Durumu konulu ILO (International Labour Organisation) toplantısı, Cenevre’de, Avrupa Kamu Hizmetlerinde Kadınlar İçin Ücret Eşitliğini Kazanmak PSI/EPSU ve EI Ortak Konferansı KESK düzeyinde katıldığımız ilk ve önemli toplantılardı.
Tüm bu mücadele süreci KESK’li kadınların kararlı direngen ruhuyla örüldü. Kız kardeşlik ruhunun tohumları bir kere atılmıştı. Bu tohumlar meyvelerini dizginsiz veriyordu. KESK, ülke çapında yerel ve merkezi düzeyde düzenlenen eylemsellikler onbinlerce kadını alanlara taşıyarak, dayanışma ruhuyla mücadele ağlarını örmelerinin zeminini oluşturmuştu. Bu süreç bir yandan kadınların bilinçlenmelerini sağlayıp, farkındalıklarını şekillendirirken, aynı zamanda ülke genelinde var olan, ama birbirinden kopuk olan kadın hareketlerinin kendi arasında bir ağ oluşturarak dayanışmalarının da önünü açtı. Kadınlar aralarındaki farklılıklara rağmen, sorunlarının ortak olduğunu, dayanışmalarının gerekliliğini ve bu dayanışmanın doğurduğu gücün farkına vardılar.
Bu mücadele ruhu sendikanın genel eylemlerinde yansıma buluyordu. Cinsiyet eşitlikçi politikalar örgüt tarafından benimsenip içseleştirilirken, kadın cephesindeki hareketlilik sendikanın üye sayısında yansıma buluyordu. Örgütte yaşanan nitel değişim, nicel değişime yansıyordu. Kadınlar daha mücadeleci, aktif bir ruhla genel mücadelede yer alıyordu.
…
2000 yılında Sendika Yasası çıktı ama grevsiz, toplu sözleşmesiz. Sendika Yasası aidatların bordrodan kesilmesini ve sendika merkez yöneticilerine profesyonellik hakkı tanıyordu. Bununla birlikte örgütsel çalışmalar daha da ivme kazanacaktı. Sendika aidatları artık elden toplanmıyordu. Ancak bunun dezavantajı, örgütün üyelerle ilişkisini olumsuz etkilemesi oldu.
KESK’e bağlı tüm sendikaların genel merkez üyeleri müthiş bir seferberlik içinde illere dağılmış haftalar süren örgütlenme seferberliği içindeler. Tabi bizde bu kervana katılmışız. Yasanın çıkmasıyla birlikte KESK ve Eğitim Sen üye oranında büyük sıçrama yaşandı. İşyerlerine gittiğimizde mücadelemiz sonucu sendika hakkını kazandığımız propagandasının yanısıra, kadın mücadelesi sonucu elde edilen kazanımlarımızı işliyorduk. Bu tırmanış uzun sürmedi. KESK toplumsal mücadelenin en dinamik gücü olarak hükümetin bütün şimşeklerini üzerine toplayacaktı. Ülkede yaşanan çatışmalı süreç, peyderpey hükümetin anti demokratik yönelimlerinin artmasına ve dolayısıyla toplumsal muhalefetin zayıflaması, sendikaların kan kaybetmesine neden oluyordu.
2004 yılında Eğitim Sen’in Anadilinde Eğitim davası sürecinde yükselen şoven dalga, örgütümüzde de kısmi kopuşları beraberinde getirmişti. Bu anlayış Eğitim İş adı altında bir sendikalaşmaya gitmişti.
Mahkemenin, sendikamızın tüzüğünden Anadilinde Eğitim maddesini çıkarmaması durumunda sendikamızı kapatacağı kararı örgütte bir teyakkuz hali yaratmıştı. Bu hukuksuzluğa karşı örgütümüzde müthiş bir direniş vardı. Ankara merkezli düzenlediğimiz büyük mitingler polisin gazlı, joplu saldırısına uğramış, birçok arkadaşımız ağır yaralanmıştı. Tabi ben de bu saldırılardan payımı fazlasıyla alıyordum.
Tüm direnişlere rağmen, karar kesinleşince Eğitim Sen olağanüstü Tüzük Kurultayına gitti. Çok tartışmalı bir süreçti. Eğitim Sen’in kapatılması durumunda bir daha toparlanması mümkün görünmüyordu. İçinde barındırdığı farklı dinamikleri yeniden bir araya getirmenin zor olacağı düşüncesi ağırlık kazanınca, Anadilinde Eğitim maddesi tüzükten çırıldı. Ama tartışmalar sürdü. Daha sonra dava AIHM’de kazanılacak, anadilde eğitim Eğitim Sen’in tüzüğünde yer alacaktı.
