ZÜBEYDE CANER

Erst waren wir wenige, dann wurden wir Tausende

Zübeyde Caner

Gewerkschaft der Beschäftigten im Gesundheits- und sozialen Bereich (SES)
Diyarbakır, 1990er-Jahre

Wir fingen damals mit einer Handvoll Menschen an, daraus wurden Tausende.

Während wir gewerkschaftlich tätig waren, haben wir gleichzeitig Frauenarbeit gemacht. Wir arbeiteten für die Organisierung der Frauen. Ja, das rief Reaktionen bei den Männern hervor.

Wir waren fest entschlossen, uns nicht unterdrücken zu lassen: „Wir werden uns nicht unterdrücken und entmutigen lassen, wir werden uns behaupten und sind von niemandem abhängig.“ Und das setzten wir in die Praxis um.

Heute haben wir Genossinnen, die wirklich auf den eigenen Beinen stehen, nicht im Schatten eines Mannes, sondern ihr Leben in die Hand nehmen. Gerade diese Frauen waren es, die weiterhin in den Gewerkschaften aktiv waren.

Das Oral-History-Gespräch mit Zübeyde Caner wurde 2017 geführt.

Bildbeschreibung: Zübeyde Caner (zweite von links), Arbeitsniederlegung an der Dicle-Universitätsklinik, Diyarbakır 1993

1969 doğumluyum. Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde dünyaya geldim. İlköğretim, ortaöğretimi orada okudum. Liseyi Dicle Üniversitesine bağlı sağlık kolejinde okudum, dört senelik. Direkt üniversitede işe başladım. 1987 mezunuyum. 87’den 2001 yılına kadar Dicle Üniversitesinde çalıştım. 2001 yılında ailevi ve sosyal nedenlerden dolayı İstanbul’a geldik. 2001- 2012 arası İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Hastanesi’nde  çalıştım. 2012 yılında emekli oldum. 1994 yılında evlendim. Bir kızım, bir oğlum var.

Sendikayla şöyle tanıştım: 1988’in sonlarında 1990’lı dönemlerde birkaç arkadaşın gelip gitmesiyle öğrendim. Bizde Memet arkadaş vardı. O önce söyledi. Ardından Ayşe arkadaşla, Vahap arkadaş bir kere geldiler. İşyerine ziyaret amaçlı gelmişlerdi. Birkaç arkadaşın gelip toplantı düzenlemesi ve benim de katılmamla öğrenmiş oldum. O günden sonra Dicle Üniversitesinde çalışmak ve bu faaliyetleri sürdürmek çok zordu. İşkolum açısından, yöneticilik açısından, insanlara rahat ulaşabiliyorsun ama insanları ikna etmek açısından çok zahmetli bir süreçti. Biz üç beş arkadaşla başladık. Bini aştık. Çalışmalarımızdan dolayı. Gerçekten de ilk başladığımızda 1989’da tanıştıktan sonra dernek dönemindeydi önce. Teknik Sağlıkçılar Derneği’ydi. Oraya üye değildik ama arada bir gidip,  görüşlerini almada, toplantılara katılmada olsun sendikal çalışmalarından haber alabilmek için toplantıları kaçırmazdım. Dinlediklerimizi, aldığımız bilgileri, kendi aramızda toplantı yaparak, o çalışmayı sürdürüyorduk. Ondan sonra da dernek dönemindeki süreçte, sendikal çalışmalar başladı. 

Sendika çalışmasından önce aslında benim biraz da aileden gelme bir birikim vardı. Ki böyle bir çalışmayı da dört gözle bekliyordum. Böyle bir sosyal çalışma içine girebilmeyi. Ama bulamıyordum. Ortamı bulamıyordum yakalayamıyordum. Çünkü biz abimin, en büyük abimin ilçede demokratik çalışmalar içinde, sosyal faaliyetler içinde insanların, nasıl diyeyim bir araya gelebilmesi insanların kurtarıcısı olarak… İnsanlar çok zor koşullarda yaşıyorlardı. Ben ilkokuldayken unutmadığım bir şey vardı. Bizim eve askerlerin gelip baskın yapması, annemin yalın ayakla abimin peşinde koşması, “Oğluma dokunmayın” çığlıklarını unutmuyorum. Bunları yaşadık. Ardından tekrar tekrar gözaltına alınması, ilçede sadece o değil. Bir sürü gençler çok zor şartlarda okula gidip geliyorlardı. Başarılı öğrencilerdi. 

