„Bleib zurück, du bist eine Frau“
Satı Burunucu
Gewerkschaft der Beschäftigten in den Kommunalverwaltungen (Tüm Bel-Sen)
Ankara, Anfang der 1990er-Jahre bis heute
Ich hatte Gewissensbisse, weil ich die Zeit, die ich meinem Kind, meiner Mutter, meinem Mann und meinen Geschwistern hätte widmen sollen, mit anderen Dingen verbrachte.
Sie ließen mich das immer spüren. Nachdem meine Tochter Zeynep geboren war, versuchten sie, diese Gewissensbisse noch zu verstärken. Als ich während der Stillzeit zum ersten Mal für eine Gewerkschaftsaufgabe verreiste, hörte ich meine Mutter sagen: „Du lässt dein Kind alleine, es ist doch noch ein Baby“, während im Hintergrund das Weinen von Zeynep zu hören war.
Aus eigener Erfahrung weiß ich, dass Frauen, die sich am gewerkschaftlichen Kampf beteiligen, keine besonderen Räume zur Verfügung gestellt werden, dass die Lasten, die sie zu tragen haben, immer größer werden, dass wir gezwungen sind, ein Herkules zu sein, der die Hausarbeit macht, kocht, die Kinder erzieht und Versammlungen und Demonstrationen organisiert.
Auch innerhalb der Gewerkschaft und während des gewerkschaftlichen Kampfes sind Frauen mit verschiedenen Hindernissen konfrontiert. Es gibt auch solche, die aus einem Beschützergefühl heraus entstehen. Du bist zum Beispiel auf einer Demonstration. Du bist mit der Polizei konfrontiert. Die Polizei greift an. Die männlichen Mitglieder versuchen, dich zurückzuhalten, mit den Worten „Bleib zurück, du bist eine Frau“, du musst dich plötzlich mit zwei Seiten auseinandersetzen.
Früher empfand man das Auf-den-Tisch-Hauen bei Sitzungen nicht als Gewalt, aber heute wissen wir, dass sogar das Erheben der Stimme dazu dient, Überlegenheit zu demonstrieren.
Das Oral-History-Gespräch mit Satı Burunucu wurde 2022 geführt.
Satı Burunucu (dritte von links), Internationaler Tag zur Beseitigung der Gewalt gegen Frauen, Ankara, 25. November 2018
Kırk sekiz yaşındayım. Bir kızım var. Ankaralıyım. Üniversite mezunuyum. 1993’ten bu yana yerel yönetim iş kolundayım. Ankara’da yaşıyorum. Teftiş müfettişliği sınavını kazanarak belediyeye girdim. Kadromu alamadım. Henüz üç aylık aday memur iken de işyeri temsilcilik seçiminde aday olarak seçildim.
Üniversitedeyken arkadaşlarımla kamu emekçilerinin o dönemki sendikalaşma mücadelesini içeren eylemlere katılıyorduk. Uzun zaman İşyeri temsilciliği, şube yöneticiliği iki dönem şube başkanlığı yaptım. Şimdi de genel merkez yöneticiliğini yapıyorum. Ama sendikada aldığım görevlerde en çok işyeri temsilciliğini sevdim. İşyerinde emekçilerle birlikte olmak yönetimlerde olmaktan daha iyi hissettiriyordu bana. Böylece çok uzun zaman kızımın doğumundan sonraki altı ayı saymazsak kesintisiz bir yöneticiliğim var. Bayağı bir uzun zaman olmuş. 1993-2017. Zeynep’e hamileliğimi de genel kurula göre ayarlamıştım. Şube kongresini bitirip doğuracaktım. Kongreye göre ayarlayıp kızımı doğurdum. Yedi, sekiz ay sendikal mücadeleden biraz uzak kaldım.
İşçi sınıfı iktidarına inanan, bu nedenle de sendikaları önemseyen bir siyasal anlayışa sahip olduğum için sendikal mücadeleye katılımım zaten olağan bir iş oldu. İşyerinde ya da sendika içindeki kurullardan kadın olmam, genç olmam nedeniyle herhangi bir teşvik görmedim, aksine gelişmeler de yaşandı. Sadece çeşitli sendikal anlayışların beni örgütsüz sanarak görüşmeler yaptıklarını, kazanma gayretlerini hatırlıyorum.
