Ich kann in der Gewerkschaft kämpfen als auch meinen Job machen
Gülşen Bektaş Kızılkan
Gewerkschaft der Beschäftigten im Bildungs- und Wissenschaftssektor (Eğitim Sen)
Ankara, ab den 1990er-Jahren
Ich denke, wir als Lehrerinnen in KESK müssen uns von anderen Arbeitnehmer*innen unterscheiden. Wenn ich Erzieherin bin, habe ich die Verpflichtung, meinen Job gut zu machen. Ich habe eine Verantwortung. Ich muss um einiges mehr an Umsicht und Sorgfalt mitbringen. Ich darf nicht zur spät zur Schule erscheinen. Ich darf keine Gewalt gegen Kinder ausüben. Ich muss die Rechte der Kinder berücksichtigen und ihnen sowie den Erziehungsberechtigten auf Augenhöhe begegnen. Ich muss meine Arbeit richtig machen. Gleichzeitig vertrete ich eine Gewerkschaft. Dieser Aspekt ist immer ein Aspekt meines Lebens.
Wenn Erziehungsberechtigte mir ihre Kinder übergeben, wissen sie, dass ich in der Gewerkschaft bin. Das finde ich sehr wichtig. Es ist wichtig, Teil der KESK zu sein und organisiert zu sein. Ich muss meine Arbeit achtsamer und besser machen und mir meiner Verantwortung bewusst sein. Ich kämpfe in der Gewerkschaft, und mache auch meinen Job.
Das Oral-History-Gespräch mit Gülşen Bektaş Kızılkan wurde 2017 geführt.
Bildbeschreibung: Gülşen Bektaş Kızılkan (in der Mitte), Aktion für das Recht auf Streik und Tarifverhandlungen, Ankara, 15.-16. Juni 1995
Bir kızım var. Ailem Dersim kökenli. Doğma büyüme İzmir. İlk görev yerim Sivas. 30 Kasım 1983’de işe başlama. 12 Eylül sonrası. Erzincan eğitim mezunuyum. Lisansımı Anadolu Üniversitesinde tamamladım. Sosyal bilgilerde. Otuz üç yıldır öğretmenlik yapıyorum.
Ben İzmir’de 12 Eylül öncesi Gültepe olaylarının, TARİŞ direnişinin yakınında içinde yaşamış biriydim. Hep o politik çevredeydik. Bulunduğumuz yer öyleydi. Çevre öyleydi. Lise öyleydi. Eğitime gittiğimizde de tam 12 Eylül sonrasıydı. Çok sıkıntılı bir dönemdi. Orada da birbirimizi bulduk arkadaşlarla. Yine aynı çalışmalar içindeydik, ama sıkıntılı bir dönemdi 12 Eylül sonrası. 1982’ler 83’ler. Ondan sonra da Sivas’a atandım.
1983’ten 87 yılına kadar dört yıl Sivas’ta kaldım. Orada da yine aynı çevredeydik. Hiç unutmuyorum. Bir kitabevi vardı. Filiz kitabevi diye. Onun sahibi Yıldırım abi bir ilköğretim müfettişiydi. 1402’likti. Ayda bir kere şehre indiğimizde ona uğrardık. Kitap alırdık. Sohbet ederdik. İlk ona sormuştum: “Nasıl örgütlenebiliriz?”, biliyorum TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) kapatılmış. Ama bir dernek var mı, diye sormuştum. 86’larda falan Ankara’da Eğit Der oluşumundan bahsetmişti. abece Dergisi çıkıyordu. Onları alırdık. TÖB-DER anlatırdı bize. Ankara’ya atama olduğunda ilk gittiğim yer Eğit Der (Eğitimciler Derneği) olmuştur 1987’de 88’de. Ataç sokakta Eğit Der’in yerini buldum gittim. O benim için çok önemliydi. Kendimi güvencede hissettim, bir yere ait olmak. Örgütlenmenin önemini biliyordum. Orada bizden büyük abilerimiz, ablalarımızla sohbet ediyorduk. abece Dergisi çıkıyordu. Her ay gidip onları paketleyip abonelere gönderme… İşin ucundan tutma…
…
Yine böyle sancılı bir dönem aslında o dönem. Dağılmış, kapatılmış örgütlerin TÖB-DER’de bir biçimde bir araya gelmeye çalıştığı bir mevzi gibi bir şey orası. Orada da dergiyle başladılar onlar. Daha sonra fahri üyelik üzerine görüşmeler oldu. Emekliler ve 1402’liklerin üye olduğu bir yer. Hiç unutmuyorum, o dönem 1988 diye aklımda kalmış ya da 89 olabilir. Fahri üyelik başvurusunda bulunduk. Ben de fahri üye oldum, neyse o fahri üye?
