Latife Kahya

Ich war wohl bereits Feministin

Latife Kahya

Gewerkschaft der Beschäftigten im Bereich Kommunikation, Verlagswesen und Post (HABER-SEN)
Ankara, 1990er- bis 2010er-Jahre

Frauenbewegung außerhalb der Gewerkschaft ändert einem Menschen. Dieser Einfluss ist unvermeidbar. Mein Freund war in der Theorie sehr feministisch. Aber nicht, wenn es um die Praxis ging. Ich habe den Feminismus theoretisch von ihm gelernt, aber in die Praxis habe ich ihn selbst umgesetzt. Als ich mir später die Praxis von all dem anschaute, was ich auf theoretischer Ebene gelernt hatte, dachte ich: „Ich war wohl bereits von Anfang an Feministin.“

Wir gründeten zunächst die Frauenplattform für den Frieden in Ankara. Auf dieser Plattform waren wir sehr beeindruckt voneinander. Frauen, die sonst nie zusammengekommen wären, begannen gemeinsam zu kämpfen, dadurch dass sie auf den Plattformen in Berührung kamen und einander verstanden. Wir haben viel voneinander gelernt.

Das Oral-History-Gespräch mit Latife Kahya wurde 2016 geführt.

Elli beş yaşındayım. Emekliyim. İlk çalışmaya Karadeniz Ereğli’de başladım. Üç yıl orada kaldıktan sonra 1986’da Ankara’ya geldim. O zamandan bu yana Ankara’dayım. Başka şehirlere gitmedim. Bir kızım var.

İstanbul’da bir çalışmanın olduğunu biliyorduk. O dönem ilk başlangıcı Tüm Bel-Sen yapmıştı zaten. Biz de Ankara’da bir arayış içerisine girdik. Dernek aracılığı ile İstanbullularla nasıl bağ kurabiliriz ne yapabiliriz, diye araştırıyorduk. Sadece kamu çalışanları değil, işçiler de vardı bu dernekte. İHD’nin bir kongresinde PTT’de çalışan arkadaşlarla tanıştım. Sonradan öğrendim, bizim gelenektenmiş bu arkadaşlar da. “Ne yapsak, ne etsek burada da bir çalışma başlatsak, ne iyi olur” dedik. Bir araya geldik. İstanbul’la da bağ kurarak çalışmaları başlattık.

Sınıf bilincini biliyorsun, haklarını nasıl elde edeceğini biliyorsun. Ancak örgütlü bilinç olmadan tek başına verdiğin mücadele bir şey doğurmuyor. Kendi kendine mücadele veremiyorsun. Hak gasplarına karşı çıkmak, ekonomik, demokratik hakların alınması için örgütlü olmak gerekiyor. Örgütlülüğün de farkındaydım zaten. Sadece sendikal anlamda değil, diğer alanda da örgütlüydüm. İşyerlerindeki mücadeleyi de örgütlü yapmak, ekonomik, demokratik haklarımızı savunmak istiyordum. Kuruluşunu biz burada Ankara’da yaptık. Şubeydi Ankara.

Ankara’da sendikal faaliyetleri yürüttüm. 1996’ya kadar görev aldım şube yönetiminde. 96’da, kadınlar biliyorsunuz, çocuk doğurunca çekilmek zorunda kalıyorlar. 95’ten sonra çocuk olunca, eşim de aynı zamanda siyasal faaliyetin içerisinde olduğu için, geri çekilmek zorunda kaldım. Ne yazık ki, sadece kadınlar zamanı çocuklarına göre ayarladığı için, yönetimlere girmedim. Ama bulunduğum işyerinde ve sendika içinde yapılan etkinliklere aktif olarak katıldım. 

Doğumdan sonra geri planda kaldım çünkü kızıma bakacak kimse yoktu. Bir dönem işyerine götürdüm. Bir sene işyerinde baktım çocuğa. Sabah beraber gidip, akşam beraber dönüyorduk. Annemlerin yanına bir sene gönderdik. Gönderdiğim sırada sendikanın etkinliklerine daha aktif katıldım ama yönetimlerde yer almadım. 

