Fatma Nevin Vargün

Oh mein Gott, haben wir das etwa geschafft? 

Fatma Nevin Vargün

Gewerkschaft der Beschäftigten im Bildungs- und Wissenschaftssektor (Eğitim Sen)
Adana, 1990er-Jahre

Wir waren drei Frauen im Vorstand. Wir schickten Einladungen an alle Organisationen der Zivilgesellschaft in Adana und teilten ihnen mit, dass wir den 8. März (1996) gemeinsam feiern wollten. Zum ersten Treffen kamen etwa neunzig Frauen. Darunter waren Frauen von der Universität, vom „Verein zur Förderung des Gedankenguts Atatürks“ sowie Frauen von linken Gruppen.

Bezüglich der Kundgebung waren sich alle einig, aber es gab so viele Fragen, bei denen wir uns nicht einig waren, dass die Sitzung mehrere Stunden dauert. Das größte Diskussionsthema war, ob der 8. März der „Internationale Tag der werktätigen Frauen“ oder der „Internationale Frauentag“ sein sollte. Schließlich beschlossen wir, auf die eine Seite des Platzes „Internationaler Tag der werktätigen Frauen“ und auf die andere „Internationaler Frauentag“ zu schreiben.

Wir haben auch viel über Slogans diskutiert, wobei jeder die Slogans der anderen kritisierte. Nach langen Diskussionen erstellten wir eine Liste mit Slogans.

Damals mischte sich die Polizei in alles ein. Sie kontrollierten jedes einzelne Banner, alle Plakate und die Slogans. Sie strichen alle Slogans auf unserer Liste durch. Wir entschieden uns, dass wir unsere Slogans rufen würden, egal was sie tun würden.

Bei der Kundgebung wollten wir vor Freude fast weinen. Es kamen 2.000 bis 3.000 Menschen. „Oh mein Gott“, sagten wir, „haben wir das etwa geschafft?“ Danach haben wir jedes Jahr so gefeiert.

Das Oral-History-Gespräch mit Fatma Nevin Vargün wurde 2016 geführt.

Fatma Nevin Vargün (zweite von links), Adana, 8. März 1996

12 Eylül 1980 öncesi TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) üyesiydim. 12 Eylül’de 1402 sayılı yasayla Ege Bölgesi dışına çıkarılmam istenmişti, Aliağa’da öğretmendim o zaman. Kastamonu’ya sürgünüm oldu, çocuğum küçüktü gidemedim, müstafi sayıldım ve uzunca bir süre zaten o günkü Sıkıyönetim Yasaları, 1402 de öyle gerektiriyordu, uzun süre çalışamadım. O arada bir de hazır boşken, bir çocuk daha yaptım. İki çocukla uğraştım, durdum. Yedi yıl kadar sonra, yanlış hatırlamıyorsam 93’te yeniden öğretmenliğe atandım. Adana’nın Yüreğir’inde Mutlu İlköğretim Okulu diye bir okulda başladım. Hayatımda en güzel zevkli keyifli öğretmenlik yaptığım bir yerdi. Mutlu İlkokulunun kadrosu solcu bir kadroydu. Yani müdürümüz sağcıydı ama o da iyi bir sağcıydı sevimli, bir adamdı. O sırada da sendikalar kurulmaya başlanmıştı. Eğit-Sen ve Eğitim-İş diye iki sendika vardı ve bizim okulda Eğit-Sen örgütlüydü. Eğit-Sen daha soldaydı. Ondan sonra bir  Eğit-Sen temsilcisi arkadaş  bizi üye yaptı. Altı kişi falan bir anda üye olduk. Ama tabii çok yorgun çıkmıştık biz 12 Eylül’den böyle aktif birden siyasete girmek gibi bir şey itelenmeyi bekliyormuşum demek ki. 