Daha sonra sendikalaşma çalışması. “Hani bu, bu şekilde olmuyor. Bu, emeklilerin, ama çalışanların örgütlenmesi gerek” gerek gibi günlerce, aylarca yıllarca süren tartışmalar dönemi geçirildi. Oradan da bu sendikalaşmayla ilgili ilk fikirler ortaya çıktı. Bu konuyla ilgili Mesut hoca, özellikle Alpaslan hocadan bahsetmeden insan geçemiyor. Anayasada yasaklayıcı bir hüküm bulunmadığından yola çıkarak, “Sendika kurabilir diye bir ibare yok, ama Anayasada yasaklayan bir hüküm de yok” diyerek bu yolda karar birliği oldu. Görüş birliğine varıldı. Ondan sonra dernekleşmede ne ise yapılması gerekenler, Karar ilan panosuna asıldı.
“Sendika kurucusu olmak isteyen arkadaşlar şu şu evrakları tamamlayıp başvurularını şu tarihe kadar yapsınlar” dendi. Açıkçası, ben kendi adıma, bu kadar köklü bir geleneği olan TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası), TÖB-DER (Türkiye Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) gibi yüzbinlerce öğretmeni örgütlemiş bir örgütten sonra, binlerce başvurunun olabileceğini düşündüm.
Son başvuru günü bitti, başvuru tarihleri uzatıldı.
Sendika kurucusu olacak arkadaşlarla ilk toplantıyı yaptık. Öyle binlerce, yüzlerce başvuru falan yok! Otuz, kırk kişi bir araya geldik. Sonra bir grup arkadaş ayrıldı aramızdan. Erken buldular.
Biz yirmi üç kişi, iki kadın arkadaş içlerinde, Şükran Hanım dahil, kurucu üye olduk. Başvuruyu valiliğe yapacağımız gün, telgraf göndererek çekilen arkadaşlarımız oldu, kendilerince haklıydılar.
Yirmi iki kişiyle başvuruyu yaptık. TÖB-DER geleneğinden gelen kadın arkadaşlarımız vardı, ama yönetimlerde ve diğer organlarda çok fazla kadın arkadaş yoktu. Sendikaların kuruluşunda da bunu görüyoruz. Yoruma gerek yok, belgeler ortada.
…
Geçmişte bir politik oluşumla ilişkisi olmayan arkadaş çok azdı. Onlardan biri, diğer kadın arkadaştı, akademisyendi. Buna inanmış bir arkadaşımızdı. Genelde erkekler de kadınlar da bir politik gelenekten geliyorlardı.
Bir süre kurucular kurulu olarak bütün çalışmalarımızı yürüttük biz. Öyle hemen de kabul edilmemişti başvurularımız. Çok dolaylı bir biçimde kabul edilmişti. Vali kabul etmemişti, postaneden göndermiştik evrakları. Aldıktan sonra da resmen kurulmuş olduk. İlk denetleme kuruluyla başladım. İki üç dönem denetleme kurulu başkanlığı yaptım sendikada. Yönetici olmak için derneklerde, yanılmıyorsam 10 yıl çalışmak gerekiyordu ya da yaşla mı ilgiliydi…? Tam emin değilim ama onunla ilgili bir sıkıntı vardı. Ben Denetleme Kurullarında çalıştım. Ama onun dışında Kadın Komisyonlarında, Eğitim Sekreterliğinde çalışmalar da oldu. Organlar bazında konuştuğumuzda da, Denetleme Kurulu başkanlığı yaptık.