Biz çocukken izlerdik bunları ve bu hep bilincimize yerleşti. O şeyden sonra da ben kolej sınavına girip kazandıktan sonra da bayağı çöküntüye uğradım. O güzel ortamdan çıkıp, gerçekten de birlik beraberlik, politik mücadele içinde olmaları bizi de heyecanlandırıyordu onlarla beraber. Ben koleje geldikten sonra o ortamı bulamadım. Hep ders baskısı, okul baskısı, öğretmenlerin baskısı, yalnızlık… 

Mezun olduktan sonra da biz bazı arkadaşlarla bizimle mezun olmayıp da hastane içinde çalışanlarla -ki insan kendi düşüncesinden olanlarla yakın olur- o pozitif enerjiyle bulur. O pozitif enerjiyle çoğu insanı tanımış oluyorsun. Aynı okuldan mezun olduğumuz için, çoğu insan birbirini tanırdı ama herkes birbirinden çekinirdi. Bu yüzden mücadele içine girmezlerdi. 1988’de Saddam Hüseyin’in o savaş ortamı oluştu. Gerçekten de peşmergelerin gelip gitmesi, o dönemde insanların bakış açıları çok değişikti. 

1989’da, sendikadan önce dernek çalışmalarına başlandı. Arkadaşlarla beraber çok zor günler yaşadık, bu birlik beraberliği kurmak için. Yer bulamazdık. Nerede toplansak başhekim gelip bizi uyarırdı. “Burada terör şeyini oluşturuyorsunuz” diyerek tehdit ederdi. Biz üniversitenin en üst katında çatı arasında toplanırdık, orada mücadelemizi sürdürürdük. Orada bile yakalanırdık. Çok alternatifler… nereye gidersek bulurlardı. Bizi şikâyet edip, polise bildirip, yönetime bildirip, tehdit ederlerdi. Ona rağmen yılmadık. Sendikamızı oluşturuncaya kadar mücadele ettik. Sendika oluştuktan sonra sendika çalışmalarımızı daha geniş kapsamlı biçimde yürüttük.

Zor şartlarda çalışmamız, maddi manevi sıkıntılar yaşamamız, sadece hemşire olarak değil tüm çalışanlar olarak haklarımızı elde edebilmek için ne çabalar, ne fikirler, neler yapabiliriz… Bu çaba içine girdik. Özellikle eğitim seminerleri gibi, çoğu çalışmalarımızı sendikada yürütürdük. 

Üniversitede, üç beş kişinin bir araya gelmesi bile onlara büyük bir korku yaratırdı. Onlar bize baskı yaptıkça biz güçlenir cesaretlenirdik ve daha çok üzerine giderdik. Yaptığımız yasal bir şeydi. Kendi hakkımızı arıyorduk. Kreş yoktu, servis yoktu, yemekler doğru düzgün verilmezdi, maaş yetersizdi. İnsanlar öldürülürdü. İnsanlar ailelerinden uzak kalırdı. Bu sıkıntıları atlatabilmek için bizim birlik beraberliğe ihtiyacımız vardı. Bir güce ihtiyacımız vardı. “Örgütlenirsek, sendikamızda yürütürüz” dedik. Toplumsal mücadele, bireysel mücadele, sendikal mücadele, biz hepsini bir arada yürütürdük. 

