Canan Çalağan

Eine Ladung Briefe und Postkarten

Canan Çalağan

Gewerkschaft der Beschäftigten im Bildungs- und Wissenschaftssektor (Eğitim Sen)
Çorum, 1990er-Jahre; Ankara, ab den 2000er-Jahren

Im Jahr 2012 versuchte die Regierung, KESK zu kriminalisieren und deren Arbeit zu verhindern. Damals wurden wir verhaftet. Fünfzehn Personen, darunter Vorstandsmitglieder der Gewerkschaften und aktive weibliche Mitglieder, wurden in Gewahrsam genommen. Neun von uns wurden verhaftet, darunter war auch ich.

Als wir festgenommen wurden, waren wir mit den Vorbereitungen für den 8. März beschäftigt. Die meisten von uns waren deshalb nicht in der Stadt. Wir waren sehr beschäftigt. Man wartete bis zu dem Tag, an dem wir nach Ankara zurückkehrten, und nahm uns an einem Montagmorgen allesamt fest. Als ich zur Polizeistation gebracht wurde, sah ich die Kolleginnen, mit denen ich in Ankara zusammengearbeitet hatte. Wir waren fünfzehn Frauen. Fast alle Kolleginnen, die bei der KESK die Aktivitäten zum 8. März organisierten, wurden festgenommen.

Die Gewerkschaftsfrauen haben damals unglaubliche Solidarität bewiesen. Der Postbote kam immer mit einer Ladung an Briefen und Postkarten, die er nur schwer tragen konnte, zu unseren Gefängniszellen. Man muss sich das vorstellen: Frauen der Gewerkschaften KESK, SES, Tüm-Bel-Sen, Eğitim Sen und HABER-SEN, fast alle weiblichen Vorstandsmitglieder und alle Genossinnen, die in Ankara maßgeblich aktiv waren, waren im Gefängnis.

Das Oral-History-Gespräch mit Canan Çalağan wurde 2017 geführt.

Canan Çalağan (in der Mitte), Demonstration beim Protest gegen die Repression der Gewerkschaften, Ankara 2009

1971 Samsun doğumluyum, ilkokulu Samsun’da, daha doğrusu Samsun ilçelerinde ve köylerinde okudum. Babam öğretmen olduğu için onunla birlikte dolaştık. Ortaokul ve liseyi İstanbul’da, parasız yatılı olarak Kadıköy Kız Lisesinde okudum. Sonra üniversitede Ankara’ya geldim. 1990-94 yılları arasında Gazi’de Görsel Sanatlar Resim Öğretmenliği bölümünde okudum. 1994’te Çorum’da Oğuzlar ilçesinde ilk göreve başladım, 2002 yılına kadar Çorum’da, yine ilçelerinde ve merkezde çalıştım. 2002’de Ankara’ya geldim. Son on yıl, ihraç edilinceye kadar da Ankara’da Batıkent’te bir ortaokulda çalıştım. Evliyim, bir  oğlum var. Babam öğretmen, annem ev kadını. İkisi de hep okuyan, kendi ayakları üstünde duran çocuklar olmak üzere, kendini organize etmiş iki ebeveyn. 

1994’te göreve başladım. Gittiğim yerde küçük bir sendikalı grup vardı. Eğit-Sen’le Eğitim İş’in birleşme dönemiydi. Hem Eğit-Sen’li arkadaşlar vardı hem Eğitim İş’li arkadaşlar vardı. Küçük bir yerdi ama sendikal örgütlenmenin ulaştığı yerlerden birisiydi. Benim de “Sendikalı olmak” babamdan kaynaklı: Babam sendikal sürecin içinde değildi ama TÖB-DER geleneğinden geliyordu, dolayısıyla haberdardı.. 1994’te göreve başladık, birkaç ay sonra yeni başlayan birkaç arkadaş üye olmak istedik. Yanlış hatırlamıyorsam 95’in yarısı mıydı… 94’ün yarısıydı galiba. “Birleşme çalışması var, biraz bekleyin” dediler. Birleşme çalışmasından sonra, Eğitim Sen olduktan sonra biz Çorum Şubede üye olduk. Aşağı yukarı göreve başlama tarihimle, üye olma tarihim eşit gibi. 

İlçede, bir sendika binası yoktu henüz. Dediğim gibi birleşme sürecinden sonra temsilcilik olmak için uğraştık ama hemen kısa bir süre sonra benim tayinim çıktı merkeze. Orada da mevcut temsilcilik çalışması için faaliyet yürüten arkadaşların bir kısmı ayrıldı, bir geçiş bölgesi de aynı zamanda, çok yerleşik bir yer değil. Çorum merkezde ise sendikal mücadelenin Eğitim Sen’le beraber böyle çok hızla yükselmeye başladığı bir trend, sendika şubelerinin tıklım tıklım dolu olduğu çok yoğun bir genç kadro akışının olduğu, bizim için en temel sosyalleşme mekanlarından da biri.

Birçok ilişkinin kurulduğu bir yer pek çok açıdan. Bir kere Çorum gibi bir yerelde bir sürü siyasi parti var, elbette ki, bu anlamda sol geleneğin güçlü olduğu bir yer. Çorum aynı zamanda da özgün tarihi olan bir yer. Çorum katliamından sonra, halkta da belli duyarlılıkların, hem sağdan hem soldan, belli duyarlılıkların yüksek olduğu ve belli bir hafızanın hiç yok olmadığı ama insanların ısrarla konuşmadığı bir yer. Belki çok  dile getirmediği ama hep bilinen, konuşulmasa bile hissedilen bir tarihi var Çorum’un. Bir politik atmosferi var ama. Sendika şubesi çok daha büyük bir çekim merkezi o dönem açısından. Birçok açıdan. Bir kere dediğim gibi sendikal hareketin hızla ivme kazandığı bir süreç. Genç arkadaşlar için bir çok 80 dönemini yaşamış ve o dönemin birçok ağır bedellerini ödemiş arkadaşların da olduğu, onların bir ağırlığının da olduğu, Şubede falan, ama aynı zamanda genç arkadaşların da kendine yer bulabildiği, komisyonlarda falan böyle harıl harıl aktif çalışmaların yürüdüğü, birçok sosyal ilişkinin de kurulduğu merkezler. Mesela benim kendi yaş grubumdan çok arkadaş vardı, onu hatırlıyorum. Birçok duygusal ilişkinin de kurulduğu bir yer aynı zamanda. Böyle bir çekim merkezi Çorum, küçük bir yer.