İlk zamanda şöyle bir sıkıntı vardı. Yasal anlamda kendini kabul ettirme, kurumsallaşma gibi bir sıkıntımız vardı. Onu oturtmaya çalışıyorduk. Kamuoyunda kendini kabul ettirme, örgütlenme gibi bir derdimiz de vardı. Kadın arkadaşların çok katkısı oldu. Bütün illerde, batı illerinden doğuya kadar kadın arkadaşlarımız çok önemliydi. Şunu hissediyorsun: Sadece Eğitim İşte değil Eğitim Sen’de de kadınlar, önce -böyle kadın olmaktan kaynaklanan- işleri organize etme gibi çalışmaları yapmakla başlıyor. Genelde orada biz daha çok yer alıyoruz. Bir genel kurulun, bir eğitim seminerinin organizesinde, kadın arkadaşlar hakikaten daha incelikli düşünüyorlar. Daha detaycı oluyorlar. O yönden daha çok katkıları oluyor. Eğitim anlamında da kadın arkadaşlar, Seyhan Erdoğdu gibi bir hocamız vardı. Onun çok katkısı var. Meral Hanım vardı, kadın çalışmalarıyla ilgili. Şükran. Yurtdışı sendikalarla da çok fazla eğitim çalışmaları yaptık.
Bu tip çalışmalar kadın sekreterliğimiz döneminde oldu. Farkındaydık. Farkındalık düzeyi iyiydi. Belki çok şey yapılamıyordu ama o dönem birkaç yıl hukuk mücadelesi gündemimizi çok meşgul etti. Örgütlenme çalışmaları da gündemimizi meşgul ediyordu. Spesifik alanlarda biraz daha yavaş gidiyorduk.
…
İki sendika birleşmeden önce uluslararası düzeyde kadın çalışmaları yapmıştık. Orada da kadın çalışanların, özellikle kırsal alanda çalışanların sorunlarıyla ilgili de sunum yapmıştım. O dönemde yine gazeteci Nail Güreli, Milliyet’te çalışanların sorunları diye bir yazı serisi yapmıştı. Ben de Sivas’ın bir köyünde çalışmıştım. Orada kadın olmak ne demek ve karşılaştığımız zorluklar üzerine röportaj yapmıştım. Bir köy öğretmeni olarak, bir dağ köyünde çalışan kadın olarak, karşılaştığımız sıkıntılarla ilgili konuşmalar yaptım.
Açık söylemek gerekirse çalıştığım yerlerden kaynaklı çok fazla sıkıntıyla karşılaşmadım. Ama sendika kurucusu olduğum dönemde Ankara’nın bir köyünde çalışıyordum. Ataerkil bir bakış açısı var. Mesela birkaç defa bir eyleme katıldığımda ve Milli Eğitim’den okul müdürüne “Soruşturma açacağız, isim bildir” dendiğinde, Kadın olarak koruma içgüdüsüyle hareket eden okul yöneticileri oldu. Bir yanıyla baktığında iyi bir şey, ama bir yanıyla baktığında, pozitif ayrımcılığa girmiyor bu. Koruyucu. Bunu çok yaşadım.
…
Yönetimlerde kadın arkadaşlara az yer veriliyor. Örülüveriyor bir duvar. Bunu çok bariz görüyoruz. Genel kurul olacak, bakıyoruz kaç erkek, kaç kadın arkadaş var. Bu kadın arkadaşların bunu beceremediğinden, istekli olmadıklarından dolayı değil. İki neden var. Evdeki yaşam. Çocuk bakımı, ev halleri. İkincisi de sendikadaki erkek egemen anlayış. Bu çok bariz. Bu çok yakın zamanda geçecek gibi değil henüz.