Sonra 8 Mart‘a  bir kaç gün kala, Eğit Sen Adana Şubesi’nde kadın arkadaşlar bir etkinlik yapmışlar. Bizi üye yapan arkadaş da ısrarla “Hadi gelin” dedi 8 Mart arifesi. “Çok iyi olur” dedim ben de, uzun süredir yaptığım şey yoktu, çıktım gittim o toplantıya ve gidiş o gidiş. Çok güzel, hoş bir ortamdı ama klikler arasında bir sürtüşme ve çekişme vardı. Benim bu tarafsız ve taze kan halim, bir de coşkulu bir tipimdir yani, bir işe kaptırdım mı giderim. Eğit-Sen ve Eğitim-İş birleşme konusu görüşmeleri vardı. Bir anda kendimi Kadın Komisyonu Başkanı buldum. Yani tamamen tarafsız olmam nedeniyle, bir de çok dinlemiştim evde, özlemiştim politikayı falan. Çok güzel şeyler yaptık, inanılmaz! O günlerim çok değerlidir. Eğitim-Sen’deki deneyimlerimi, kendim için de çok geliştirici buluyorum. Toplum önünde konuşmaktan tutun da, bireysel olarak, okuma hızımın artması… bir sürü şeye çok büyük faydası oldu. 

O zaman yönetimde Emek Partili arkadaşlar vardı ve başkan olan arkadaş çok tutucu bir adamdı. Kadınlara karşı çok anti duruşu vardı ve biz diğer görüşteki bütün arkadaşlar, kadınlar bu adama karşı bir birleşme isteği duyduk. Mesela, ilk kez biz yaptık ders kitaplarındaki cinsiyet ayrımcı öğeleri aramıza bölüştük. Birinci sınıftan başlamak üzere her arkadaş bir sınıfı aldı Çok güzel, kapsamlı bir rapor hazırladık. O raporu ben Ankara’ya, sendikamın genel merkezine  getirdim. Ama onlar maalesef hiç bizim gibi heyecanlanmadılar. Yani çok ciddiye alınmadı. Tabii savaş süreciydi, Adana çok karışıktı,  polis bizlere çok baskı uyguluyordu. çok ilgilenmediler biraz hasıraltı ettiler.  Yıllar sonra Kemalist kadınlar o işi gündeme getirdi, o zaman içim çok yanmıştı ve üzülmüştüm. Bu kadar mı değersizdi? Tamam, hani savaş mavaş var ama bu da yani kadın sorunu! Hep öyledir ya, hep aşağıda kalır öyle… b

Sonra kermes yaptık, yine sendikanın şube  yönetimi çok kızdı bize. Kermes de nedir? Ne olacak? Hâlbuki çok güzel bir kermes oldu. İyi bir para toplandı. O parayı  da, o sırada işçiler grevdeydi onlara götürdük bağışladık. Hatta ilk topluma konuşmam da öyle oldu. Parayı götürdük çok kalabalık bir odanın içinde bir sürü insan hepsi bana bakıyor. O eleştirdiğim arkadaşın eşi de bizimle birlikte çalışıyordu. “Canan,  ben hayatta konuşamam” dedim. “Olmaz” dedi. “Sen çok emek verdin sen konuş, her şeyin bir ilki vardır” dedi.  Hiç unutmam böyle ayaklarım titreyerek, orda böyle sesim gide gide üç dört cümlelik bir konuşma yaptım. Parayı bağışladık falan. 

Daha sonra biz diğer fraksiyondaki bütün kadınlarla  kolektif bir şey yaptık ve yönetimi devirdik resmen. Eğit-Sen o sırada Eğitim Sen oldu. Eğit-Sen’le Eğitim İş birleşti. Çok büyük tartışmalar yaşandı. Sendikanın içinde, salona gidiyordun, herkesin masası ayrıydı. Ben bütün masaları gezmek zorunda kalıyordum, yani çok ilginçti. Birisi o masadan oraya geçse, kötü kötü bakıyorlardı, yani böyle de bir geri tutumumuz vardı. Çok sert tartışmalar oluyordu. 

Sonra biz üç kadın yönetime girdik.  Kadın Komisyonu Başkanlığım üç yıla yakın sürdü. Bir yıl yönetimde kaldık, bir yıl sonra olağanüstü kongreyle yönetimden ayrıldık. Yönetimde iken de çok güzel şeyler yaptık diye düşünüyorum. O diğer iki arkadaş da çok becerikli ve kadın bakış açısı olan arkadaşlardı. Mesela sendikanın içine çocuk odası yaptık. Yahu buna da karşı çıktılar. 