Eğitim Sen dışında, tabi o zaman Şubeler Platformuydu, Şubeler, Kamu Çalışanları Sendikaları, KÇS… Böyle bir platform var, Maliye Sen var, SES’in (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) şubesi var, Eğitim Sen var, belediyeden arkadaşlar var. O zaman bu dört şube vardı ve aktifti. Aynı zamanda Demokrasi Platformlarının olduğu dönem, bu bahsettiğim 95’ler değil tabi, 96’da ben Çorum Şubede Yürütme Kuruluna girdim. 1996, 97, 98, 2000’e kadar böyle hızla! 

Çorum’da sendikanın,  sadece sendikal gündeme, emek gündemine değil, aynı zamanda siyasal gündeme de zemin oluşturan, etrafındaki bütün güçleri, bileşenleri bir araya getiren bir özelliği de vardı. Emek platformlarının olduğu dönem, güzel hareketli bir dönemdi.

1996, gerçi şimdi de var ama, o dönem gençlerin Yürütme Kurullarına rahat girebildiği bir dönemdi. Şu ana göre biraz daha  o anlamda olanakların olduğu bir dönemdi diye hatırlıyorum. Görmüş geçirmiş arkadaşlar vardı ama genç arkadaşlar da Yürütmelerde görev alıyorlardı. Her şeyin elden yapıldığı dönem, sendikalar resmi olarak yok, işyeri ziyaretleri çok fazla yapılıyor. Aidatların hepsi elden toplanıyor. Böyle bir dayanışma ilişkisinin de olduğu bir dönem aynı zamanda. Şubelerin temsilcilikleri, Çorum-Sungurlu temsilciliği çok aktif, Alaca temsilciliği aktif. Bir iki tane de büyük temsilcilik var, onların da aktif olduğu bir dönem. Bizim, henüz Kadın Sekreterliği yok o zaman, Eğitim Komisyonu aktif çalışıyor, Örgütlenme Komisyonu en aktif çalışanlardan birisiydi, onu hatırlıyorum. Hukukla ilgili falan çok komisyonumuz yoktu. Eğitim ve Örgütlenmenin aktif olduğu iki komisyon olduğunu hatırlıyorum. Ben 1996 da ilk Şube Yürütmesine girdiğimde, Örgütlenme Sekreterliğiydi zaten çalışmam da. Ama sadece  Komisyonla sınırlı bir örgütlenme faaliyeti olmuyordu. Neredeyse on kişinin “İşyeri gezisine bugün hep beraber gidiyoruz” dediği bir çalışma da oluyordu.

Şöyle bir anım var, genç olmaktan kaynaklı. Çorum’da  Milönü mahallesinde eski bir lise. Hep böyle altmışlı falan yaşlarda arkadaşların çalıştığı da bir yer. Kadrosu da eski bir yer. Gidiyoruz her defasında, ben “Arkadaşlar, şöyle bir eylem var, sendikal mücadele şöyle, dünyada böyle, biz burada da…”. O zaman Sendika Yasası, sendikanın  yasal bir çerçeveye kavuşması için, temel mücadelelerden bir tanesiydi. O konuyla ilgili konuşmalar, eylem, etkinlik hazırlıkları… Her defasında yaşlı bir amca, “amca” derken hoca, yaşlı bir hocamız, cebinden siyah beyaz fotoğraf çıkartıyor bana. “Kızım” diyor “Bak biz işte o günlerde böyleydik” her defasında, 3-4 kez denk geldik. Aynı okula gidiyoruz, toplantı yapıyoruz Hoca ısrarla cebinden o siyah beyaz fotoğrafı gösteriyor. Şimdi, -o zaman tabi biraz sinirlenmiştim, gencim, enerji fışkırıyor. Yılgınlığın zamanı mı? “Biz eskiden böyle yapıyorduk” demenin zamanı mı? Yepyeni bir örgütlenmeye başladık falan. Şimdi ben  20 yılı devirdim görevde. Şimdi diyorum ki, evet, o  aslında bir emeği  görünür  yapmaya çalışıyordu! “Bir emek vardı, her şey sıfırdan başlamadı, o günlerde biz o  kadar çok her işin içindeydik ki ve bir biçimiyle taşın altına elimizi koymuştuk, bugün sıra sizde demek istiyordu” belki de. Belki “Gör beni” diyordu. Belki de “Her defasında ama bu kadar da üstüme gelme yani.” diyordu. O siyah beyaz fotoğrafı hiç unutmuyorum, 

Çok hareketli olduğumuz bir dönem gerçekten. Ama hareketin bir karşılığı vardı. İş yerlerine girdiğimizde üye olan olmayan herkes, biraz çekinmekle beraber dinliyordu bizi. Üye akışının yoğun olduğu bir dönemdi. Bir sirkülasyon da vardı, yok değildi ama aynı zamanda da dediğim gibi her gittiğimiz okulda öğretmenler odasında kalabalık toplantılar yapabildiğimiz, kimi zaman sorunlar yaşandığında “nasıl çözeriz”i sorduğu, danıştığı, geldiği, sendikadan ve üye olsun olmasın kendi durumuna ilişkin “ne yapılabilir”i sorduğu bir dönemdi. 

Biraz da daha amatör gidiyordu. Dolayısıyla o amatörlüğün de başka bir tadı vardı diye düşünüyorum. Yani şubelerde kendi sobamızı kendimiz yaktığımız, çayımızı kendimizin demlediğimiz, telefonlara birlikte baktığımız, aidatları birlikte topladığımız, faks parasını, telefon faturasını  denkleştirmeye çalıştığımız bir  dönemdi ama hem sokakta hem çalışan arkadaşlar açısından karşılığı olan bir dönemdi. 