Ben hep sürgünlerle yaşadım Ankara’da. Ankara dışına sürgün etmiyorlardı. Bunun nedenlerinden biri mahkemeye verip, geri dönmemizdi. Ama Ankara içinde sürgün edildiğimde “İhtiyaca binaen gönderdik” diyorlardı. Bir yılda 10 yer değiştirdim. Gidip konuştuğumda “Senin çalışmandan rahatsızlığımız yok, gerçekten de çok çalışıyorsun ancak siyasal nedenlerle, sendikal faaliyetlerinden dolayı bunu yapmak zorunda kalıyoruz” diyorlardı. Bir müdür muavini “Çok üzgünüm, sen çok çalışıyorsun, işini ihmal etmiyorsun, ama bizim elimizden gelen bir şey yok. Üstten emir gelince senin yerini değiştirmek zorunda kalıyoruz” demişti. Cumartesi günleri de çalışıyorduk Posta İşleme Merkezinde. Cumartesi çalışmalarında “Çocuğa bakacak kimse yok” demiştim. Yönetici “Bir müdür muavini olarak söylüyorum, çok ayıp ama, torpil bulabiliyorsan, çalışmayabilirsin” demişti. Ankara posta işlemede mektup ayırıyordum. Beni mektup ayırmaya vermişlerdi. Mektup mu ayırıyorsun, paket mi ayırıyorsun, dert etmiyordum. Verdiğim mücadeleye inanıyordum. İnsanlar beni yaptığım işle aşağılamaya çalışıyorlardı. “Bak seni getirir, böyle bir yerde çalıştırırız” diyorlardı. Beni rahatsız etmiyordu. Sürgün gittiğini çoğu insan söyleyemiyordu. Ben gururla “Buraya sürgün geldim, hırsızlık yapmadım” diyordum. Fikirlerim, siyasi bakışım nedeniyle sürgün edildiğimi çok rahat söylüyordum. Yasal sürece geçmeden önce biz her yerde eylem yaptık. Eylemlerimizin sonucunda sürgüne giden arkadaşlarımızı geri getirdiler. Merkez yürütme kurulundan olan arkadaşların hepsini sürgün etmişlerdi. Her yerde eylem etkinlik yapmış, sahip çıkarak arkadaşlarımızı geri döndürmüştük. 

Sendika Yasası çıkıncaya kadar sendikalar daha dirençliydi ve insanlar daha özveriliydi. Yasa çıkmadan önce üç günlük Kızılay eylemi vardı, gece de kaldığımız. O çok önemli bir eylemdi. İnsanlar her şeye rağmen üç gün Kızılayda yattılar. Benim her zaman bahsettiğim 4 Mart eylemi var. 4 Mart eylemi ayrı bir yer tutuyor benim içimde. Anons ettiler “Dağılın” diye, dağılmayınca önce suyla ıslattılar. Sonra alttan suyu verdiler. Su yine de insanların dağılmasına neden olmadı. En sonunda ilk defa karşılaştığımız biber gazıyla dağıttılar. O zaman ne olduğunu anlamadık ama yine de dağıtmalarına rağmen, gece tekrar insanlar bir araya geldi. Türk-İş’in önünde toplandık. Ertesi gün güzel bir şekilde sonlandırıldı. Dirençliydi insanlar.

Ailem siyasal görüşlere sahip bir ailedir. Kendi ailem de, eşimin ailesi de öyleydi. O anlamda problemim olmadı. Sadece çocukla birlikte çok güçlükler çektim. Şöyle şeyleri çok yaşadım. Çocuğu her yere beraber götürdüm. 40 günlüktü 2 Temmuz mitingine katıldı. Başka şansım yoktu. Öncesi 1 Mayıs’tı, 1 Mayıs’a kızım kırk günlükken gittim, sonra 2 Temmuz mitingine gittim. Toplantılara çocukla beraber gittim. O dönemde sigara çok içiliyordu. Herkes “Çocuğa yazık değil mi!” diyordu. Çocuğu götürmesem, ben her şeyin dışında kalacaktım. Onu da kendime yediremiyordum. “Olmaz böyle bir şey ben muhakkak gitmeliyim” diye düşünüyordum. “Arkadaşlar, ben geriye çekiliyorum artık bundan sonra bu kadar aktif olmayacağım” dediğimde arkadaşlar “Niye” demişti. “Desteğinizi görmüyorum” dedim. Çünkü benim erkek arkadaşımla daha çok dayanışma gösteriyorlardı. Teorik olarak “Kim daha iyiyse, ona ihtiyaç olduğu için” demişlerdi. “Burada bitti” demiştim. Konuşmamızın bir anlamı yok. Ben de o seviyeye gelebilirdim. Ancak çalışmak zorundaydım. Çünkü evin ekonomik olarak sıkıntıları vardı. Tek maaştı. Bir taraftan çocuk, bir taraftan ekonomik nedenler, seni geri plana itiyor ister istemez. Ne yazık ki arkadaşlarımdan bu dayanışmayı ben hiç görmedim.