Geriye dönüp düşündüğümde, bugünlere geldiğimizde, biz çok kıymetli bir şey yapıyorduk, niye birbirimizi o kadar üzdük, bilmiyorum yani. Olgunlaşmak gerekiyordu, ama bir yandan da coşku çoktu. 

Polisin tutumu çok kötüydü, ben ilk yönetime geldikten sonra evraklarımızı götürdük. Komiser bana o zaman dedi ki “Hah, bu yeni seçilenler benim için önemli. Yarın öbür gün, bir darbe oldu mu, alıp raftan götürür, koyarım” dedi. “Bizim için” dedi “DHKPC’den, PKK’den bir farkınız yok sizin.” Böyle hakikaten çok takip ediyorlardı, dinliyorlardı, çok baskı yapıyorlardı. 

Biz hepimiz, çok emekçiydik o zaman. Mesela düşünüyorum üye aidatını biz kendimiz topluyorduk. Okullara sıra ile gidiyorduk. Bir keresinde bir grup arkadaş bir okula gitmişti, okul müdürü Terörle Mücadeleyi çağırmış okula. Düşün! Sonra polisler de kızmış müdüre “Sen ne yapıyorsun” diye. Yani bu koşullarda çalışıyorduk. Üye aidatı toplamak büyük zorluktu. Üye etmek büyük zorluktu. Çünkü rahat rahat propagandanı da yapamıyordun, ama biz eylemlerle büyüdük o dönemde yani. Hem merkezi anlamda, hem yerel anlamda. 

Mesela eğitimin özelleştirilmesine karşı çok büyük mücadele verdik. Para toplamalar, biz öğretmenleri de küçültücü bir şeydi. Sabah okula gidip, çocuklardan para toplamamız gerekiyordu. Bunun için çok direndik, çok eylem yaptık, televizyonlarda konuşmalar yaptık. Bunlar için cezalar aldım. Sonra itiraz ettim. Çok sık soruşturma geçirdim. Yani sendika yöneticiliğim boyunca, okuldan müfettiş eksik olmadı. Arkadaşlar bana kızıyordu artık: “Senin yüzünden okula sürekli müfettiş geliyor”. Bir de 5 sınıftan bir çocuğu kapının önüne oturuyorlardı. Beni de içeri sanık diye alıyorlardı düşünebiliyor musun? Böyle çok şeyler yaşadık ama aynı zamanda da coşkuluyduk, heyecanlıydık, yeni bir şeyler yapıyorduk.  Şu anda aklıma gelmeyen şeyler var tabii ama hakikaten çok yaratıcı şeyler yaptık. 

Solcu arkadaşlarla, cinsiyet ayrımcılığını tartışmak çok problemli bir şeydi, çok komik yerlere de takılıyordu. Çünkü özde bir kadın algısı, eşitlikçi algı yoktu. Mesela yönetime geçtikten sonra yeni bir yere taşındık. İki tuvalet vardı. Tuvaletin biri birkaç basamak aşağıda, kapının dışında. Öbürü de mutfaktan geçilen bir yerde. Biz doğal olarak mutfaktan geçilen tuvaleti  kadınlar için ayırdık, öbürünü erkeklere. Bunu olay yaptılar, inanır mısın? Yani çok ciddi bir tartışma maddesi haline getirdiler. Kadın arkadaşlar neyse ki çok güçlüydü. O zaman ÖDP yeni kuruluyordu ve ÖDP’deki kadınlar hakikaten istekliydiler. Feminen bakış açıları gelişkindi.  Yurtsever arkadaşlar da güçleniyordu ama feminen bakış olarak, ÖDP’li (Özgürlük ve Dayanışma Partisi)arkadaşlar çok şey kattılar o zaman hepimize. Ortak eylemlere de katılınıyordu. HADEP (Halkın Demokrasi Partisi) ile de ilk ilişkim öyle başladı ama yönetimi bırakana kadar tarafsızlığımı korudum. İlkesel olarak öyle bir karar almıştım. 

Politik tartışmalardan yoruldum ama onun dışında çalışma son derece zevkliydi, çok güzeldi. Seminerler verdik, ayda bir kere falan hiç unutmuyorum. Gaye Erbatur sonra CHP Milletvekilliği yaptı.  O zaman kimya bölümünde idi. Üniversitede onu kadından sorumlu yapmışlardı. Kadın da bilmeden geldi oraya, ama çok gayretli bir kadındı. 