Eğitim Sen’de kadın kurumsallaşmasına ilişkin tartışmaların yavaş yavaş başladığını hatırlıyorum. 96’larda çok yaygın değildi. Çorum Şubede yani neredeyse hiç konuşmuyorduk mesela. Her komisyonda, çalışmalarda en çok kadınların aktif olduğunu hatırlıyorum.  Kadın arkadaşlar çok yoğun vardı. Hem orta yaş grubundan hem gençlerden kadın arkadaş çoktu. Kadın çalışmalarının  sendikada bir mekanizmaya kavuşması, bir kurumsallaşma biçiminde yeniden örgütlenmesi üzerine tartışmalar henüz başlamamıştı ilk yıllarda, ama çok yoğun bir kadın emeği vardı sendikaların içinde. 

Daha çok belli politik yaklaşımdan olan kadın arkadaşlar yoğunluktaydı. Bunun dışında genç, belli bir politik dinamikle kendini ifade etmeyen ama biraz daha emek mücadelesine, sendikal mücadeleye, hayata biraz daha soldan bakan, daha eşitlikçi, özgürlükçü genç kadın arkadaşların da olduğu bir yerdi. Kimi zaman mesela üniversite geçmişi olan, kendi arkadaş çevresinin  sendikayla yoğun ilişkilenmesi ile gelen ve  çalışan kadın arkadaşlar da vardı. Onu hatırlıyorum. Tabi ağırlıklı grup daha çok politik, belli bir politik eğilimi olan kadın arkadaşlardandı.

Kadın Eğitimciler Eğitimi benim açımdan çok şey öğrendiğim bir yerdi. İlk çalışmaya “Ben de bir sürü şey öğrenebilirim” ihtiyacıyla katıldım.  Tabi o çalışma, sadece kendi öğrenmenle alakalı bir çalışma değil, aynı zamanda o çalışmayı yaymakla, öğrendiğini paylaşmakla da ilgili bir çalışma. Beş  devre.  Kadın Eğitimciler grubumuz vardı. Her buluşmanın hem dersler kısmı, hem dersler dışındaki paylaşımlar kısmı… Benim açımdan çok eğitici olduğunu düşünüyorum. 

Sendikal hayatımda SES, Eğitim Sen ve  Kadın Eğitimciler Eğitiminin önemli dönemeçler olduğunu düşünüyorum. Bir sürü şeyle tanıştığım, kulak dolgunluğuyla bildiğim bir sürü kavram üzerine düşündüğüm bir dönem. Aynı zamanda da Eğitim Sen’de bu bağlamda insanlarla buluştum. Bir yürütme sorumluluğuyla değil de, eğitim çalışmalarının içerisinde kadınlarla buluştum. Karma  gruplarla buluştuğum bir etkinlik oldu. Çünkü her Kadın Eğitimciler Eğitimini bitirdikten sonra Şubelerimiz bize sorumluluklar da verdi. Kimi zaman Genel Merkez, kimi zaman Şube, ihtiyaç olan yerlerde kadın eğitimlerine de gittik. Bana şimdiye kadar  karma gruplar denk geldi hep, daha çok temsilcilik eğitimlerinde. Ağırlıkla toplumsal cinsiyet ve sendikalarda kadın gibi iki konu. O hala devam ediyor. Ben Yürütme Kurulundayken de, sonra da benzer çalışmalar oldu. Hâlâ da devam ediyor, bitmiş değil. Dolayısıyla bana sendikada ciddi katkı sunan bir çalışma olduğunu düşünüyorum. 

Eğitim Sen Merkez Komisyonda, Kurultay Çalışmasının olduğu dönemdi. Eğitim Sen’in Kadın Kurultayının olduğu dönem, tarihler konusunda iyi değilim, çok net hatırlamıyorum ama Elif Akgül Kadın Sekreteriydi. O dönem çok güzel bir Merkez Komisyondu. Oradan da çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Oradaki kadınlardan da çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Kadınlar nasıl çalışır, kadınların çalışma tarzıyla, yöntemiyle, erkek arkadaşların çalışma yöntemi arasındaki farkı, biraz daha kavramaya başladım. Yani, birinin işleri organize ettiği, paylaştırdığı ve diğerlerinin yaptığı şeyden ziyade, “Bir mesele nasıl kotarılır”ın hep birlikte kararlaştırıldığı, görev paylaşımının ve işin beraber yapıldığı bir çalışma tarzı. Eğitim Sen’deki  Merkez Kadın Komisyonu çalışmasının, bir kadın çalışması perspektifi sunması açısından, kolektif çalışmanın nasıl yapıldığını, yapanlardan görmek nedeniyle, diğerlerinden farklı olduğunu düşünüyorum. 

2010’da KESK’te Kadın Sekreterliği görevi de üstlendim. 2010 Olağanüstü Kongrede, bir 6 aylık dönem sonra 2011’de Yedinci Olağan Kongreyle bir dönem devam devam ettim. Tutuklamaların olduğu dönem. İkinci diyelim ona. KESK’e yönelik ilk operasyonlar tutuklamalar, İzmir’deki davayla 2009’da başlamıştı. Ona birinci dersek, bizimki de ikinci…

İş yerlerinde sürekli bir soruşturma furyasıyla karşı karşıyaydık. Bir dönem Çorum İmam Hatip Lisesinde çalıştım. Üç bin mevcutlu büyük bir okul, Çorum’un en büyük okullarından bir tanesi ve çok oturmuş bir kadrosu var. Sendikalı kişi sayısı iki. Giderken de bazı problemlerle gitmiştim oraya. Hani çok tesadüf değil Çorum İmam Hatip’e tayinimin çıkması. Resmi bir sürgün değil ama çok tesadüfen olmuş bir şey de değil. 

Gittiğim andan itibaren zaten sendikalı birinin geldiğinin haberi vardı. Daha girer girmez müdür çağırdı beni. Burası herhangi bir yer değil, burada olabildiğince sessiz sakin, çok etliye sütlüye bulaşmadan dersine gir çık, gibi bir şey söyledi. İki yıla yakın çalıştım Çorum İmam Hatipte, çıkarken ikiden üç olamamıştık. Ama ben çıkarken müdür bana “Bu sendikaya peşinizden gelemem, sizinle aynı yolda yürümem, üye de olmam sendikanıza, ama size saygı duyuyorum” diyecek noktaya geldi. 