Ezilmiş bir halktık, çalışanlar olarak da ezilmiştik. Bireyler olarak da zor şartlarda çalışan yaşayan insanlardık. Çocukluğumuzdan gençliğimize kadar çok zor günler yaşadık. Evde yattığımızda, polislerin askerin gelip kapı çalması bile bizim için kâbustu. Ailemizden birinin gidip çalışıp, bir lokma ekmek getirmesine engel olmaları kâbustu. Çünkü insanlar aç kalırdı. Bu bütün toplumun sorunuydu ve biz bunları beraber yürütmek zorunda kaldık. Çalışanlar olarak önce bağımsızlığımızı alırsak, mücadele edersek, toplum mücadelesini de elde etmiş olacağız. Hepsini beraber yürütmeye çalıştık. Üniversite içinde üç beş kişiyle başladık binlerce kişi olduk. 

Sendika çalışmalarımızı çok güzel yürüttük. Sendikadaki çalışmalarımızı da üniversite dışında tüm çalışan sağlıkçılara mücadelemizi sürdürdük. Sosyal faaliyetler, eğitim seminerleri, her konuda çalışmalar yaptık. Sosyal faaliyetlerde, sendikada yapamadığımız şeyleri yapardık. İnsanları bir araya getirip mutlu bir gün yaşayabilmek için piknikler gibi.   Akşamdan soruları hazırladık. Hiç unutmuyorum. Benle Ahmet abi hazırlamıştık soruları. Giderdik, eğlenirdik. Hem toplantımızı yapardık hem bilgi yarışmamızı yapardık. İnsanlar zor bir  ortamdan mutlu bir ortama, motive olabilecekleri bir ortama giderdi. Çok mutlu işimize dönerdik. Piknikte toplantı yapardık çünkü buna başka  zemin bulamıyorduk. Sendikada toplantı yaparken polisler gelip toplantıyı bölerdi. Sendika binasında bir gün ayarladık, toplantımız var, herkesi çağırmışız. O arada kapı çalınıyor polisler kapıda, tepemize dikiliyor. Toplantıya devam ederdik. Onlar kapıda bizi dinlerdi, biz devam ederdik. İçeri giriyorlardı. “Kapatın kapatın, toplantıyı bitirin” derlerdi. Çoğu zaman dinlemezdik. Onlar tepki gösterince, biz bölerdik. 

Artık alışmıştık. Kendi aramızda yönetim toplantısı yaptığımız zamanlar bile, bir bakardık polisler gelmiş, sobanın önünde ısınarak, bizi izliyorlar. “Gözetimimiz altındasınız, bilginiz olsun” anlamında bizi takip ederlerdi. Kütüphanemize girerlerdi, kitapları tek tek yere ata ata giderlerdi. “Bu kitapları atmazsanız yarın baskın var” derlerdi. Bazen bizi uyarırlardı. Defalarca bizim Necati Aydın arkadaş, birkaç arkadaş daha, her toplantımızda karakola gidip ifade verirlerdi. Biz ara verirdik. Sendika dolayısıyla soruşturma olurdu. Kafalarına göre götürürlerdi. Suçu olsa da olmasa da götürürlerdi.

Sendika yönetiminde yer aldım. Ben 1992-93, 91’den sonraki yönetimde Necati Aydın, ben, Süheyla (Alıcıoğlu-Aydın), Ahmet abi, ondan sonra Ali (Ürküt) abi vardı. Zaten biz yönetimde olduğumuz dönemde, 1993’ün Şubat ayında, biz çok çalıştık. Eğitim Sen’le, sağlık ocaklarıyla diğer hastane birimleriyle, biz birebir faaliyetler yapıyorduk. Hem üye çalışmaları hem toplumsal çalışmalar. Çünkü savaş ortamıydı. Kan ihtiyacı vardı, ilaç ihtiyacı vardı. İnsanlar kan kaybından giderdi, yollarda bırakılırlardı. Ambulans çalışmalarını yürütmeye çalışırdık. Ambulans verilmezdi çünkü. Sendikadan ziyade, bu çalışmalarımız sürerdi, çok zorlanırdık. 