Adana çok büyük bir yer değil. 1995’te Pekin’de Dünya  Kadın Konferansı yapılmıştı. Gaye Erbatur o konferansa  gitti. Ben bunu çok değerli buldum. Gitmişken, bir seminer yapalım onunla gelsin bize anılarını anlatsın istedim. Gaye Erbatur bana sordu: “Ne anlatayım, neden daha çok hoşlanırlar?” diye. Ama bazı solcu arkadaşlar, buna da kızdılar. Bu burjuva işiymiş, ne gereği varmış böyle bir şeye?. Hani böyle saçma şeylere takılınıyordu, fakat çok faydalı oldu. Gaye Hanım geldi. Ben eylemliği, örgütlenmeyi vurgulamasını istemiştim. Birçok deneyimi dinlemek çok güzel oldu. 

Bir de tabii hayatımın bir ilki olarak, 8 Mart’ı 1996’da ilk kez organize ettik. O günü hiç unutamam. “8 Mart’ı alanda kutlayalım” dedik. Adana’da ondan önce hiç kutlanmamış. 

O çok güzel oldu. Ben yönetimdeydim, yönetimde üç kadındık. Şöyle bir karar aldırdık. “Biz Eğitim Sen olarak tarafsız bir kurumuz. Diğer tüm grupları buraya davet edip, görüşmeleri başlatıp, bir miting yapacağız.”. Çok da geniş büyük bir salonumuz vardı. Adana’daki tüm sivil toplum örgütlerine davet gönderdik. Bunların hepsine ben başkanlık ettim. Beni sorumlu olarak görevlendirdi arkadaşlar. 

İlk toplantıya doksan civarında kadın geldi. Üniversiteden Gaye Erbatur dahil idi.  Atatürkçü Düşünce Derneği de vardı,  Çağdaş Yaşam da vardı, en uçtaki sol gruptan kadınlar da vardı. Acayip kalabalıktık. Miting konusunda herkes “okey” dedi ama anlaşamadığımız o kadar konu vardı ki! Tam dört saate yakın bir toplantı oldu.  Artık kadınların kocaları  “Nerede kaldın” diye aramaya başladı. Sonraki toplantılarda da çok tartıştık. Hiç unutmuyorum en büyük tartışma konumuz Emekçi Kadınlar günü mü olsun, Dünya Kadınlar günü mü olsun?. Ben de Dünya Kadınlar gününü savunuyordum. Sonuçta karar verdik, alanın bir tarafına Dünya Emekçi Kadınlar günü yazalım, bir tarafına Emekçi Kadınlar.  Sloganlar üzerinde acayip tartıştık. Herkes birbirinin sloganını eleştiriyordu yani mesela feministlerin bazı sloganlarını hiç unutmuyorum o zaman HADEP’in başkanının eşi, “Yahu, ben bile utanıyorum bu sloganı atmaktan, bizim kadınlar böyle sloganlar atamazlar.” Hiç unutmuyorum böyle şeyler oldu. 

Sonra kavga dövüş bir liste hazırladık, birbirimizin sloganına karşın. Gönderdik.  Tek tek inceliyorlardı. Polis sloganların hepsini çizip, listeyi geri gönderdi. Yani iki üç tane kaldı. Boş yere kavga ettiğimizi fark ettik. “O zaman” dedik “Atarız orda, ne yaparlarsa yaparlar.” Her şeye karışıyorlardı. Pankartlarımızı tek tek okuyorlardı. Dövizlerimizi tek tek okuyorlardı. 

Neyse organize olduk miting günü ve bana da arkadaşlar “Bu kadar emek verdin, konuşmayı da sen yap” dediler. Hayatımın ilk miting konuşması, çok heyecanlıyım, kendime takım elbise diktim falan. Ondan sonra çok heyecanlıyım. Şimdi gece konuşmayı hazırlayacağız. Bir gece önce üç kadın arkadaş eve geldik, “ortak bir metin olsun” dediler, bir türlü yazıyı çıkaramadık. Benim de bir huyum var, toplu yazılan yazıyı… kendi yazmadığım bir yazıyı okuyamıyorum. Arkadaşlar kıyafet bakmaya başka arkadaşın evine gitti. O arada ben yazıyı hazırladım. Geldiler okudum, çok beğendiler, ondan sonra çok heyecanlandım. Hiç unutmam ayaklarım titredi ama güzel bir konuşma oldu ve mitingde ağlayacaktık sevinçten. Bir sürü kadın geldi” Allah’ım” diyoruz “Biz mi yaptık bunu!” İki, üç bin civarında insan geldi 