Her hafta bir soruşturma geçirmişimdir. Hemen her hafta, belki iki. Öyle bir dönemdi, her gittiğimizde okula bir sarı zarfla karşılaştığımız bir dönemdi. Okulda da o dönem bu İmam Hatiplerin kendi arasında yapılan Türkiye genelinde bir organizasyon var, çocuklarla ilgili bir yarışma yapılıyor. Onu da İmam Hatipler organize ediyor. O sene benim çalıştığım lise Çorum İmam Hatip organizasyonu üstlenmişti. Dolayısıyla resim öğretmenleri, müzik öğretmenleri, beden öğretmenleri, organizasyonlarda hep görevli olur. O çalışmanın organizasyon kısmı, salonun düzenlenmesi, hazırlıkların yapılmasıyla falan ilgili bir görevlendirme yaptılar bize. Birkaç arkadaş hazırlık yaptık. Aradan birkaç gün geçti, okula tekrar gittim ama yine bir sarı zarf, ama bu sefer daha büyük bir sarı zarf. Müdür bey de orada, espri yaptım “Yine mi sarı zarfımız var? Bu seferki çok büyük, bu seferki nedir aklınızdan geçen?” “Gel gel” dedi, “Hele bak, içinde ne var?” Açtım, Din Öğretimi Genel Müdürlüğünden bir teşekkürname. Dedi ki “Bak bunu götür, sendikada arkadaşlarına göster. Herkesin teşekkürü olabilir, ama seninki gibi bir tane daha yoktur.”  

Aynı dönem Kılık Kıyafet Yönetmeliğiyle ilgili değişikliklerin de olduğu bir dönem ve İmam Hatipte bütün kadın arkadaşlar tabi başları örtülü biçimde derse giriyorlar. Ve başlarının açılması genelgesi geldi. Hepsinin saçı açıldı. Hatırlarsınız o dönemi. Ya saçlarını açacaklar ya da istifa edecekler, böyle bir gerilimin yaşandığı bir dönem. Tam o zaman oradaki İmam Hatip’te çalışan kadınları gözleme fırsatım oldu. 

Aralarında benim gibi yoksul ailelerden gelen ve gerçekten uğraşa didine bir biçimiyle meslek sahibi olmuş bir sürü kadın vardı. Çok ciddi bir  cenderede kaldıklarını gördüm. Ya ekmeğini teslim edecek  eve, evdeki neyse babasıysa babası, kocasıyla kocası, oradaki bağımlılık ilişkilerine geri dönecek, ya da başını açacak. 

Açtığı zaman da kendi inancıyla, yaşamı arasında bir yerde kalacak. Daha ağır şey, peruk takmak zorunda kalacak. Üçünü de gördüm ve bana çok ağır geldi. Bazıları istifa ettiler, gittiler. Bazıları ertesi gün saçını açıp geldi. Çok ağır bir şey o görüntü. Ona tanık olmak istemezdim. Hiç kimse istemez muhtemelen. Yıllarca kimseye görünmemişken, o görüntüyle okula girmek zorunda kalan, çocuklara, öğretmenler odasına, diğer arkadaşların yüzüne bakamadan kafası önde ya da peruk taktığı için utancından koridorun kenarından kenarından yürüyen kadınları gördüm. 

O zaman “Birlikte ne yapabiliriz?” diye sordum o kadınlara. Ama müdür beni yine çağırdı, dedi ki “Bununla ilgili bir örgütlenme yapıyormuşsun!” Örgütlenme değildi, ben çok üzülmüştüm o görüntüye, çok onur kırıcı bir görüntüydü, kendi adıma, o arkadaşlar açısından söylemiyorum, benim açımdan çok onur kırıcı bir görüntüydü. “Beraber bir şey yapılabilir” diye düşünmüştüm. 

Yıllardır biz de kılık kıyafet serbestisini savunuyoruz. Ama birdenbire baktım ben yine sarı zarfla karşı karşıyayım… Bir ilişki kuramadılar velhasıl, oradan birlikte bir şey örgütlenme şansı yakalayamadık. Ama üzüldüğüm ve Türkiye’deki  yaşadığımız kısa tarih içerisinde tanık olduğum önemli şeylerden bir tanesiydi, kadınlar adına.

Bu okuldan ayrılırken kalem hediye edilmişti bana. Neden? Kendimize örgütlülüğümüze çok inanıyorduk, güveniyorduk da. Mesela bir eylemi iki kişi beraber yapıyorduk. Yani, üç bin, dört bin kişilik bir okul, büyük bir okul, bu kadar güçlü bir örgütlenme yok.  “Başka kimse yok, niye takıyorsun yani bunu sen?” diyorlardı. Diyordum ki “Başka kimse yok, belki insanlar şimdi cesaret edemiyor, belki anlamıyor ama bu hepimizin ortak çıkarlarıyla ilgili bir eylem, bugün yapamıyor olabilir etrafımdaki arkadaşlar ama bir biçimiyle benle bir gönül bağı kuruyorlardır.” Ya da  “Ben  yapmayayım” gibi bir yaklaşımımız yok bizim. Bir kişi de olsak, düşündüğümüz şeyi, inandığımız şeyi savunmak gibi bir yaklaşımımız var. Bence buna saygı duydular.  Bir de memurluk da zor bir şeydir, sürekli soruşturma geçirmek falan. Her gün soruşturma geçirip de buna rağmen geri adım atmamış olmam.

İnsanlarla kurduğumuz ilişkinin de önemli olduğunu düşünüyorum ben. Eşim de  aktif sendika üyesi. Onun da birçok sorumluluğu oldu. Ama mesela çocuğum açısından aynı şeyi söyleyemem. Zaman zaman beni sorguladığı, babasını sorguladığı dönemler olmuştur. “En fazla hayvan hakları savunucusu olurum” diyor.  Çünkü onun zamanı, ondan alındı ve sendikaya verildi. Yaşadığımız şeylerin biraz etkisi, korkusu da var, yok değil. 