Sendikayı örgütlemeye başladığımızda kafamda bir şey vardı. “Şu insanlar sendikada örgütlenirler. Bunlardan kesinlikle hayır gelmez” diye gidiyordum insanlara. Tam tersiyle karşılaşabiliyordum. Hiç beklemediğin insanlar üye olabiliyor ama beklediğim “kesin” dediğim insanlar daha geri duruyordu. 

Kadın meselesinde çok sıkıntılar yaşadık. Kadınlar “Toplantı yapalım, kadın sorunu var, eziliyoruz” diyorduk. Daha önce bahsettiğim gibi çocuğun varsa, evde çocuğa bakmak zorunda kalıyorsun, erkekler daha aktif oluyorlar. “En azından bunları konuşabilmek için bir araya gelelim” dediğimizde arkadaşlar “Ben çok özgürüm, ailem gece saat kaçta eve gidersem bir şey demiyor” diyordu. Özgürlükler bunlar mı? Eve geç gitmek, eğlenmeye gitmek, tatile gitmek mi özgürlük! Bunun farkına vardırana kadar çok mücadele etmiştik. Çok geç farkına vardı arkadaşlar. 

Sendikada kadın kotası ile ilgili olarak mücadele ettiğimizde, erkekler duvar gibi karşımızda durdu. Aynı zamanda kadınlar da. Destek bulamadım. Sendika kongremizde kota, pozitif ayrımcılık diye önerge verdiğimizde bile, destek bulamadım.

Mücadeleden vazgeçmiyorsun, devam ediyorsun. Karşına duvarlar çıksa bile o duvarları yıkmak için mücadeleye devam ediyorsun. Şimdi görüyorum, o mücadele sonucunda kadınlar sendikalarda kadın kotasını savunuyor, pozitif ayrımcılığı savunuyor, hatta eş başkanlığı savunabiliyorlar. Bunlar bir mücadelenin sonucu. Kadınlar sonradan farkına varıyor ama çok şeyde elde edilmiş oluyor. Kadın hareketinin dışarda sesinin olması çok önemli. Bu siyasal yapılarda da böyle, sendikalarda da böyle. 

Kadınlar olarak dışarıda mücadele edebiliyorsan, kendini daha güçlü hissedebiliyorsun. Dışarıdaki güçten, sen de güç alıp içerde mücadeleyi daha güçlü vermeye başlıyorsun.

Dışarıdaki kadın mücadelesi seni değiştiriyor. Benim erkek arkadaşım teorik olarak gerçekten feministti. Ama pratiğe geldiğinde öyle değildi. Ben feminizmi ondan öğrendim teorik olarak. Ama pratiğini kendim yaptım. Sonradan teorik olarak öğrendiğim şeylerin pratiğine baktığımda “Ben zaten feministmişim!” diyorum. 

Sendikalarda “kadınlar sözlerini kendileri söylüyor”, diyemeyiz. Siyasal yapılarda da öyle. Ama söyleyebildikleri çok şeyin olduğunu düşünüyorum. Örneğin “kadın” sözünden vazgeçmediler, kendi haklarından vazgeçmediler. Bulunduğumuz örgütlerde, mücadele etmek zorundayız. Etmezsek kimse hazır bir şey getirip, “Bunlar hakkınız, bunları size verelim” demiyor. Devlet de vermez, sendikalar da öyle. Mücadelemiz sonunda kuruldu sendikalar. Şimdi daha iyi durumda olduğunu, kadınların daha örgütlü olduğunu düşünüyorum. Ama mücadeleden vazgeçmemek gerekir, haklarımızdan vazgeçmemek gerekir. Kadınların birbiriyle dayanışarak, ortak söz üreterek mücadele etmeleri gerekir. Farklı düşünebilirler ama sözde ve eylemde kadınlar olarak birleşmek gerekir.