Beni etkileyen birçok eylem var. Ama bunların içinde en çok hizmet üretiminden gelen gücümüzü kullandığımız eylemler, 25 Kasım’da Kamu-Sen’le (Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu) veya diğer bazı zamanlarda Emek Platformuyla yaptığımız eylemlerde olduğu gibi sendikalarla birlikte gerçekleştirdiğimiz, ortak mücadele birliğini önemsediğimiz eylemler beni etkiledi. İşyerimizde iş bırakarak toplandığımız halaylarla sloganlarla, konuşmalarla merkezi alanlara kitlesel aktığımız günler, sendikal mücadele sürecinin en iyi dönemleriydi. Artık maalesef bir kadro çizgisi biçiminde etkisiz eylemler benimsendi. Onun dışında 1 Mayıs’ları unutmam. Benim için ayrı bir yeri var. Bir de Mezarda Emeklilik Yasasına karşı Kızılay’da yaptığımız eylem çok iyiydi, çok kitleseldi. Bir başkası genel sağlık sistemiyle ilgili Yol-İş’in de katıldığı bir miting yapmıştık GSS’ye (Genel Sağlık Sigortası) karşı. Bir de 16-17 Haziran’da Kızılay’ı kapatma ve 4-5 Mart eylemleri. Onlar da unutulmaz.
…
İşyerinde grev, boykot örgütlediğim gerekçesi ile işten çıkarmaya kadar birçok soruşturmaya uğradım. Bu arada birçok sürgün gördüm, defalarca fiziksel saldırı yaşadım. Soruşturmaların sayısı yok. Sendikal etkinliklerimiz dolayısı ile verilen cezalara karşı AİHM’e başvurup kazandığımız davalar oldu. Hak gaspları, maddi manevi kayıplar yaşadım. Teftiş müfettişi kadromu alamadım. Bir daire amiri kadrosunu dahi iptal ettiler. Şu anda bu yüzden hiçbir unvan olmadığı için yeşil pasaport dahi alamıyorum. 1 Mayıs çalışması yaparken şube müdürü tarafından saldırıya uğradım. O zaman işyerindeki bütün emekçiler, üç yüz kişi anında toplanıp basın açıklaması yaptı. Müdürlükteki arkadaşlardan on bir kişi tanıklık yaptı. Onu kadındı. Mahkeme iki yıl sürdü. Tanıkların bütün hakları ile oynandı. İçlerinden sürgün edilen arkadaşlar oldu ama bir fire dışında hepsi çok iyi tanıklık yaptılar. Sokakta tebligata görevlendirildim, köpek saldırısı yaşadım. Tüm Bel-Sen Ankara 2 no’lu şube başkanı olarak görev yaparken, Çankaya Belediyesinde işveren, Kamu İş’i örgütlemeye çabalıyordu, bu esnada, aynı günde iki kere şiddet gördüm. Belediye başkanının kurdurduğu bir A Takımı vardı. Yemekhane girişinde yapmak istediğimiz basın açıklaması engellendi, saldırıya uğradık. Aynı gün ikinci kez beni imar müdürlüğünde merdivenlerden atmaya çalıştılar. Kadın üyelerimiz, bizi korumak için üstümüze yatıyorlar, tekmelerin önüne geçiyorlardı, hiç unutmam. Çankaya belediyesinde bunlar olurken yine örgütlü olduğumuz AKP’li Altındağ belediyesinde de birkaç hafta sonra, basının huzurunda fena halde dövüldük. Belediye başkan yardımcıları ve meclis üyelerinin başında olduğu bu kez de Altındağ belediyesi A takımının saldırısını yaşadık. Her siyasi partiden işverenler şiddeti otomatiğe bağlamışlardı. O zaman pek farkına varmıyordum ama uzun zaman bunun travmasını yaşadım. Bir kez otobüsten inerken biri uzun eteğime bastı. Ben yine dövecekler sandım, bir otobüs dolusu yolcunun şaşkın bakışları altında “Aaaah“ diye bağırdığımı hatırlıyorum. Sonra anladım ki yaşadığım şiddet bende bir etki yaratmış.