Yakın çevremdeki kadınların hepsinden, ailemde başta kendi annem olmak üzere, sürekli bir baskı vardı. Üstelik görüyorlar, olabildiğince evdeki iş  paylaşılıyor. Bunun böyle yapılabildiğini görüp,  takdir ediyorlar ama çalışmayı da eşinle birlikte yaptığında, eşinin de senin de aktif olduğunu gördüklerinde “Bu çocuğa kim bakacak? Sen orda burdasın, sen iyi bir anne değilsin” gibi, doğrudan olmasa bile çocuğunla ilgili, anneliğinin sorgulandığı bir durumla, 20 senedir sürekli mücadele ediyorum. İhraç edildim, hala uğraşıyorum, ikna olmuş değiller. 

Tutuklamalar, o dönemin mevcut koşullarında, siyasal bir kararla yapılan şeylerdi, diye düşünüyorum.  KESK’i bir kalıbın içine sokup, kafalarda bir KESK imajı yaratmak, damgalamak açısından o dönem operasyonların Türkiye’de kamuoyunda bir karşılığı var  diye düşünüyorum. 2009’da, İzmir’de olmuştu. Ardından Ankara’da bize yönelik operasyonun şöyle bir farkı vardı: On beşi de kadın olan, sadece  Kadın Yürütme Kurulundakilere  ve aktif kadın üyelere yönelik bir operasyondu.  Ben de gözaltına alınan on beş kadından biriyim, dokuz kadın biz tutuklandık ardından.

Dört gün gözaltında kaldık, dördüncü gün mahkemeye çıkarıldık. 

Hepimiz özellikle yürütme kurulunda olan kadınlarız.  8 Mart hazırlıkları var, çok yoğun, Şubat dönemi, kadınların büyük kısmı il dışında. Pazartesi sabahı, herkesin il dışından geldiği günü beklemişler. Hepimizi Pazartesi sabahı, operasyon yapıp aldılar. Tabi bilmiyoruz başka kim var. Daha önce Çorum’da bir gözaltı deneyimim oldu benim ama ilk defa, bu biçimiyle, bu kadar yoğun…   olmamıştı. Evden… eylem alanından… götürüldük. Sabah, apar topar alınıp gidildik. Kaç kişiyiz, kaç kişi var bilmiyorum. Bir iki tane kadın vardır, zannediyorum. Bir gittim,  Ankara’da beraber çalışma yürüttüğümüz bütün kadın arkadaşlar orada. Herkes birbirine sesleniyor “Amaan sen de mi? Sen de mi” diye. Bir baktık ki on beş tane kadın ve Ankara’da neredeyse KESK’te çalışma yürütecek bütün arkadaşlar alınmışlar. Böyle tuhaf bir durum. Hepimizi tek tek, yan yana hücrelere koydular gözaltı sürecinde. 

Yani gözaltında gayet… keyifli… şarkılar, türküler… Bir kaygı yok değil, var tabi ki! “Ne oluyor?”, “Nasıl oluyor?”, “Ne kadar süre burada kalacağız?”, “Ne olacak?”  İzmir’den de biraz ne olabileceğine dair bir yaklaşım var. Bir kısmımızın tutuklanacağı fikri oraya götürüldüğümüz anda… Ben dedim ki “Bir kısmımızı tutuklayacaklar.” Öyle de oldu, dördüncü günün sonunda. Dört gün boyunca hücrede birbirimizi görmeden sadece seslerimizi duyarak, sadece lavabo ihtiyacı olduğunda, karşılaştığımız ama hepimizin birbirimizin sesini duyduğumuz bir yer. Birbirimizi görmeden. Bazı arkadaşlar epey uzak bir yerde, bağırmak durumunda kalıyorduk ama bağırıyorduk sonuna kadar, birbirimizin sesini duyalım en azından diye. Öyle bir gözaltı süreci. Ardından da işte tutuklama, cezaevi süreci.

Dokuz arkadaştan altı kişi sekiz ay kaldı… Sekizinci ayda zaten ilk mahkeme oldu Ekim’de. Üç kişi ise bizden iki ay sonra çıktı. Yani o dokuz arkadaştan üç kişi iki ay daha kaldı. Altı  kişi sekiz ay yattık biz. Diğer arkadaşlar toplam on  ay kalmış oldular.

Başından beri bizim birlikte tutuklandığımız arkadaşlarla cezaevinde de sohbet etme şanslarımız oluyordu haftada bir gün, bir saat bir araya gelip sohbet grupları oluyor. Öyle bir grup yapma şansımız oluyordu. Dolayısıyla birlikte ne olup bitiyor, nasıl oluyor değerlendirme şansımız oluyordu. Bir de sendikaların, müthiş bir dayanışmayla içerideki sendikalı kadınları çok iyi sahiplendiği bir dönem. Dolayısıyla neredeyse sürekli  çevre bağımız var. Biz artık bir süre sonra utanmaya başladık diğer arkadaşlardan. Postacı gelirken böyle avucuna sığmayan, kucağına sığmayan mektuplar kartlar geliyor. Yıllardır orada olan kadın arkadaşlar var… müebbet kalan, 20 yılını dolduran…. Bu kadar çok mektup bize geliyor arkadaşlara gelmiyor diye… Bir boyutu da şu tabi bunun: çok ciddi bir mesaj, hem cezaevine hem sisteme çok ciddi bir mesaj. Mesela, bu mektupların bu dayanışmanın, kapı önünde yapılan eylemlerin, gardiyanların tutumunu da etkilediğini düşünüyorum.  Bu arada o bölümdeki gardiyanların hepsi kadındı o kısımda. Velhasıl bu bir araya gelmelerimizde, bu yaşadığımız şeyin nereye düştüğünü anlamlandırmak üzere sohbetler ediyorduk gerçekten de.  O sohbetlerde biraz şekillendi bizim savunmalarımız da.. Birlikte… O kadınlarla beraber, o sohbetlerden çıkan savunmalar, sonuç itibariyle şimdi düşünün KESK, SES, Tüm-Bel-Sen, bizden kısa bir süre sonra Eğitim Sen… KESK’teki, HABER-SEN, Haber-Sen’in Kadın Sekreteri de… Neredeyse bütün kadın Yürütme Kurulu üyeleri cezaevinde… Bunun yanında Ankara’da ciddi çalışma yürüten kadın arkadaşlar cezaevinde. Bunun karşılığı ne olur? Bunun karşılığı doğrudan KESK gibi bir yapının içerisindeki, emek hareketi içerisindeki, belki de Türkiye’deki siyasal örgütlerin içerisinde de kadın çalışmaları açısından, kadınların kurumsal yapı içerisindeki var oluşu açısından KESK’in başka bir önemi var ve bu operasyonlarla doğrudan ona dönük bir hamleydi diye düşünerek biraz öyle yaptık. Hepimizin kişisel olarak da aslında… Çoğu anne, çok küçük bebeği olan arkadaşlar vardı, bunun yanında genç kadınlar vardı diğer taraftan. Cezaevi de bambaşka şeyleri öğrendiğimiz bir zaman, bizim için orası da bir öğrenme, deneyim süreciydi diye düşünüyorum aynı zamanda.