Sendikalardaki Kürt emekçilere yönelik saldırılar, 2009’da daha da tırmandırıldı. Bu dönemde, KCK Operasyonu adı altında benim de içinde bulunduğum yirmi sekiz emekçi arkadaşımız tutuklanmıştı. Bunların içinde Eğitim Sen ve KESK merkez kadın sekreterlerinin tümü vardı. KESK ve Eğitim Sen bu süreçte müthiş bir sahiplenme pratiği göstermişti. Ülkenin dört bir yanından Kadın Sekreterlerimiz bana dayanışma mektupları gönderiyordu. Bu beni inanılmaz duygulandırmıştı. Bana müthiş güç veriyordu. Eğitim Sen’li olmanının verdiği gurur, içerde mücadele ruhumu diri tutuyordu.
Bu arada KESK Kapitalist küreselleşmenin yarattığı neoliberal dönüşüme karşı yoğun bir mücadele yürütüyordu. 2006 yılına gelindiğinde, neo liberal politikaların yaşama geçirilme süreci iyiden iyiye hızlandırılmıştı. Kamuda “reform” adı altında hedeflenen değişikliklerle, başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere kamu hizmetleri hedef alınmıştı. Kamuda uygulamaya konulan sözleşmeli istihdam, esnek çalışma, norm kadro, performans değerlendirme sistemi, tüm kamu çalışanlarını olumsuz etkilemekle birlikte, kadınları çok daha derin boyutlarda etkilemeye başlamıştı.
Neo liberal küreselleşme kadınların hayatı, çalışma koşulları ve ekonomik bağımsızlıkları üzerindeki önemli değişim yaratıyordu. Bu dönem Türkiye’deki kadın emeğinin, istihdamdaki oranı %23’lere gerilerken, kayıt dışı sektörde çalışan kadın oranı, toplam kadın işgücünün %37’sini oluşturuyordu. Ucuz ve güvencesiz koşullarda çalışmanın olumsuz sonuçlarını, en ağır şekilde kadınlara yüklemeyi öngörüyordu. Bu düzenlemelerle birlikte kadın emeğinin sömürüsü, katmerli hale getiriliyordu.
Bu süreçte KESK mücadelesi emek alanına yönelik gerçekleştirilen sömürü politikalarına karşı direnmeye odaklandı. KESK’li kadınların önlerinde yeni yasal değişikliklerin çalışma yaşamı ve kadın emeği üzerindeki olumsuz yansımalarına karşı, bir mücadelenin örülmesi duruyordu. Kadınları evde, sokakta, iş yerinde, okulda yasalarla cendereye alan erkek egemen zihniyetin beslediği uygulamalara karşı mücadele yükseltiyordu.
KESK’li kadınlar yeni liberal küreselleşmenin, militarizmin, savaşın, şiddetin, yoksulluğun ve göçün kadınların hayatı, çalışma koşulları ve ekonomik bağımsızlıkları üzerindeki etkilerine yönelik kurultaylar, sempozyumlar, kampanya, eylem ve etkinlikler örgütlüyor bir yandan da örgütün genel mücadelesinde yer alıyordu.
…
Kadınların bu direnişci pratiği, KESK mücadelesine damgasını vurmuştu. KESK ve Eğitim Sen’de Kadın Sekreterliklerinin oluşumu, kadınların karar alma süreçlerinde, sendikal politikaların belirlenmesinde kendi irade ve düşüncelerini yansıtabilmelerinde önemli bir adım oldu. Pozitif destek politikalarının geliştirilmesi yönünde yaşanan gelişmeler kadınların sendikal alanda güçlenmesinde büyük etken oldu.
KESK’li kadınlar kadının emeği, kimliği için mücadele verdiler ve büyük kazanımlar elde ettiler. Her türlü baskıya, sömürüye, ayrımcılığa şiddete karşı; eşitliği, özgürlüğü, barış mücadelesinin savunucusu oldular. “Cinsel, Sınıfsal, Ulusal Sömürüye Son” şiarıyla yürüttükleri eşitlik, özgürlük mücadelesi, aynı zamanda sınıf sömürüsüne, militarizme, doğayı, toplumu tahrip eden savaşlara karşı demokrasi mücadelesinde öncü oldular.
Cinsiyetçi ideolojinin, yaşamın her alanındaki kuşatmalarına karşı güçlü mücadele örneği sergilediler. Erkek egemen zihniyetin her türlü uygulama ve sömürüsüne karşı savaşırken, aynı zamanda sendikalarında varolan cinsiyetçi anlayışla mücadelelerini yükselttiler. Sendikaların kadın politikalarının şekillenmesiyle birlikte, genel politikaların belirlenmesinde kendi bakışlarını yansıtarak mücadeleye daha etkin katılım sağlamayı başardılar.
2008’e gelindiğinde artık cinsiyet eşitliği politikalarının benimsenip içselleştirilmesinin sağlanmasında önemli bir aşama kaydettiğimizi söyleyebilirim. Kadınların yönetim mekanizmalarındaki sayılarının artışıyla kendilerine özgüvenleri arttı. Mücadele saflarındaki kararlı direngen pratiklerini kürsülerde de sergiliyorlardı. Tüm kurullarımızda Kadın Sekreterliği çalışmaları daha ciddi bir dille gündemleştiriliyordu. Kürsüye çıkıp cinsiyetçi bir dil kullanarak, kadınların özgürlük mücadelesini küçümseyen yaklaşımlar yok olmuştu. Pozitif destek politikaları, kota, kadın sekreterliğinin varlığı artık tartışılmıyordu. Ve kadın artık “Kadın”dı, “Bayan” değil.