Çok güzel bir miting oldu. Konuşmalar, herkese de söz hakkı verildi. Gayet coşkulu güzel bir miting oldu. Akşamına da, bir gün sonra mıydı, hiç unutmuyorum işte öncülük yapan arkadaşlar bir yere gittik, içki içtik, eğlendik onda da katılım çok güzel oldu. HADEP’ten de kadınlar geldi, bizim Leyla vardı, Arap. Arapça, Kürtçe şarkılar söyledik. Yani yaptığımız işin keyfini de çıkardık. Çok güzel bir şey yaptık. Hakikaten o 8 Mart benim için çok değerli ve kıymetlidir. “Erkekler katılacak mı? Katılmayacak mı?” konusunda  çok büyük kavgalar ve tartışmalar oldu.  ilk kez “Erkekler olmaz” dediğimiz bir mitingde HADEP’i zor ikna ettik. Yani o zaman kadınlar ikna oluyordu, erkekler ikna olmuyordu. İlla “geleceğiz”. Bir merak, bir merak! “Dışarıdan seyredin” dedik, almadık, sırf kadınlarla yürüyüş ve miting oldu. Çok güzel bir anıdır o benim için, çok tatlı bir anıdır. Öyle bir şey yaptık bir ilk oldu. Ondan sonra da her yıl muntazam oldu. 

İlk mitingden aldığımız dersle de bazı tartışmaları yapmadık, ama bazı tartışmaları hep yaptık hala da yapılıyor. Erkek katılsın mı katılmasın mı, o tür şeyler. O zaman herkes de, Kürt hareketi de çok öğrenme sürecindeydi. HADEP’li kadınlar çok yoğun gelmişlerdi. Hakikaten yani her zaman mitingleri en çok güldüren onları oluyordu. Ama ondan sonra etkinliklerde de hep o tartışma oldu, yani Kürtçe söylensin mi? Kürt lafı edilsin mi? Bu konuda çok şey yaşadık… Solcu birkaç grubun dışında, sol gibi görünen arkadaşlar içinde de sıkıntı yaşıyorduk. En büyük tartışma oradan çıkıyordu. 

Aklıma gelmeyen bir sürü şey var ama çocuk odası yapmamız güzel bir şeydi. O zaman yerel televizyonlara da çıkınca,  açılışına televizyon falan da geldi yerel televizyonlar. Örnek olsun istedik kadınların çocukları ile kapalı bir yere gelmeye. Ama tabi şimdi düşünüyorum, orada sigara içiliyordu, ayrı bir odada değildi. Büyük bir odanın bir bölümünü süsledik. Her yerde de sigara  içiliyordu. Bir de asıl mesele kavga ediyorduk. Yani kavga gürültü, çocuklar sevmiyordu orayı.  Yani o sevgisizlik kötüydü. İlişkilerde, klikleşmelerde çok katıydık. 

Mutlu İlkokulu’ndan sonra müdürümüz değişti. Yerine çok faşist bir adam geldi, böyle deli gibi bir adamdı. O beni çok yordu, çok ciddi kavga ettik. Mesela bu para toplama işinde falan öğrencilerimin yanında geldi, beni azarladı. Başka bir öğretmeni kapımı dinlemesi için görevlendirmişti, hiç unutmuyorum. 

Benim öğrencilerimle, hepsiyle de ilişkilerim çok iyiydi.  Evde ailelerine anlatmışlar, velilerimden bazıları adamı tehdit etmiş, benim hiç haberim yok. Adam bunu benim yaptırdığımı düşünmüş, çok sert tartışmalar yaşadık. Bir öğretmen arkadaş bir kere müdürü dövecekti. Yani resmen duvara dayadı, yumruklayacaktı. Çok uğraştı benimle, müfettişleri dolduruyordu, gönderiyordu, aşağıya. Fakat biz  hem öğretmen arkadaşlarla çok iyi bir ittifak içindeydik, hem de velilerle, hepimizin çok iyi  ilişkisi vardı. 