Biz ilk önce Ankara’da Barış İçin Kadın Platformu kurmuştuk. O platformda birbirimizden çok etkilendik. Hiç yan yana gelmeyecek kadınlar platformlarda birbirimize dokunarak, birbirimizi anlayarak mücadele etmeye başladık. Sonra 2006’da ben İHD yönetimindeydim. Ankara Kadın Platformu kurulmamıştı daha, ama 25 Kasım geliyor ne yapabiliriz diye İHD’deki kadınlar olarak düşündük. “Kadınlara çağrı yapalım gelsinler, konuşalım” dedik. Çağrı yaptık. Kalabalık bir katılım oldu. O zaman adını Ankara Kadın Platformu koyduk. 

8 Mart’lar erkekli mi olsun, erkeksiz mi olsun mücadelesi verdik. Biz erkekli olmamasından yanaydık. “Erkeklerin 8 Mart’lara katılmaması gerekir” dedik, erkekli katılımı savunanlar da vardı. Tarihini hatırlamıyorum. Erkeksiz 8 Mart diyenlerle, “erkekler de olsun” diyenler ayrılmıştık. Biz Amerikan Büyükelçiliği’ne giderken, “erkek”li diyenler Amerikan Büyükelçiliği’nden geliyordu. Çok komikti durumumuz. Ertesi yıl 8 Mart’ta, “Erkekler olsun”, diyen arkadaşlar yaptıklarının yanlış olduğunu, bundan sonra birlikte mücadele edeceklerini söylediler. Bu, birbirimize dokunmamızdan, birlikte iş yapmamızdan kaynaklanmıştı. Birbirimizden çok şey öğrendik. 

Mesela bir eşbaşkanlık meselesi çok önemli. Bu siyasi partilerde bile hala hepsinde olmayan bir durum. Kadınların mücadelesi sonucunda alındığını düşünüyorum bu kazanımın. Kadınlar bu mücadeleyi sürdürmemiş olsalar eşbaşkanlık hala tartışılıyor olurdu. Kota meselesi, pozitif ayrımcılık hala tartışılıyor olurdu. Mücadelemiz sonunda kazanıldı diye düşünüyorum.

Pantolon eylemlerinde de kadınların büyük mücadelesi oldu. Daha pantolon eylemleri başlamadan önce ben pantolonumu işyerime götürürdüm, giderken değiştirirdim. Çıkarken tekrar giyer çıkardım. Pantolon eylemleri ile birlikte kadınlar pantolon giymeye başladılar. Daha önce zaten 12 Eylül’e kadar pantolon giyiliyordu. 12 Eylül’le yasaklanmıştı. Kadınların mücadelesi sonucunda bu hakkın elde edildiğini düşünüyorum. Devlet bahşetmedi. Doğum izinleri de öyle. Kadınların mücadelesiyle oldu. Kreş meselesinde de az mücadele edilmedi. Elli tane çalışanı olan her yerde ücretsiz kreşin olması için mücadele ettik. Şimdi kapatıyorlar galiba. Ama yine de bir mücadele sonucunda elde edilen kazanımlardı bunlar.

Bu mücadeleler, hem sendikal alanda hem de toplumun diğer kesimlerinde de bir farkındalık yaratıyor. Farkındalık olmazsa kendi haklarına sahip çıkamaz kadınlar. Toplumsal cinsiyet kavramına şöyle bakmak lazım. Toplumsal cinsiyet bir sürü şeyi kapsıyor ama aynı zamanda kadınların haklarının savunulduğu ve farkına varıldığı bir kavram. 