Geçirdiğim soruşturmaların aldığım cezaların sayısını hatırlamıyorum. Kınama, kadro iptal ihdas davalarına, sicil bozmaya, işten çıkarmaya varacak davalar oldu.
Aslında bu tür güçlüklerle mücadele etmek meselesi önce şöyleydi. Hareket yüksekti. Ve herhangi bir şey geldiği zaman üyelerimizin tepkisi ve sahiplenmesi çok iyiydi. Mesela ilk işten çıkarmakla soruşturulduğum zaman teftiş kurulu beni çağırdığında arkadaşlarımın tamamı geldiler ve “Bizi de soruşturun, kararı birlikte aldık, Satı burada iş yeri baş temsilcisi, ne yaptıysak birlikte yaptık dolayısıyla hepimizi soruşturun” dediler.
Sonraki süreçlerde de gücü örgütlü mücadeleden aldık. Biraz böyle zaten haklı olduğunu bilmek meşru olduğunu bilmek mücadelede karşı karşıya geldiğin durumlarda işverenin nasıl rahatsız olduğunu görmek. Biraz onları biriktirdi. Ama esas olarak örgütlü gücün kendisi dayanışma ve mücadele bunları aşmaya yardımcı oluyor. Özellikle bizim işkolumuzda baskı sürgün şiddet meselesi diğer işkollarından çok daha fazlasıdır.
Şimdi farklı düşünüyorum ama uzun bir zaman vicdan azabıyla yaşadım. Çocuğuma, anneme, eşime, kardeşlerime karşı, onlara vermem gereken zamanı başkalarıyla paylaşıyorum diye vicdan azabı duydum. Onlar da “Biz sana saatlerce ulaşamıyoruz bizim yanımızda yoksun” gibi ifadelerle bunu hep hissettirdiler zaten. Zeynep dünyaya geldikten sonra bu vicdan azabını daha da attırmaya çalıştılar. Emzirme döneminde il dışına ilk çıktığımda annemin fonda Zeynep’in ağlama sesiyle “Çocuğunu bıraktın gittin, süt çocuğu daha“ demesini, bu çalışmalar etkisiyle çok duydum. Mücadele içinde görev alan kadınlar için özel alanlar açılmadığını, taşıdığı yüklerin gitgide arttığını, evde iş de yapan, yemek de pişiren, çocuk da büyüten, toplantı ve eylem de yapan bir Herkül olmaya doğru zorlandığımızı yaşayarak tecrübe ettim diyebiliriz.
Kadınlar, sendika içinde, sendikal mücadele sırasında da çeşitli engellerle karşılaşıyor. Bir koruma duygusuyla yapılanlar da var. Onları gülümseyerek karşılıyorsun: Eylemdesin. Polisle karşı karşıyasın. Polis karşıdan saldırıyor. Üyeler “Başkan gel, sen kadınsın” diye geri çekmeye çalışıyor, aralarında kalıyor, iki tarafa karşı mücadele veriyorsun… Yönetim kurullarında şu sıkıntıları yaşadım, yaşıyoruz. Eskiden masaya vurmalar şiddet gibi gelmiyordu ama şimdi ses yükseltmenin dahi ne olduğunu biliyorsun. Bunun şiddet yaratmak, üstünlük kurmak için yapıldığını da biliyorsun. Cinsiyetçi dil ve konuşmalar da cabası oluyor. Sendika içinde yaşanan şiddet meselesi eskiden daha çok “kol kırılır yen içinde kalır” şeklinde üstü örtülüyordu. Bir süre sonra sendika içinde kadınlara yönelik şiddete karşı mücadele, dayanışma geliştikçe eskiden olduğu gibi rahatça üstü örtülemedi.