Yönetimde olduğumuz dönemde hiç unutmuyorum Cizre Botan’ın taranması, Kulp taranması, Lice taranması olayları yaşandı. Kulp’tan Diyarbakır’a yaralılar ulaştırılmadı. Yaralılar yolda öldü. Hatta ailem de vardı orada. Yeğenim evde unutulmuş. Sonra abim ateş altında gidip yeğenimi kurtarıyor. İnsanlar evlerini terk edip kaçtılar. Ailemizin olduğu bölgede savaş… bombalar… Uçaklar, helikopterlerle bombalar yağdırılıyordu. Yüzlerce insan yaralandı. Çoğu insan yollarda öldü. Çünkü Kulp’tan Lice’ye getirildi, Lice’de engel olundu, Diyarbakır girişinde engel olundu. 

Biz bu arada sendikal çalışmalarımızı, tüm üyelerimize ulaşabilecek tarzda… Zaten önceden tüm üyelerin kan gruplarını, telefon numaralarını, işyeri numaralarını almıştık. Acil  durum olduğu zaman ilaç ve kan bağışında bulunmak için insanlar gerçekten çok fedakârca hareket ediyorlardı. Çok yardımcı oldular. Birlik beraberlik içinde insanlar hastanelere yığıldı. Kulp olayında fakülteye, devlet, hastanesine, göğüs hastanesine bir sürü yaralı geldi ve biz o yaralılara elimizi uzatırken, polis engeliyle çok karşılaştık. Arkadaşlarımızı gözaltına almaya çalıştılar. Tepki gösterenler oldu. Arkadaşlar gözaltına alındı. Bizler polisten kaçmak için, insanlarımıza yardım etmek için, köşe bucak yer arıyorduk. 

Hiç unutmuyorum,  Kulp olayında kan vermeye gittiğimizde ben, Hamit abi, birkaç arkadaş daha vardı… O kadar insan içinde Hamit (Pamuk) abiyle bizi takip ettiler. Biz hastane içinde köşe bucak kaçmaya çalıştık. Bizi tutup götürecekler. “Siz bu insanlara nasıl yardım ediyorsunuz? Biz vuruyoruz, siz kurtarıyorsunuz” diyerek, bizi baskı altında tutuyorlardı. Sadece bizi değil, çalışan tüm sağlıkçıları! Sendikaya üye olan tüm arkadaşlar baskı altında, zor şartlarda halkımıza, toplumumuza yardımcı oluyorduk. Kan bağışı yapmaya giden bir arkadaşımızı iğne kolundayken, tutup fırlatmışlardı. 

O zorlu günlerde savaş ortamında devletin baskısı, polis baskısı, aile baskısı, eş baskısı bunlar hepsi vardı. Ki biliyorsunuz o dönemde, halen de var feodal yapı ailelerimizde ama o dönemde biraz daha farklıydı. Gerçekten de zordu. Belki ben o zorluğu fazla yaşamadım, çünkü ailemde ileri görüşle, demokrat özgürlüğe adım atan bir toplum için mücadele veren insanlar vardı. Biz o baskıyı fazla görmedik ama çoğu arkadaşımızdan, çoğu insanlarımızdan, halkımızdan, çalışanlarımızdan bunu gördük. “Toplantı var. Ben yalnızım, sen de gel, beraber toplantıya gidelim.   Aman, eşim, abim görmesin” derlerdi. Erkek arkadaşları uyarırlardı. Erkek arkadaşların çoğu da mesafeli dururlardı. Kadınlar çok azdı. Üniversitede ben vardım. Süheyla (Alıcıoğlu) arkadaş Yüksel (Avcı) arkadaş, Olcay (Kanlıbaş) arkadaş vardı. Ayşegül arkadaş vardı. Sevgi vardı.