Birçok şeyle yüzleşme denebilir, daha içsel bir şeyden bahsediyorum. Yani mücadele her halükarda bir bedel gerektiriyor. Bunu hep söyledik, bunu bilerek de girdik ama bu ağır bir bedel. Yani, bir insanın bırakın birkaç yıl, bir saat bile kendi kapısını açamadığı, kendisinin kapısını açamadığı bir yerde bir başkasının iradesiyle kilitli kalması çok ağır bir şey. Bu bedel, bedelse, hani bununla yüzleşmek ve onun altından gene kadınların bir biçimiyle birbirine tutunarak, birbirinin elini tutarak doğrudan çıkabilmesi, bu çok büyük bir deneyim. Acı, çok zor ama önemli bir deneyim.

Çocuk küçüktü. Çok küçük değildi, bizden daha küçük çocuğu olanlar vardı ama bakacak kimsemiz yoktu Ankara’da, öyle bir problemimiz vardı. Anneme gönderelim de dedik bir an evvel, en azından şey olmasın, zaten bana geldiklerinde polis arabasına tanık olduğu için çok gerilmişti, hiç sesini çıkartmadı, hiç tepki vermedi ama çok üzüldüğünü biliyorum. Doğum gününden iki, üç  gün önceydi, tek söylediği şey oldu “Sen şimdi doğum günüme gelemeyecek misin?” oldu. Anladım ki, o da tutuklanmamı bekliyor, yani o da hani uzun süre gelmeyeceğim konusunda bir konuşma yapmıştık öncesinde. Baba da gidince bir de babanın da hani o polis aramasını yaşamasını istemedik. Olabildiğince erken, okullar kapanmadan anneme gönderdik. Çünkü operasyonlar peş peşe devam ediyordu ve bizim açımızdan çok beklenmedik bir şey değildi bir operasyon daha. Babasına tanık olmadı, hani o polis aramasına tanık olmadı ama ikimizin birden cezaevinde olması, aynı gün ayarladık görüş günlerini, işte cezaevi yönetimiyle de yazışarak. Geldi bir beni gördü, gitti öbür tarafta aynı kampus içerisinde babasını gördü, gitti. Onun açısından da bizim açımızdan da en zor kısmıydı işin diyebilirim.

KHK ile bir de ihraç yaşadık. İkimiz de.  İkimiz de beraber ihraç olduk ama, ben sadece kendi açımdan değil, diğer kadınlar açısından da, ihraç meselesinin kadınlar için başka türlü bir saldırı olduğunu düşünüyorum. Gerçekten bizim için dünya kadar bariyeri aşmak demek bir meslek sahibi olmak. Tamam, bütünüyle bağımsız, ekonomik bağımsızlık değil aslında ama belli oranda sizi erkeğin karşısında güç yapan. Ya da işte, çevre, sosyal çevre açısından da söylüyorum. Etrafınız açısından da sizi biraz daha bağımsız kılan bir şeyken, kadınların ihraç edilmesiyle, erkek arkadaşların ihraç edilmesi arasında bir fark olduğunu düşünüyorum. Bizi iki kere cezalandırmak demek. Çünkü zaten öğretmen olabilmek için dünya kadar engeli, bariyeri aşmak zorundasın. Bir kere ulaştığın hedef, erkeklerle eşit bir yarış sonucu değil, bir de üstüne ihraç edilmen ekonomik anlamda yeniden bir… benim gerçi artık erkeğe bağımlılığım kocadan da değil, onun da yok ama birçok arkadaş açısından yeniden öyle bir bağımlılık olması demek. 

Yıllarca kendi hesabını kitabını kendin yaparken, birinden geçinmek için para istemek durumunda kalmak çok ağır bir şey. Bir kadın için çok daha ağır bir şey. Annem hep öyle söylerdi yıllarca “Bir kadının bir erkekten, üstelik de evin ihtiyaçları için para istemek zorunda kalması kadar ağır bir şey yoktur. Bir biçimiyle okuyup hayatınızı bunu düşünerek kurun” derdi. Şimdi diyor ki “Şimdiye kadar bu şekilde yaptın, şimdi de ihraç oldun, işinden oldun”.  

İhraç çok büyük bir gasp, bunun mutlaka bir şeyi… olacak, umutsuz değilim, bugün, yarın, üç yıl, beş yıl sonra bu işin gasp kısmı bir biçimiyle telafi edilecek, bertaraf olacak, telafisi yok da… İade edilecek, biz her halükarda yeniden görevlere, işimize geri döneceğiz. 