Çok yoksul bir okuldu, çok emek veriyorduk hepimiz. Okulda resim ve sporda bir sürü başarı elde ettik. Ben daha önce atletizm yapmıştım, atletizm takımları kurdum ve bölge birincisi olduk. Hatta Türkiye birinciliğini egale eden bir koşucumuz oldu, resimde de öyle. Müdürün odası aldığımız ödüllerle doluydu. 

En çok çalışan solcu öğretmenlerdi okulda. Müdür de bir şey yapamadı, müfettiş de bir şey yapamadı. Öğretmenliğimizi çok düzgün yapıyorduk, her şeyimiz tam. İlkokul öğretmenliği o zaman çok zordu. Bizden istenen duvardaki saçma kâğıtlardan tut da, planlar, yazılar, çiziler… şimdi hepsini bilgisayardan yapıyorlar. Biz bunları çok temiz yapıyorduk. Onun için bir şey tutturamadılar ama birkaç kere ceza aldım, üç dört kere ceza aldım. Pek çok soruşturma geçirdim. Çocuklarımızın velileri de solcuydu, büyük kısmı. Hepsi savaştan ötürü göç etmiş ailelerin çocuklarıydı. Bir de daha önce Bulgaristan’dan göç etmiş bir grubu o köye yerleştirmişlerdi. Onlar azınlıktaydı. Daha sonra da savaştan ötürü gelmiş göçler vardı. O çocukların yüzde doksanı Kürt’tü. Çok da yoksullardı. Aşırı yani, şimdiki gibi değil yoksulluk o zaman daha üst düzeydi. 

Polisin sendikaya, sendikalı öğretmene çok ciddi baskısı vardı. Sürekli bizi dinliyorlardı, hatta bir keresinde hiç unutmuyorum. Telefonu dinlemişler, sendika başkanı ile bir arkadaş, bir noterde buluşacaklarmış. Kendi aralarında telefonda randevulaşmışlar. Bir gitmişler, noterde polisler. Onlardan önce gitmişler. Böyle çok da aleni dinliyorlardı yani. Bizleri takip de ediyorlardı. Özel telefonlarımız dinleniyordu. Polis çok işin içindeydi. Sendikaya üye olmak isteyen insanları, ürkütüyordu bu da. Korkutuyordu yani. Tehlikeli bir şey var gibi geliyordu insanlara. Sertlerdi çok sertlerdi. 

Çalıştığımız için toplantılar akşam oluyordu. Bir de tartışma uzuyordu gece 12’yi buluyorduk. ÖDP’li arkadaşın kocası da, benimki de, Yurtsever arkadaşının eşi de. Biz boşanma noktasına geldik, üçümüz de birbirimize girdik. Hatta eşim iyice işi ilerletti ve ben sonuçta dedim ki “Bak, eğer  tercih diyorsan, ben sendikayı tercih edeceğim, seni boşayacağım” dedim. Hiç unutmuyorum. Ondan sonra geri adım attı. Çok aşırı müdahale gördük, yani gece toplantıları olması özellikle. Tabi benim iki de çocuğum vardı. Öbür arkadaşın da bir çocuğu vardı ama bunlar gerekçe değil tabii.  Çok baskı gördük. Küçümsüyorlar, kadının yaptığı her şeyi. 

Sendikadaki erkekler, her işi kendileri çözmüşler sanıyorlar. Yani devrimciler, solcular. Her şey tamam onlar için. Son derece erkek egemen bir bakış açıları vardı. Kadınlarla ilgili kararlarda hakikaten uzun süre laf anlatmak zorunda kalıyorduk. Kota falan daha sonra gündeme geldi. Biz o dönem orada değildik ama kota da çok sert tartışıldı bildiğim kadarıyla sendikalarda. Bazı sol gruplardaki kadınlar da eşitlikçi bakacağım derken… hakikaten kadını görmeden yapılan şeyler vardı. Feminizme çok tepkiliydiler. Yani feminizm lafı, kolay kolay olmuyordu. 