Süheyla, Yüksel, Olcay arkadaşlarla yaptığımız çalışmalarda toplantılarda… -yönetimde biz iki bayandık. Ben ve Süheyla arkadaştık. Örgüt çalışmasına gittiğimizde Fatma arkadaş da vardı. Ama o daha çok eğitimle ilgileniyordu. Biz örgütlülüğe önem verirdik. Bunları da o dönemde, o zor şartlarda başardığımıza inanıyorum. Başka yerde olsaydı belki bu kadar başarılı olamazdı. Hem aile ortamını oluşturmak, hem kadın olarak mücadele etmek, başlı başına zordu.

Biz daha çok Süheyla (Alıcıoğlu-Aydın) arkadaşla, Yüksel (Avcı), Olcay (Kanlıbaş), Sevgi (Bingöm), Ayşegül (Güloğlu) arkadaşlarla genel toplantı yapardık. Kadın erkek eşitliğini sağlayarak. Erkek arkadaşlarımız da o konuda çok destek veriyorlardı. Erkek arkadaşlarımızın çoğu feodal yapıları olduğu için, Süheyla (Alıcıoğlu-Aydın)arkadaşla kaç arkadaşımızın eşleriyle birebir görüşmeye gittik. İlk başta ikna olmadılar. Eşlerinin sendikaya gelmesine izin vermiyorlardı. 

Biz erkeklerin sendikaya gelmesi için bile mücadele verirdik. Eşlerine izin vermezken tepki gösterirken,  “eşimiz izin vermiyor sendikaya gelelim. Zor yapıyoruz bu işi” diyorlardı. “Evde eşlerimiz bize destek vermiyor, bizi eve çekmeye çalışıyor.” Süheyla (Alıcıoğlu Aydın) arkadaşla böyle kaç eve gittik. Eşleriyle görüşüp, “Hem siz gelin hem eşiniz gelsin,  aramıza katılın” diyorduk. Sağlık emekçileri sendikasıdır ama herkese kapımız açık. Yeter ki insanlarda o mücadele sevinci olsun. Eşlerle beraber evlerine giderdik.  Bu tür çalışmaları Süheyla arkadaşla çok yürüttük. Başardığımıza inanıyoruz. Evlerde de toplantı yapardık arada bir. 

Kuru ekmek de yedik, güzel yemek de yedik. Her şeyimizi orada yürüttük. Necati (Aydın) arkadaş çok kültürlü, çok sabırlı, az konuşan, öz konuşan bir arkadaştı. Diyarbakır SES başkanı olarak onurumuzdu, gururumuzdu. 

Her gün arkadaşlarımız gözümüzün önünde vurulurdu. Evlere baskın yapılıyordu. Diğer gün gelirdik, diğer arkadaşımız alınmış. Ve çoğu zaman tek başımıza mücadele yürüttüğümüz günler oldu. Arkadaşlarımızı götürdükleri zaman içimiz yanardı. 

Sendika çalışmalarımızda ilçelere de arada bir giderdik. Nadir giderdik ama bizim örgütleme grubu giderdi. Biz Ankara’yla İstanbul’a otobüsler dolusu gelirdik. Genelde otobüs tuttuğumuzda sazımızı, davul zurnamızı, sesi güzel olan arkadaşlarımızı yanımıza alırdık. Helva ekmeğimizi yanımıza alırdık, yolda acıktığımızda yiyelim diye. Çok eğlenceli geçerdi. O zor günlerde sıcak bir ortam oluşturmayı, insanlar… nasıl diyeyim el ele verip o mücadele içinde yalansız dolansız… bir ailede yapılamayan şeyleri biz yapardık. Kendi cebimizden karşılardık. Maaşımızı hep oraya yatırırdık. Yol masrafımızı, sendikal kırtasiye malzemelerini, kitapları, örgütleme planlarımızı, tüm masrafları cebimizden yapardık. Kimse “Biz sendika mücadelesi veriyoruz” demezdi. Biz elden aidatları toplardık. O zaman bankamatikler veya muhasebe bürosuna verilmezdi, elden toplardık. Kimi verirdi, kimi vermezdi, kimi yok derdi. Ve eksiklerimizi kendi cebimizden tamamlardık. Şu an olsa belki o yapılmaz. Çalışmalarımızı,  örgütlülüğümüzü aynı zamanda otobüslerde yapardık. 