Ama hayatın sonu da değil diye düşünüyorum açıkçası ihraç olmak. Yani, hayatınızı devam ettirmenin, var olmanın, insanın hayatında bin bir türlü yolu var yöntemi var ve kadınlar olarak, ben kendimi bu açıdan diğer arkadaşlardan, erkek arkadaşlardan daha şanslı görüyorum. Bizim için zaten yaşamı sürdürmenin bin türlü şekli, yöntemi vardı, onları hayata geçirip şimdi biraz da kolektif çalışmayla, biraz dayanışmayla ayakta durabileceğimiz bir dönem aynı zamanda.

İhraç edilen kadın arkadaşlarla birlikte oluşturduk:  El emeği başka ürünlerin de olduğu, bir kolektif üretim atölyesi. Uzun sürdü, beş, altı ay nasıl yapacağımız üzerine, kimlerle yapacağız, nasıl birbirimizi bulacağız, nasıl ulaşacağız üzerine yürüttüğümüz tartışmalarla oldu. Büyük bir emek var, sonunda çok güzel bir şey olduğunu düşünüyorum ben. Bir dayanışmanın farklı bir biçimi diye düşünüyorum, çünkü gerçekten  bu beş tane atölyeyi kuran kadın arkadaşın emeği çok büyük ama sadece onların var ettiği bir şey değil bu atölye. Biraz Batıkent merkezli bir şey ama etrafımızdaki 20-30 tane belki daha fazla kadın arkadaşın birlikte emek vererek, dayanışmayla ortaya çıkarttığı bir şey. 

Beş kadın arkadaş kendisini ayakta tutacak şu anda, belki oradan başka kadınlarla ilişkilenecek bir atölye kurmuş oldular ve bir biçimiyle geçimlik üretime başladılar diye düşünmek gerekir. Bu dönemin en önemli direniş hatlarından bir tanesi diye düşünüyorum. Hem kendimizi çok daha iyi hissetmemizi sağlıyor, birbirimize dokunuyoruz. 

Ortaya çıkarttığımız, ürün değil de, çalışma biçimi, yıllardır özlemini duyduğumuz çalışma biçimi. Yani kimsenin, kimsenin patronu olmadığı, kimsenin kimseye emir vermediği, işlerin beraberce kotarıldığı. Sadece iş üzerine değil de aynı zamanda bir sürü şeyin de sohbetinde yapıldığı aynı anda. Birbirimizin hayallerini dinlediğimiz, hepsinin de çok kıymetli bulunduğu hepsinin de sıraya koyularak, yapmak istediğimiz bir atölye. Güzel bir atölye oldu. Kadınlar birlikte, hem de çok iyi vakit geçiriyoruz. Her şeyden önemlisi bu dönem yalnız kalmak, dönemin en ciddi problemi diye düşünüyorum. O çok umutsuz kılıyor, yalnızlık hissi çok korkutucu bir şey. Bu açıdan da çok kıymetli benim için. 

Örnek olur erkek arkadaşlara da umarım. Ben mevcut sürecin sendikal hareket açısından hem saldırıların çok yoğun olduğu hem de bizim sendikalar açısından bir yenilenme döneminin kendini hızla dayattığı bir dönem olduğunu düşünüyorum. Yirmi yıllık bir emek bu bahsettiğimiz, basitçe bir “sendikalar tarihi” değil ki! Sendikalar tarihi dediğin şey, bizim kısa bir hayat hikayemiz aynı zamanda, yıllardır bizim emeğimiz. 

Bugün gerçekten bizim açımızdan yeniden  düşünmenin, yeni biçimleri tartışmanın, hem kendi içinde mekanizmalar açısından hem de mücadelenin seyri açısından bir dönem, bir eşik. Önemli bir dönem. Buradan bir ‘yeni’ çıkacak belli ama. Deseniz ki nasıl bir şey çıkacak ben tam olarak tarif edemem ama her halükarda şunu da tarihten biliyorum, mutlaka bu süreci karşılayacak bir ‘yeni’, bir emek hareketi çıkacak. Sendika formunda mı olur, sendika formu kendini dönüştürür, başka bir şey olur ama ben emeğine sahip çıkmak olarak bakıyorum birazcık.

Şubelerde şimdi ihtiyaç var. Görev alma ihtiyacı var bu dönemde. Hem insanların iş yerlerinden, hem sokakta çok yoğun baskıya uğradığı bir yerde, yıllardır bu işi yapmış arkadaşların biraz emeği, biraz deneyimini katabileceği, yeniden belki de umut da olur diye düşündüm. Tam da böyle yani, bir sürü şeyle karşı karşıya kalmışsın ama hem sisteme bir mesaj hem de arkadaşlarımızla ilişki açısından önemli bir şey diye düşünüyorum. Yıllardır çok kızdığım bir şeydi. Yani bizim kurmak istediğimiz mücadele ettiğimizi hayatın içinde böyle bir hiyerarşi mi var… Konfederasyon neyse Şube de odur, İşyeri Temsilciliği de bir o kadar, hatta zordur. Tam da Şubelerde görev alınması gereken bir dönem olduğunu düşünüyorum. Asıl şimdi Şubelerin daha aktive edilmesi gerekiyor. Şubelerin bütün bu tartışma zeminlerine olanak açacağını düşünüyorum. Bunun için Şubede görev aldım, bence şimdi Şube yürütmelerinde herkesin görev alması gerekiyor. Hiç öyle “Ben eskiden…”, “eskiden…” falan denecek bir dönem değil diye düşünüyorum. 

Nasıl baş ettiğimle ilgili olarak, yani oturup düşünüp “Dur ben pes etmeyip de şunların canına okuyayım” demiyorum da gerçekten. Şuna inanıyorum: Bundan daha iyi yaşayabileceğimiz  bir hayat var. Etrafımızda da çok fazla acı var şimdi, sağıma soluma dönüyorum her yanım çok büyük acı yani şimdi Ortadoğu’ya bakıyorum, yanı başımda Cizre’ye Sur’a, Nusaybin’e bakıyorum. Herkesin hiç  pes etmediği, direndiği bir dönem aynı zamanda da. Bundan sonra, ağırıma gider bütün bu bedele rağmen karşılığında evde oturmak da. Yorulur muyum? Belki yorulurum, Sonsuza kadar böyle bir şey yapacağım hali yok, insanlar yorulabilir de, biraz dinlenmek de isteyebilir. 