Kadınların çalışmalarına, kadın çalışmalarına karşı hep mızmızlık çıkarıyorlardı. Bir etkinlik yapınca diğer önemli sorunları öne getiriyorlardı. “Bu sorun daha önemli”, “Bu daha şey…”, “Aile içinde de öyle olur ya, onun gibiydi. 

Adana’da kadınlar sendikaya çok yoğun gelirlerdi. Öğretmenlerde de kadın sayısı çok fazla, öyle bir araştırmada yapmıştık galiba. Yani öğretmen sayısı çok ama müdür ve yönetici sayısı çok azdı  eğitim dünyasında. Her zaman erkek arkadaşlar mesela toplantı saatleri… acayip sinir oluyordum. Hani çocuklu insanlarız, kocalarımızla sıkıntı var. Toplantı saatlerinde biraz daha esneklik sağlanabilirdi. Her şey erkeklere göre planlanıyordu. Onların keyiflerine göre. Yani üç kadın yönetimde olmamıza rağmen toplantı saatlerini bir türlü şey yapamadık. Üye toplantıları… neyse onlar Pazar günü oluyordu. 

Yönetimde olduğumuz zaman ya bekar ya dul olmanız gerekiyordu. Çalışmanız için bir görev var mesela,  “Oraya sen git” deniyor. “Gidemem çocuk var” deyince de “Ne biçim devrimcisin?”, “Ne biçim solcusun?” denmeye getiriliyordu. Kadının özgün durumunu anlayan ve kadına göre bir program çizen sendika algısı yoktu sendikada yani. Sol bir sendika olmasına rağmen, kadınlar bunun için de mücadele ettiler epeyce. 

Biz çeşitli fraksiyondan kadınlar özellikle, çok iyi bir çalışma oluşturduk. Üye toplantılarında önceden benim evde toplanıyorduk. Görev bölüşümü yapıyorduk. Hakikaten çok güzel bir dayanışma yaptık. Çok güzel şeyler yaptık. “Nasıl bir strateji uygulayacağız?”  Kadınlarla ilgili maddeler üzerinden konuştuk, çocuk odası açılacağı, cinsiyetçilikle ilgili araştırmaların yapılacağı… kadınlarla ilgili yapmamız gerekenler ile ilgili. Çünkü okullarda da bir sürü taciz oluyordu, kadınların bir sürü sıkıntısı vardı. Onun için çok güzel bir birleşim yaptık. Hatta hiç unutmuyorum komik bir şeydir. Bir gün bizde toplantı yapıyoruz. Selen’in kuşu uçtu, kadınların hepsi koltukların üstüne çıktılar. Dedim “Vallahi poliste akıl olsa, alana fare ve şey salar, hiç kadın kalmaz!”. Çok güzeldi o zaman birlikteliğimiz. Dostluklar kurmuştuk. Uzun sürede birlikte çalıştık,  yönetimdeki arkadaşlara diğer kadınlar çok büyük destek verdiler, hep yanımızda oldular.  

Hala da sürüyor dostluğumuz.  Sıkı kadınlardı hepsi, güçlü kadınlardı… bakış açıları… Sonra da ÖDP çok güçlü kuruldu Adana’da. İki yüz, üç yüz kadının katkısıyla bir çay partisi yaptılar hiç unutmuyorum. Bir kere de çay partisi yaptık, o zaman yönetimde değildik. Çok büyük bir kadın katılımı oldu. Sendikanın tanıtımı için iyi oldu. 

Kadın meselesi üzerinde konuştuk, seminerler yaptık. Seminerlerin de çok büyük katkısı oluyordu. Herhangi bir konuda,  Gaye’nin gelmesi gibi. Ayda bir  ya da iki ayda bir  kadın meselesi konusunda. Erkekleri almıyorduk, olay çıkıyordu. Az kavga etmiyorduk onun için, hatta kadınlar da kızıyordu. “Niye erkeklerde gelmiyor?” Ama erkekler geldiğinde, hemen konuyu saptırıyorlardı. Saçma sapan sorular soruyorlardı, yani kadınları bastırıyorlardı orada. Mitinglerde de öyle olmuyor muydu? Daha çok bağırıyorlar, sesleri bizden çok çıkıyor, saçma sapan bir şey oluyor. Çok mücadele ettik ama ben o seminerlerin de çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Mesela  meme ve rahim kanseri için de doktor da getirdik, partide de yapmıştık. Yani kadınların özgün durumuna dokunmadan, kadını örgütlemen mümkün değil. Öğretmen de olsa şiddet var. Okumuş, yazmış kadınlar da şiddet yaşıyor. Aile içi şiddet görünür değildi. Eminim sendika içinde de vardı eşinden şiddet gören ama cesaret edip de dile getiren pek olmuyordu  o zamanlar.   