Geçmiş yıllarda sendika işyeri kadın komisyonları olarak yaygın kadın üye toplantıları yapıyorduk. Orada bütün sorunlarımızı, taleplerimizi bize yaşatılan ayrımcılığı vb. her şeyi tartışıyorduk. İşyerinde, kadınların en yakınıyla konuşmakta zorlandığı, eşlerinden yaşadıkları şiddet ya da işyerinde taciz vb. gibi konularda açıklamalar, kitlesel eylemler de yapıyorduk, sonuç da alıyorduk. Biri söylüyordu, açık ediyordu. Diğerleri “Bana da, bana da yaptı” diyordu. Yaygın ama örgütsüzlükten kaynaklı saklı kalmış saldırıların, yan yana geldiğimizde nasıl açığa çıktığını gördük. Kadınlar konuşmakta zorlansa da eyleme döktüğünde, bir araya geldiğinde neler olduğunu görebiliyorduk. 8 Mart ve 25 Kasım’ların ötesinde kalıcı işler de yapabiliyorduk. Düzenli olarak yan yana geldiğimiz, kadın üyelerle karma toplantıların dışında yan yana geldiğimiz zamanlar oluyordu. Bir araya gelmelerimiz. Birlikte üretmek, yakınlaşmayı da sağlıyordu. Sadece bir mesele konuşmak için değil. Skeçler, tiyatrolar, beraber geziler yaptık. Kendi hayatımıza dair en yakınlarımızla konuşamadıklarımızı konuştuk.
Daha sonraki süreçte karar alma süreçleri, mücadele biçimleri, yayın ve dil gereğince kamu emekçileri sendikaları, kadın kamu emekçilerinin işyerlerindeki ana kitlesinden koptukça, geçmiş süreçtekinin çok daha gerisine düşüldü. Bir sendikanın ne kadar örgütlü, güçlü olup olmadığını anlamak için işyerlerindeki hegemonyasına bakmak gerekir. Hele kadın emekçiler açısından bu durum iki kez doğrudur. Kadın kamu emekçilerinin birleşik olarak sözünü örgütlediği, örneğin pantolon yasağına karşı mücadele, kreş hakkı, doğum izni vb. gibi yer yer olsa da, genelde KESK’te sözü kuranlar kadın kitleler adına bir avuç politik kadın oluyor. Aslında söz, karar ve mücadele sahibi kitleler olmalıdır.
…
Kurultaylar meselesi o süreçte önemli bir yer tutuyordu. Hem üretmeye hem sözünü söylemeye dair ki sanırım “söyleyecek sözümüz var” şiarıyla toplanıyordu genelde. Hiç olmadı meselesi değil. Elbette oldu bu sözü üretme meselesi ama şu yeterlilikte olmadı. Hala sendikalarda kadınlar var ve her şeyin tamamını istiyorlar meselesi. Her şeyin yarısıyla yetinen, bir yarısı gibi olmuş oldu. Onu değiştirebilen bir şeyimiz olmadı. Hala şöyle bir şey yok: Kadınlar şu meseleden nasıl etkilenecek ve özel olarak örgütlenmeleri için sendika ne yapmalı? Hep yine görülmeyen, kadın emekçiler. Uzun zaman örgütlenme sekreterliği yaptım. İşyerinde sendikal çalışma yoksa erkek emekçiler de dahil ama özellikle kadın emekçiler, sürecin dışına atılıyor.
Kadın emekçilerin sendikayla ilgili durumunu, örneğin bir deprem sonrasında yaşananlara benzetiyorum. Gelen yardıma ulaşabilecek durumda olanlar, erkekler. Kalkıp gidebiliyor. Ama bulunduğu yerde en çok ihtiyacı olan, en ulaşılamayacak olan, temizlik sorununu, çocuk sorununu çözemeyen kadınlar. İşyerine bütünlüklü nüfuz etmiyorsa da sendika, erkekler bir şekilde ihtiyaç duyduğunda geliyor zaten. Şubeye, genel merkeze geliyor. İşyerinde zaten bir sendikal örgütlülük yoksa tamamen kadınlardan kopmuş oluyor. Çünkü onların kalkıp gitmesi, çoğunlukla da kahve gibi kullanılan uzun ve çözüm üretmeyen toplantılara katılması, şubelerde bir talebini ifade etmesi hiç mümkün olmuyor. İşyerlerinden kopuş, daha çok kadın emekçilerden kopmuş olmak oluyor.