Hiç unutmuyorum biz bir kere İstanbul’da Aksaray’a  kongreye geldiğimizde kalacak yerimiz yoktu. Onlar Diyarbakır’a gelselerdi, onlara güzel yerler ayarlardık. Sıcaklığımızı, misafirperverliğimizi gösterirdik ama biz İstanbul’a geldiğimizde, kimse bize ilgi göstermedi. Yol bilmiyoruz, otel bulamadık. 

Eşim de sendikacıydı. Diyarbakır’da tanıştım. Ben sürgün yaşamadım. Eşim de yaşamadı, açığa alındı. Ben 1993 senesinde Ocak ayında gözaltına alındım. Dicle Üniversitesi’nde ilk gözaltına alınan hemşire olarak bir başarı aynı zamanda!

Yoğun nöbetimden çıktım, sabahı polisler beni aldılar. Gözetim altına götürdüler, ardından eşim. O zaman arkadaştık. Bizi gözaltına aldılar. Bizi götürdükleri zaman da ensemize bastırarak, saatlerce kuytu yerleri gezdirerek, karakola götürdüler. Ben Dicle Üniversitesi’nde genel cerrahide çalışıyordum. Önce karakola götürdüler. Ciddi baskılı bir şekilde ifadem alınmaya çalışıldı. İfadem üç saat sürdü. Oradan bir Şahin arabaya konuldum. Tek onu gördüm ama nereleri gezdiğimi bilmiyorum. Sanki dağ başında gezerek, sanki ölüme götürüyorlarmış gibi… Gözaltına aldıktan sonra da on sekiz gün gözetim altında kaldık. On  dokuzuncu gün çıktım. Çok ağır bir işkenceden geçirildik. Ben, eşim ve kırk dokuz kişi gözetim altına alındık. Gözaltına alınan kişiler arasında çoğunluk, sağlıkçılardı. Kimisi  eğitimciydi. 

Gözaltından sonra, bırakıldığımızda, hastane yönetimi tarafından çok baskı gördüm. Sürgün edilemiyordum, çünkü YÖK’e bağlı olduğu için, üniversite personeliydim. Sürgün edemediler. Ama benimle çok fazla uğraştılar. Bir yıl boyunca kapıda polisler nöbet tuttu. Gece nöbetlerimde sivil polisler, silahlarını bana göstererek, beni takip etti. Onların gözetimi altında nöbetlerimi tuttum. Korkmayız, ama bize gözdağı vererek…  Nöbetimizi tutardık. Kapı önünde nöbet tutar, tuvalete bile gittiğimde, takip edilirdim. Ardından işkence nedeniyle omuzlarımda uyuşukluk vardı. Elimi, omzumu hissetmezdim. Böbrek yetmezliği başladı. Tedavi gördüm 6 ay, rahatsızlığımdan dolayı. Bu süreçte omuzlarımın  uyuşukluğu geçmediği için ellerimi tutamazdım asla. 

Beni atamadılar hastaneden. Başhemşire beni çağırdı. Tüm başhemşireleri çağırmış. Herkesin içinde beni rencide etmek için. O süreç içinde ben gözaltına alınmışım bırakılmışım. Kendime gelmemişim. Bedenen kendime gelmemişim her tarafım uyuşuk. Beni çağırdı. Herhalde bana bir şey söyleyecek ya da bir soruşturma gelmiştir, diye düşündüm. “Mediha abla ben geldim” deyince. “Gel, gel! Tanıyın, tanıyın, hepiniz tanıyın, Zübeyde hemşire budur” dedi. Beni terörist olarak yansıtmaya çalışıyor. Güya ben tüm herkesi birebir örgütlüyorum ve onları terörist olarak yetiştiriyorum. O imajı yaratmıştı hastane ortamında. “Bunu iyi tanıyın, bu bizim en kötü hemşiremiz olacak. Biz çalışkan becerikli diyorduk, şu an sendikal çalışmalarını yürütüyor. İllegal çalışma yürütüyor.”  Bunları söyledi. 