Korkmak da çok normal, çok da korkuyorum, korku çok insanî bir şey de. Sürekli korkuyla yaşayamıyorsun ister istemez, bir de böyle alışmışız ya, yıllardır aynı şeyle yaşamak. Etrafımdaki arkadaşlarla da ilgili biraz galiba; Fikret’in çok önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum, eşimin, onun da çok önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Ben mesela çabuk etkilenirim, böyle duygusal bakarım, içselleştiririm. Ama erkekler biliyorsunuz her şeye belli bir mesafeden bakabilirler ama zaman zaman biraz rahat olmak gerektiğini de düşünüyorum aslında. Her şeyi içeriden yaşamak, yine zaman zaman dışarıdan bakmak, Fikret’in öyle bir bakış açısı var. Dolayısıyla böyle zaman zaman, o anlamda destek de aldığım oluyor. Söylemiyorum tabi ona destek aldığımı (gülüşmeler). Ama böyle bir tarafı var, hayatımı kolaylaştıran bir tarafı var. Etrafımda arkadaşlarım var, sanırım öyle direniyoruz, yoksa açıklanabilir bir tarafı yok. Bakıyorum gerçekten bu kadar üst üste üst üste hepimizin yaşadığı şeyin, insanî bir tarafı yok ama bizdeki bir inat. 

Bir taraftan sendikanın mevcut geleneksel alışkanlıklarını, bir taraftan da dışarıdan sendikaya dönük bu kadar yoğun, eril baskıyı falan düşündüğümde, geldiğimiz yerin, sendikalar açısından azımsanmayacak bir yer olduğunu düşünüyorum gerçekten de. Tam istediğimiz noktada mıyız? Değiliz. Mesela hâlâ KESK’te Kadın Sekreterliğinin olmadığı iş kolları var. Kotadır, eşit temsiliyettir tartışmalarının ya başlamadığı ya da başlamasına izin verilmediği yerler var. Belli iş kolları kadın çalışmaları açısından biraz daha yol aldı. Belli iş kolları yolun çok başında hala. Dolayısıyla tam anlamıyla istediğimiz yerde, bütünüyle topyekun istediğimiz yerde değiliz denebilir. 

Ama şimdi, artık bir şubede Kadın Meclisinin, kadınların aldığı kararların, kadınlar tarafından alınan kararların bir karşılığı var. Komisyonların yaptığı işlerin bir karşılığı var, Kadın Sekreterliğinin bir karşılığı var. Eğitim Sen açısından ya da SES açısından, BES açısından söylersek. Bunların bir karşılığı var artık. Yok edilebilecek şeyler değil. Kadın Meclislerinin bir karşılığı var. Üzerine yeniden belki çalışılması düşünülmesi lazım, daha işlevsel hale nasıl gelir. Ama KESK’te mesela Kadın Birimi vardı, ben o kadın biriminin yürütme deneyimi açısından iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Benim dönemimde de bir tek o birim çalışıyordu.

KESK Kadın Birimi olarak geçiyor KESK tüzüğünde. Genel Merkezin içerisinde bulunan çalışmak isteyen kadınların, isteyenlerin, aslında hepsinin… Kadınlar kolektif çalışıyorlar, öyle bir yönü var. Bu tip ortak karar alma mekanizmaları açısından kadınların kazanımı diye düşünüyorum. Kadınların sendika kültürüne kattığı şeyler olduğunu düşünüyorum. Belki Türkiye’de emek hareketi içerisinde de bir karşılıkları var. Aslına bakarsanız biraz o zaman dünya deneyimlerini görme şansım olmuştu. Dünya deneyimleri açısından da KESK’teki kadın çalışması, varlığı Avrupa’da da ciddi örnek aynı zamanda. Uzun zaman ETUC’un (European Trade Union Confederation) çalışmalarına gidiyorduk, birçok yerde %30 kota için ciddi bir mücadele kampanyası örgütlemeye çalışıyorlardı. Biz gittik “Şimdi bizde %40 kota var, biz şimdi %30 kota için kampanya yapamayız ama biz başka türlü yapalım, sorunlar bütünüyle çözümlenmiş değil, %40 kota olmakla” dedik.  Dünyada her tarafta buna dair tartışmalar yürürken, bizim aldığımız yol genel anlamda da küçümsenecek bir yol değil. Velhasıl hala birçok şeyle mücadele ediyoruz ama kazandığımız şey de hiç küçümsenir bir şey değil. Sendikaları getirdiğimiz yer de, kadınlar açısından,  olduğumuz yer de hiç küçümsenir bir yer değil, diyorum.

Ben hep şunu düşündüm şimdiye kadar: Az değil yirmi iki yıl! Ben mesela sendika ve kadın çalışmaları deyince, şimdi size hayatımı anlatacağım diye başlıyorum bazen. Sendika ve kadın dediğimiz şey, sendikalarda var olma halimiz, 20 yılı geçmiş. 20 yıldır çalışıyoruz. Ama yazılı Kurultay belgeleri dışında, Kadın Kurultayı belgeleri dışında,  kendimizi yazdığımız, anlattığımız bir şeyimiz yok. Hep en temel ihtiyaçlardan biri olduğunu düşünmüşümdür bunun. Biz şimdiye kadar ne yaptık, neler yaşadık nasıl buralara geldik? Bir sürü genç kadın arkadaşa bunları anlattığımızda “biz eskiden” diye tarih anlatan kadınlar olduğumuzda… Onlar da başka başka zorluklar yaşıyorlar ya da bizim de yaşadığımız zorlukları yeniden yaşıyorlar. Bütün bu deneyimleri biz nasıl anlattık, biz nasıl yaşadık. Biz öyle yaşadık ama belki şimdi genç kadınlar başka türlü çözümler üretecekler. Türkiye’de de kadın hareketi çok güçlendi çünkü. Ama bunu bir şekilde birbirimize aktarmanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. Onun için bence  tarihimizin kaydını tutmak çok önemli. Hele kadınca bir yöntemle tutmak hepsinden önemli diye düşünüyorum. 

Menü POPUP