…
Pantolon yasağının kaldırılmasını sağlamamız önemli bir kazanımdı. Çünkü pantolon yasağı ciddi bir problemdi. Ben o zaman hesap işleri müdürlüğünde çalışıyorum. Ayrı bir bina boydan boya cam. Aşırı inip çıkmak zorunda kalıyor kadınlar. Hepimizin masasının çekmecesinde pazardan alınmış bir basma etek vardı. Başkanlıktaki arkadaşlar “Hesap işlerindeki köylü kadınlar pantolon üstüne etek giyiyorlar” diye anlatıyorlardı. Etek kontrolü olduğunda biz pantolonun üzerine eteği çekiyorduk. Çoğu zaman zorunluluktan pantolon giymek zorundaydık. Çalışma ortamı soğuk, arşive inip çıkmak zorundaydık. Pantolon serbestisi çok güzel oldu bizim için, acayip mutlulukla karşıladık. Eylem yapıp imza toplayıp da böyle bir kazanım elde etmek bizim için anlamlıydı.
İş yerinde uzun zaman kreş için mücadele etmiştik. Kreş açtırabildik. Bu da önemli kazanımdı. İşyerinde kadınların istediği kuaför, spor salonu, kreş. Bizim saunaya kadar kazanımlarımız oldu. Bazı kazanımlara, genel olarak kamu emekçilerinin mücadelesi açısından kazanımlarımız diye baktığında, doğum izni meselesi. Süt izni meselesi. Onlarda bir takım gelişmeler oldu ki bunlar önemli gelişmeler.
…
Eğitim çalışmalarının en zayıf olduğu sendikalardan biriyiz. Belki birkaç şubemizde diyebilirim, bu eğitimler yapıldı. Kimi şubelerde sendikal sürecin başında kadın çalışmalarında yer alıp sonra ben artık karma örgütlerde çalışmayacağım sendikalarda bir değişim olmuyor diyen bazı kadın arkadaşlarımızın bu sürece bağlı olarak geri döndüğünü ve kadınların güçlendirilmesi çalışmalarına katıldıklarını biliyorum. Benim yaptığım görüşmeler var.
…
Güçlenme kadınlar arasında örgütlenme ve dayanışmaya bağlı olarak gelişiyor ancak. KESK, kadın emekçilerin sendikal süreçlere en çok katıldığı konfederasyon. Yetersizliği bir yana. Diğer konfederasyonlar ve onların üyesi sendikalara baktığımızda durumun onlarda çok kötü olduğunu görüyoruz. KESK, kadınların varlığını ve onların söz karar aşamalarında yer alması meselesinden vazgeçmeyeceğini ilk ifade eden; kadınların kendi sözlerini söylemeye çalıştığı, ortak bir kadın mücadelesi açısından önemli bir platform oldu. Sadece kendi sendikası içinde ve kendi emekçi kadın kitleleri içinde değil, aynı zamanda genel demokrasi eşitlik mücadelesinde de kadınların mücadelesi açısından önemli bir olanak oldu KESK. KESK’li kadınlar neyi değiştirdiler dersek, aslında bence bulundukları yerde, nerede yaşıyorlarsa hangi hizmet üretim birimindeyseler, oradaki kadınları, onların varlığını, yer almasını güçlendiren bir şey oldu. Birçok işkolunda, her türlü ayrımcılığı engellemeye ve şiddete karşı bir varlık, bir duruş, bir merkez olabilme özelliğinin olduğunu sanıyorum. Özellikle kamuda şiddet, taciz, ayrımcılık gibi uygulamalara karşı nereden ses çıkıyorsa, itiraz eden, karşı duran, diğer kadınları cesaretlendirmeye çalışan şeyler varsa KESK’li kadınların olduğu yerlerde oldu aslında. Çalışma hayatı içinde bu ayrımcılığa karşı oldu. Sendika içinde kadınların olduğu sendikanın sadece erkeklerden oluşmadığı. Evde neyi ne kadar değiştirdiler, çok bilemiyorum. Çalışma hayatında ve sendika içinde güçlenen konumlarına bağlı olarak evde de bir takım değişiklikler, bir takım ilerlemeler kaydedilmiştir ama o konuda çok