Beni etkilemedi, insanları da etkilemedi. Çok zorlandım. Polikliniğe geçtiğim dönemde bile, hem sendikal çalışmamı hem hastanedeki mücadelemi etkilemedi. Daha sıkı bağlandım. Bu gücü öncelikle kadın olmamdan aldım. Buna inanıyorum inanmaya da devam edeceğim. 

Bir kadın eşine, ailesine bağlı kalmadan ayakları üzerinde durabilir. Bunu biz yaşadık gördük. Süheyla arkadaş aynı şekilde. Beraber mücadelemizi verdik. Çoğu insan da. Hatta biz bilgilendirme çalışmaları ve örgütlülüğümüzü de yaptık. Çoğu insan buna inandı ve güvendi. Şu an Diyarbakır’daki SES yönetim seçimi yapıldı. Şu anki arkadaşlar,  o zaman bizim çocuk arkadaşlarımızdı. Yani arkadaşlarımızın kardeşleri. Bizi izlerlerdi. Şimdi seçim yapılmış, bizim arkadaşların kardeşleri ve çocukları seçilmiş. Bu beni çok mutlu etti, gururlandırdı. Biz ailelere gittiğimiz için, onlar bizi görürlerdi. Şimdi bizim yerimizi onlar aldı.

Biz hem sendikal çalışmaları hem kadına çalışmaları yapardık. Kadın örgütlülüğünü oluşturduk. Ayrıca kadınlara eğitim semineri verildi. Ayrı binada. Savaş ortamından etkilenen kadınların zorlukları, yaşam tarzları, bunlar vardı eğitimde. Yaşam tarzları konusu bizim için önemliydi. Bir kadının, erkek karşısında ezilmesinin karşısında olmak, kadının kendi gücüyle ayakları üzerinde durması inancıyla yola çıktık. Çoğu sağlıkçılarda bunu gördük yaşadık. Gerçekten de şu an halen kendi ayakları üzerinde durup, hiçbir erkek himayesi altında olmadan çalışıp, hayatını sürdüren arkadaşlarımız var. Özellikle o kadınlar, sendikada devam ettiler. 

Biz 1994’te evlendik. 96 Ocak ayında oğlum olduktan o daha bebekken, gene aynı şeyler… Biz zaten gözaltından bırakıldıktan sonra eşim açığa alındı. Beni alamadılar, sürgün de edemediler. Çoğu arkadaşlar öldürüldüğü için, sokakta evin önünde, DGM’den kaçırılarak, Necati (Aydın) arkadaş gibi, Hamit (Pamuk) arkadaş gibi, abim gibi, İmam hoca  (Taşçıer) gibi  Eğitim Sen’den bunlar gözümüzün önünde olan şeylerdi… 

Evlendikten sonra bizim eve çok baskın oldu. Gece on iki, birlerde polislerin eve baskın yaptığını, sabaha karşı baskın yaptığını biliyorum. Eşim Salih üç ay içinde, iki ay evde yoktu. Bir ay gelirdi,  iki ay kaçardı. Ben tek başıma çocuğumla beraber yaşardım. Bir gece hiç unutmuyorum. Kapı çalındı. Ben önce eşim zannettim. Dürbünle baktığımda uzun boylu pala bıyıklı adamlar, malum yine bizi ziyarete gelmişler. Polisler kapıyı kıracaklarını söylüyorlar. Kapıyı açtım. Açtığım gibi üzerime bir saldırdılar. Eve girdiler. Bir kere daha eve baskın yaptılar. Ben evde yokken gelmişler. Kapı açılmayınca inanmışlar evde olmadığıma. Ben çoğu zaman evde kalmazdım. Çocukla her gün bir yerdeydim. Çok zor bir dönemdi. 