KESK’li kadınlar çok şeyi başardılar. Toplumun her kesiminde olduğu gibi KESK’te de kadınlar mücadelenin en önündeydiler. Mücadeleden hiç vazgeçmediler. Demin de söyledim. KESK’li kadınların kreşler konusunda verdikleri mücadele, eşbaşkanlığın getirilmesi, kotanın uygulanması vb. Yüzde 50 kotanın uygulanması çok önemli. Sadece şöyle bakmamak gerekir. Kota uygulanıyor, eşbaşkanlık var, kadınlar sendikalardaki mücadelesiyle bunları kazandılar diye bakmamak gerekir. Kadınlar her yerde varlar. Siyasal mücadelede de KESK’li kadınlar var. Toplumun her kesiminde mücadelenin içerisindeler. Yapılan haksızlıklara, eşitsizliklere karşı her alandaki mücadelede var oldular. Var olmaya da devam edecekler. 

Şimdi eskiye rağmen kuruluş dönemlerimize göre kadın çalışmalarının daha iyi olduğunu düşünüyorum. Dayanışmacı bir ruha sahipler diye düşünüyorum. Dışardan baktığımda öyle görüyorum. Eskiden böyle bir dayanışma yoktu. Bir arkadaşımız şiddete uğradığında, yanında olmadıktan sonra ne anlamı var. Eşinden olur, babasından olur, devletten olur her türlü şiddet olabilir. Şiddete uğrayan bir kadının yanında değilsek, ne için mücadele ediyoruz. 

Kadınlar mücadele etmek istiyor, ama dışarda erkekler daha ön planda. Kadın evde yemeği yapar, çocuğa bakar, boş kalan zamanını da mücadeleye harcar, diye bakılıyor. Bu konuda da kadınlar birbirinin yanında olmalı ve mücadeleyi birlikte sürdürmeli. Erkeklere siyasetin, mücadelenin sadece erkek işi olmadığını ve kadınların da mücadelenin bir parçası olduğunu hatta daha önemli bir dinamiğini oluşturduğunu anlatmak gerekir. Bunu tek başına yapamıyor kadınlar, birlikte dayanışıp yapabiliriz. Ekonomik nedenlerle yapamayabilirler, evinden çıkacak paraları olmayabilir. Bütün bu konularda, dayanışma göstermek gerekiyor. Olanaklar erkeklerden çok kadınlara aktarılmalı. Erkek ister istemez bir yerlerde olabiliyor, gidebiliyor ama kadınlar zor koşullarda mücadele edebiliyor. Bütün bu nedenlerle kadınlarla dayanışma içinde olunmalı.

Ben KESK’li olduğum zaman kendimi daha iyi hissediyordum. Aynı zamanda siyasal alanda da mücadele ediyordum. Ama KESK’li olmak, insanlarla temasta olmak, gittiğim bir işyerinde insanlara KESK’i anlatabilmek, yaşananları anlatabilmek, insanların farkına varmasını sağlamak çok önemliydi. Şimdi bizim dönemimizden daha iyi diye düşünüyorum. Devletin baskısı dışında, baktığımızda insanların olanakları daha fazla, bizim olanaklarımız çok kısıtlıydı. Sendika yerini tutabilmek için üyelerden 50 TL alıyorsak kendimiz 200 TL veriyorduk. Birlikte çok dayanışma gösterdik. Cebimizden daha çok ödeyerek sendika yerini tuttuk. Ben hiç rahatsız değildim. “Niye ben veriyorum, başkası vermiyor” gibi bir rahatsızlığım olmadı. Çünkü inanıyordum, örgütlenme için çalışıyordum. Bu çok önemliydi. İnsanlar örgütlenecekler ve haklarını savunacaklardı. Onun için yaptığımız hiçbir şeyden pişmanlık duymadım. 

Şimdi daha rahat tabi. Üyeler var, aidatlar toplanıyor. Eskiden elden toplanıyordu. İnsanlarla yüz yüze konuşup, aidat topluyorduk. Şimdi aidatlar var ama insanlarla temas kötü. Yüz yüze gelip, dokunmuyorsun. O dokunma farklıydı. İnsanlarla konuşmak, paylaşmak, sendikayı anlatabilmek, yaşanan sorunları anlatmak başka bir şeydi. Benim için her anlamda çok önemliydi bu dönem.

Menü POPUP