fazla fikrim yok. Biz bazen toplantılar yaptığımızda bir yerde problem oluyor. En son Kız kardeşim Dayanışma Derneğinin bir toplantısına gitmiştik. Oradaki kadınlarla yaşadıkları şiddetin ne olduğu üzerinde konuşuyoruz. En büyük şiddet nedir? Herkes bir şey anlatıyor. Biri 10 Ekim katliamını anlatıyor. Bir kadın da koca şiddetini söyledi. “Ne iş yapıyor?” diye sordum. “Belediye” dedi. “Kesin bizim üyemizdir.” Bizim işkolumuzdan çok bir şey olmayabilir ama kazanımlar mevzuunda, yerel yönetimdeki kadınlar dersek, bizim işkolumuzun şöyle bir yanı var. Toplu sözleşme yapabildik biz. İmzaladığımız toplu sözleşmelerde 8 Mart’ın izin günü olmasını toplu sözleşmeye madde olarak koyduk. Bu bizim için önemli kazanımdır. Onu koyabildik. 1 Mayıs’ı da koyuyorduk, zaman zaman Newroz’u da koyuyorduk. Şiddet uygulayan erkeğin toplu sözleşme farkının eşine verilmesini de. Bu son söylediğim madde ile kadına yönelik şiddete karşı bakış açımızı ifade etmiş olduk. Bulunduğumuz yerlerde belediye başkanlarıyla yaptığımız görüşmelerde, belediyede çalışan kadınların taleplerinin yanı sıra kadın sığınmaevi açılması, yoksul yerlerde kreş, çamaşırhane, yemekhane açılması, kadınların toplu taşımadan ücretsiz faydalanması ve belediyeden kadınlardan çocuklardan gençlerden emekçilerden yoksullardan yana bir belediye olması için de gündemler oluşturduk. Sadece kendi kadın üyelerimiz açısından değil. Bunun için Mamak’ta açılan kadın sığınmaevi meselesinde bizim sendikamızın da bayağı içerden katkısı oldu. Onun dışında, semtlerde imza kampanyalarında kreş meselesinde de dayanışması vardır. En önemli kazanımlarımızdan biri toplu sözleşmede 8 Mart, kadına yönelik şiddet mevzu ve işe alınmalarda kadın çalışanlara öncelik verilmesi.
…
Sendikalı kadınlar arasındaki dayanışma konusuna gelince, bizim sendikalarımızda işyerlerinden sendika yönetimlerine doğru gittikçe zayıflıyor. KESK’in yöneticilerinin çeşitli sendikal anlayışlardan oluşması, onların sadece sendikalara değil, kadın mücadelesine bakışına dair farklılıklarına karşı kimi zaman antidemokratik ve rekabetçi tutumlarla toplamda dayanışma duygusunu, maalesef özelde kadın dayanışmasını zayıflatıyor. Kadınların dayanışmasına, yaşadığı ayrımcılığa, uğradığı her türlü şiddete karşı açık ve yetkin bir mücadelenin yürütülmesi gerektiği sözlerinin pratikte nasıl heba edildiğinin, bastırıldığının örnekleri yaşandı.
…
KESK’li kadın olmak, kamu emekçileri mücadelesinin içinde olmak nedeniyle güzel. Bir süredir mücadelenin kitleselliğini kaybetmesi acıtsa da nedenlerini biliyoruz. Ama yine de örgütlenme ve dayanışmayla her zorluğun üstesinden geleceğimizi bilmek rahatlatıcı… KESK’li olmak zor, KESK’li kadın olmak daha zor. Çünkü her yerde hem çalışma hayatında hem toplumsal hayatta sürekli bir engellenme ile karşı karşıyasın. İşyerinde mesela rahat çalışma koşulların olmuyor. Aynı eğitim düzeyindeki diğerleri ile aynı noktalara gelemiyorsun. Sürekli bir ayrımcılık. Bir yandan bir kaybediş var. Öbür taraftan da sürekli bir şey değiştirmek için verilen değerli bir emek ve demokrasi mücadelesi var. Kamu emekçilerinin ana kitlesiyle harekete geçtiğimizde daha da iyisi mümkün. Kadın emekçilerin kitlesel olarak her düzeyde içinde olduğu bir sendikal mücadele de.