Süheyla doğum yaptığı zaman, Necati’nin şehadetinden sonra, benle Canan vardık Süheyla arkadaşın yanında. Çok zor bir dönemdi. Süheyla’nın o acı dönemini hiç unutmuyorum. Hastanede altı aylık hamileyken Necati kaçırıldı, öldürüldü, Biz sendikal çalışma içinde bunları da yaşadık. Bu sadece bende değil çoğu insanda oldu. Kimi eşini, kimi oğlunu kaybetti. Sağlıkçılardan, Eğitim Sen’lilere kadar. Bunlar zor günlerdi bizim için. Ben çocuğumu zor günlerde büyüttüm. Üç buçuk yaşında kreşe verdim. Sabah erkenden kreşe götürür, oradan işe giderdim. Akşam da aynı şekilde. Sendikaya da devam ediyordum. 1999’dan sonra yapamadım. Çünkü çok zorlandım. Eşim yoktu, tek başımaydım. Hem ev hem çocuk… Maddi, manevi tek başımaydım. Kadın olarak yaşadığımız zorluklardır bunlar. Benim eşim kaçaktı. Yoktu, ben tektim. Süheyla arkadaşın eşi kaçırıldı, öldürüldü. O tek başına, ayrı bir sorun. Ayhan arkadaş vardı, Eşi doktordu Malatya’ya gitti, o tek başına kaldı bir çocukla. Biz üçümüz birbirimize tutunarak yaşadık. 

Biz yine ayakta durduk. Yeri geldiği zaman yine destek vereceğiz. Yine olacağız. Kadınların başaramayacağı şey yoktur, yeter ki isteyelim. Özgürlüğümüzü kazandık. Dayanışmamızı başardık. Birlik beraberliğimiz sağladık. Kadın olduğumuzu kabul ettirdik. Kadınların yılmadığını güçlü olduğunu, kadınların her konuda başarısını gösterdik. Gücünü gösterdik, direngenliğini gösterdik. 

Erkekler, evet, bize tepki gösterirlerdi. Biz ezilmemeyi kafamıza koyduk: “Biz ezilmeyeceğiz, yılmayacağız ayaklarımızın üzerinde duracağız, kimseye muhtaç olmayacağız. Daha çok ben ve  Süheyla arkadaş tepki verirdik.. “Kadınlar otursun oturdukları yerlerde” derdi bazı arkadaşlar, hepsi değil ama. Şaka mahiyetiyle “biraz az konuş” derlerdi bize. “Kadın evinde oturmalı, burada ne işiniz var” derlerdi. Bunları da biz duyduk. “Kadının mücadele içinde ne işi var” derlerdi bize. Peki, bir erkeğin eli gözü ayağı, beyni varsa, bir kadının da vardır. Bir kadın beyniyle, yüreğiyle, sevdasıyla, aşkıyla her şeyi elde eder. Bir dünyayı bile elde eder, yeter ki istesin. Hiç kimse demesin, bir kadın hiçbir şey yapamaz. Bir kadın her şeyi yapar. 

Biz birkaç arkadaş evet erkeklere nazaran daha çok çalışırdık. Erkek arkadaşlarımız da çok çalışırdı. Onlara karşı, biz iki kişiysek onların on kişisine bedeldik. Ben, Süheyla (Alıcıoğlu Aydın), Canan (Kanhan), Yüksel (Avcı)l, Olcay (Kanlıbaş) arkadaş olsun.. “Biz bir kadın, on erkeğe bedeliz. Ona göre çalışacağız”. Bunu kafamıza koymuştuk. Bir kadın on erkeğe de yüz erkeğe de bedeldi. 

Biz hemşire olarak, sağlıkçı olarak, SES üyesi olarak, hem pratikliğimizle, çalışkanlığımızla, genel bakışımızla -insanlara, erkeklere, halka, topluma bakışımızla- geniş çaplı çalışmalarınızı sürdürmeye çalışıyorduk. Kadınlar kendilerini geride tutmasınlar. 

Menü POPUP