…
KESK mücadele tarihine damga vuran Sevil Erol, Sevgi Göyçe, Nurhan Akyüz örnek pratikleriyle KESK’li kadın olmanın örnek modeli oldular. Bu dönemin önemli kadın öncülerinden biri de KESK’in kurucu üyesi ve KESK Genel sekreterliği görevini yürüten Sevil Erol’du. 1993-1996 yılları arasında üç dönem KESK MYK ve GYK üyeliği görevinde bulundu. 1999 yılında tutuklanarak, dört ay cezaevinde kaldı. Defalarca gözaltına alınmış, çeşitli baskılara ve sürgün uygulamalarına maruz kalmıştı. Yaşamının büyük bir bölümünü mücadeleye vermişti. Politik ve dik duruşuyla güçlü mücadeleci bir kimlik sergiliyordu. İnançlı ve kararlı bir kişiliğe sahipti Sevil. Çok yönlüydü. Uzlaşma kültürünü benimsemiş, içten, düşündüğünü olduğu gibi söyleyen fedakar bir duruşa sahipti. Sendikal hak arayışında önemli çalışmalara imza atmıştı. KESK ve Eğitim Sen ‘de kadın sekreterliğinin oluşumunda, cinsiyet eşitliği politikalarının ve KESK’te kadın kotasının oluşumunda önemli rolü oldu.
Sevgi Göyçe KESK kadın mücadelesinde önemli rol oynadı. Dönemin öncü kadınlarındandı. Sevgi 2000’li yıllardan itibaren üç dönem üst üste KESK Kadın Sekreterliği görevini yürüttü. 12 Eylül sürecinde uzun yıllar cezaevinde kalmış kararlı, inançlı ve güçlü bir mücadele kadınıydı. Hep güler yüzlü, kapsayıcı bir mizaca sahipti. Pratik ve çözümleyici yeteneği vardı. Emek alanında gerek genel mücadele, gerekse kadın mücadelesinde kararlı ve dik duruşuyla örnek bir kişiliğe sahipti. 2000- 2008 dönemlerinde KESK kadın mücadelesi üzerinde büyük emekleri oldu.
Sevgi’yle aynı dönemlerde çalıştık. Sekiz yıllık yöneticiliğimiz sürecinde birlikte kadın mücadelesinde ve kadın politikalarının şekillenmesinde önemli çalışmalar yürüttük. O dönem sadece Eğitim Sen’in Kadın Sekreterliği vardı. Kadın alanına ilişkin çalışmaları, daha sistematik ve organize sürdürebiliyorduk. Önemli eylem etkinliklerini, KESK düzeyinde ortaklaştırılarak, bütün diğer sendikaların katılımı ve organizasyonu ile çok seri bir şekilde gerçekleştirebiliyorduk. KESK’li kadınlar arası dayanışma ve mücadele ağını çok seri bir şekilde organize ederek, pratiğe geçiriyorduk.
Sevgi, ulusal ve uluslararası kadın hareketlerinin çalışmalarında konfederasyonumuz adına da aktif yer aldı. 2005 Dünya Kadın Yürüyüşü Türkiye ayağını örgütlenmesi ve sözcülüğünü üstlenmişti. Irak’ta Savaşa Hayır Koalisyonu ve 1 Mart 2003’te Ankara’da yapılan büyük savaş karşıtı mitingi örgütleyenler arasında Konfederasyonumuz adına yer aldı. Yine 2003 Haziranında kurulan Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu ilk imzacılarından oldu ve Yürütme Kurulunda yer aldı. Aynı zamanda Sosyal Forumların aktif katılımcısıydı. Petrol-İş’in Novamed Direnişi esnasında oluşturulan kadın dayanışmasının Dünya ve Avrupa sendikal hareketi ayağının inşasında yer aldı ve büyük katkılar sağladığı önemli faaliyetlerindendi.
Sevgi Göyçe’nin, Nurhan Akyüz’ün, Sevil Erol’un KESK mücadelesinde yarattığı değerler yaşamaya devam ediyor ve edecektir. KESK’li kadınlar bu mücadele geleneğinin takipçisi oldu ve olmaya devam edecekler.
Sendikaların kadın politikalarının şekillenmesiyle birlikte, genel politikaların belirlenmesinde kendi bakışlarını yansıtarak mücadeleye daha etkin katılım sağlamayı başardılar.
Adlarını sayamayacağım kadar çok sayıda emekçi kadın arkadaşımızın, Kadın Sekreterlerimizin ördükleri güçlü mücadele geleneğiyle yarattıkları değerler, KESK kadın mücadele tarihinde var olmaya devam ediyor ve devam edecektir.
Ve Kadın artık Kadındı, Bayan değil!