O yıllar çok canlıydı. Kadın haklarının öne çıkması, mücadele. Herkes kendi alanında bir şeyler yapıyordu. KESK de Türkiye’nin 12 Eylül’den sonra en cesur çıkışıydı bence. 12 Eylül darbecilerinin açık bıraktığı bir maddeden çıktık. Sendika kurulamaz yazmadıkları için, çıktık yani.  Yıllarca da bize bir terör örgütü muamelesi yaptılar, buna rağmen  Ankara’da binlerce insanla eylemler yapıldı. 

12 Eylül’den sonra en cesaretli çıkışma, memurlardan olmuştu ve sendikal mücadelede de kadınlar küçümsenmeyecek derecede yer aldılar. Kendi haklarımız için bilinçlendik, bilinç yükselmesi oldu doğal olarak. 8 Mart’lar gündemimize ondan sonra girdi, ondan önce 12 Eylül döneminde 8 Mart’ı kutladığımızı pek hatırlamıyorum, yaptıysak da hiç hatırlamıyorum. Kadın tartışmaları çoğaldı. O çok iyi oldu, kendi aramızda kavga ettik ama tartışmamız kadın haklarının daha ileriye gitmesine neden oldu. Her şeyden önemlisi Medeni Yasa’nın ve TCK’nın değişmesinde çok aktif bire bir rol aldık. Bütün kadınlar. Farklı görüşten kadınlarla da birlikte! Kürt hareketinde,  kadın aydınlanması ve bilinçlenmesi ile partide ciddi olarak yasallaşan, artık kabullenilen şeyler oldu. Bugün Kürt hareketinde bu kadar çok milletvekili varsa, bence 1990’lardan gelen çalışmalar sonucunda oldu. 

KESK’e de dışarıdan baktığında tam bir erkek dünyası gibi görünmüyor.  Kadınlar çok görev alıyor. Genel Başkan pek olmadılar ama bazı sendikaların Genel Başkanı oldular. Kadınlar çok yer aldı, bir sürü kazanım elde edildi. Ama son yıllarda bir durağanlık ve hatta geriye düşüş olduğunu düşünüyorum. O zamanki coşku azaldı. 

Kadına yönelik şiddet konusunda da,  kadınların bu kadar mücadele vermesinin rolü var. Kadınlar özgüven kazandı.  Bu çok önemlidir. Hiç unutmuyorum: Mutlu İlkokulu’nda öğretmenken bize maaşımızı mutemet getiriyordu. Okulumuzda iki, üç tane çift vardı eşleri ile birlikte çalışan. Kadınların parasını içerde kocaları alıyordu. Sonra bizi üye yapan Tuncelili arkadaşlar geldi. Onun eşi de çok feminen bakan bir kadındı. O girip kendi maaşını alıyordu. Bunu çok yadırgadılar, çok ayıpladılar. Hatta erkek arkadaşı, sen ne biçim erkeksin demeye getirdi. O da hiç unutmam bir kere açıkça “Ben kazanıyorum, bu benim param, ben alırım” dedi. Sonra iş bankamatiğe döndü. Bankadan almaya başladık. Bu sefer de banka kartları adamların elindeydi. Kadınların hiçbiri şifrelerini bilmiyorlardı.  Bunları da konuşuyorduk biz her toplantıda. Yani çalışan kadının ekonomik bağımsızlığı varmış gibi görünmekle birlikte,  hakikatte adamlar paraya el koyuyordu. Belki bu sendikalı arkadaşların içinde de oluyordu. Toplantılarımızda, seminerlerimizde bunlar hep konuşuluyordu. Yani kadınlar o zaman fark ediyor “Aaa, benim de başıma böyle geliyor, bu demek ki ekonomik şiddetmiş” diye algılıyorlardı.  Özgüven kazandırıyordu, özgüven çok önemli. 

Menü POPUP