…
Kendi okulumda kadın arkadaşlar fazla ama bir güven kaynağı olarak, bulunduğum okullarda çok sayıda Eğitim Sen üyesi kadın arkadaşlarımız var. Bu KESK sayesinde oldu açıkçası. KESK’in mücadele anlayışı sayesinde oldu. Kadınların sokağa çıkmasıyla oldu. Bizim meslekte kadın arkadaşlarımız biraz daha fazla, üyelerimiz bazında da kadın arkadaşlarımız azımsanmayacak kadar çok. Kadınları görünür kılmak açısından, KESK’in mücadele anlayışının etkisinin fazla olduğunu düşünüyorum.
Bizim diğer çalışanlardan bir farkımızın olması gerektiğini düşünüyorum. O sorumlulukla hareket etmeye çalıştım. Kendi alanımda, ben eğitimciysem işimi çok iyi yapmak durumundayım. Benim böyle bir sorumluluğum var. Yapıyorum ama bir kat daha dikkat ve özen göstermem gerekiyor. Çok basit gibi gelebilir yine ben okula geç kalmamalıyım. Ben çocuklara şiddet uygulamamalıyım. Ben çocuklara insan hakları çerçevesinde yaklaşmalıyım. Velilerle aynı şekilde ilişki kurmalıyım. Ben işimi iyi yapmalıyım. Ben aynı zamanda bir sendikayı temsil ediyorum. Benim öyle bir kimliğim var. Bu kimliğim benim hep hayatımın bir köşesinde. Veli, bana bir öğrenci verdiğinde bu kimliğimi bilip geliyor. Biz bunların farkında değiliz ama araştırıyor ona göre veriyor. Bunu çok önemsiyorum. KESK’li olmak.. örgütlü olmak… Aynı zamanda orada çok uzun dönemdir ben temsilcilik de yapıyorum. Olmasa bile düz üye olarak da ben daha iyi yapmalıyım işimi, daha dikkatli yapmalıyım. Sorumluluklarımı dile getirmeliyim. Sorunları da dile getirdiğimde, bunun sorumlusunun çocuklar, veliler olmadığını söylerim. Ben alanda da mücadelemi yaparım ama işimi de iyi yaparım.
Benim şimdi kendi özel okulu olan AKP’li, iki, üç dönem milletvekilliği yapmış bir velim var. Çocuğunu benden almıyor. Alevi olduğumu, Kürt olduğumu, sendikalı olduğumu, mücadele ettiğimi biliyor ama almıyor. Bu benim için onur verici. Çünkü o beni mesleğimle değerlendiriyor. “Bu böyle, ama işini iyi yapıyor” dedirtmek çok önemli.
…
Çalıştığım bir okulda buna benzer bir şey yaşadık. Bir kadın arkadaş, sendika üyemiz değildi, apolitikti. Okul müdürüyle ilgili bir taciz olayını aktardı bana. Benim sahip çıkabileceğimi düşünerek aktardı. Ben de bunu öğretmenlerle, kadın öğretmen arkadaşlarla isim vermeden konuştum. “Okul müdürünün bu tarz şeyine maruz kalan var mı?” diye. Birkaç arkadaş daha bahsetti. Hiç unutmuyorum: “O zaman” dedim, “Müdür beyle görüşeceğiz. Ben gideceğim.” Hiç unutmuyorum, MHP kökenli bir öğretmen arkadaş vardı. Zümremdi benim. Beni çekti bir kenara “Sen aptal mısın, bunların senin peşinden mi geleceğini düşünüyorsun, senin başına yıkılır. Müdür Bey, bu iftira atıyor bana der.” dedi. “Yok, ben gideceğim. Bu affedilir, üstü kapanacak bir şey değil.” dedim. Arkadaşlar “Geliriz” dediler. Gele gele yanıma bir tane kadın arkadaş geldi. O da sendikalı değildi. Gittik ikimiz. Sorunu hallettik. En azından konuştuk. Bir şeyler yapmaya çalıştık. Temsilci olmada, Eğitim Sen’li olmada, eğer güveniyorsa, bu tip sorunlarla sana geliyor.