Ütüyü babam yapar
Nilgün Aklar
Tüm Sosyal Sen, (daha sonra) Büro Emekçileri Sendikası – BES, Ankara, 1990’lardan 2000’lere değin
Sendikal süreç, bizim klasik devlet memuru kalıplarımızı kırmış oldu. O kalıp kırıldıktan sonra siyasette daha rahat adım atmaya, daha çok görev almaya başladık. Kadın bu işlerle ilgiliyorsa, artık aile de ilgilenmek zorunda kalıyor. Anne baba etkileniyor. Koca etkileniyor. Çocuklar etkileniyor. Çocuk böyle bir ailede büyümeye başlıyor. Çünkü anne siyasetle ilgileniyor. Evde iş bölümü değişiyor. Çocuk onun farkına varıyor. Ben bunu Zeynep’te yaşadım. İlkokulda kitaplardakine itiraz etmeye başlıyor. “Hayır, ütüyü benim babam yapıyor” diyor mesela.
Nilgün Aklar ile sözlü tarih görüşmesi 2017 yılında yapılmıştır.
1953 doğumluyum. Aslen İstanbulluyum. Aile tarafım İstanbul. Göçmenlik var, Boşnaklık ama doğma büyüme Ankara’dayım. Yüksek lisans mezunuyum. Ekonomi, Maliye, İdari Bilimler. Evliyim. Sendika bayrağını teslim ettiğim bir kızım var. Onun dışında uzun yıllar, 80 öncesi TÜM-DER (Tüm Memurlar Birleşme ve Dayanışma Derneği) üyesiydim. İşyeri temsilcisiydim. İş ve İşçi Bulma Kurumunda çalıştım. Daha önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığındaydım, orada TÜM-DER’in işyeri temsilciliğini yaptım. TÜM-DER’in açılımı “Tüm Memur ve Çalışanlar Dayanışma Derneği, TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği)gibi o da meşhurdur. TÖB-DER ile TÜMDER’dir zaten. Eski TİP kökenliyim. 1980 civarlarında evlendim. Zeynep kızım oldu. Ondan sonra sendikal çalışma. O arada çok fazla bir siyasi faaliyetim olmadı. Küçüktü çocuğum. Çok zor koşullarda büyüttüm. O zaman ebeveyn izni ya da annelere doğum izni yoktu. Mecbur kaldım, yuvaya verdim zaten. O yüzden de ikinciyi doğurmadım. 1990’lı yıllarda kadının istihdamının geliştirilmesi, 1985 Nairobi, Dünya Kadın Konferansı kararlarında ve Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi, CEDAW Sözleşmesine binaen Türkiye’de de bir resmi kurum kuruldu. Kurumun içinde birdenbire buldum kendimi, kuruluş çalışmalarında çünkü, o dönem ben hep siyasi olduğum için sürekli kızak kadroda olan biriydim. Tek kadın uzmandım. APK (Araştırma, Planlama ve Koordinasyon) uzmanlığı. Müdürleri alıp APK uzmanı yaparlar resmi dairelerde. Tek kadın ben olduğum için İmren Aykut döneminde Kadını Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğünde ilk kuruluş çalışmaları başladı. Onun içinde buldum kendimi. Ondan sonra sendika, siyasi parti…
Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü önce kararnameyle kuruldu sonra yasası çıktı. O genel müdürlükte çalışırken kadrom İş ve İşçi Bulma Kurumundaydı. Halime’nin de öyledir. Onun da kadrosu SSK’ydı biz aynı odada çalışıyorduk. Kadrolarımız kendi kurumlarımızda. Toplantılar yapılmaya başladı SSK’da İşçi Bulma’da. Daha doğrusu, SSK’da esas sendika çalışması başlamış SSK çalışanları arasında. Sonra İşçi Bulma Bağ-kur ve Çalışma Bakanlığından tanıdık arıyorlar. “Sen de katılır mısın?” dediler. Kurucu üye. Daha sonra bir işkolu sendikacılığından daha ziyade, işyeri sendikacılığı bazında kuruldu. Çalışma Bakanlığı ve bağlı kuruluşlar. Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşlar bir sendika şeklinde. Sonra işkolu tartışmaları başladı. Yıl 1991. Çünkü 1992’de kuruldu. O toplantılara ben Kadının Statüsünde çalışmama rağmen işçi bulmada çalışan biri olarak katıldım. 241 kişi ile kuruldu Tüm Sosyal Sen. Dokuz kişi İş ve İşçi Bulma Kurumundan, gerisi SSK’dandı. O dokuz kişinin içinde ben de vardım. İ
lk geçici yönetimde MYK’da (Merkez Yürütme Kurulu), Sosyal ve Dış İlişkiler Sekreteri olarak görev aldım. Daha henüz sendika konusunda bilgim de yoktu. Olsaydı biraz daha cebelleşirdim, ben niye Örgütlenme Sekreteri olmuyorum, diye. O zamanlar bunun esprisini de çok yaptım. İngilizce biliyorum diye belki, Dış İlişkiler. Bir de İşçi Bulma’dan bir kişiyim. SSK’lı bunlar hep, aralarında birbirlerini sevenler de var. İşçi Bulma’dan yabancı biriyim. O yüzden bana “Buyurun Nilgün Hanım, ilk geçici MYK’da bu sekreterlik”, denildi. Sonra tekrar yönetime girdim. Bu arada da Kadının Statüsü’ndeki çalışmalarımız sürüyor. Fakat Kadının Statüsü’nde diğer resmi dairelerden farklı olarak biraz daha gönüllülük temelinde bir çalışma vardı. Resmi devlet memuru gibi değil. 8.30’da gidelim 5.30’da çıkalım değil. O arada sendika çalışmalarına da gidip geliyordum. Daha sonra orası da biraz resmi kurum biçimine dönüştü.
Daha önce de örgüt çalışmasını bilmeyen bir insan değilim. TÜM-DER’li olmuşum. İşyeri temsilciliği yapmışım. Örgütlü olmaya inanan ve zaten işyerinde de illa adının sendika olması şart değil ama sürekli cebelleşen. O yüzden de cezalar alan, ikramiyesi kesilen biriydim. Hiçbir zaman klasik bir devlet memuru olmadım. Zaten yapımda o vardı. Özellikle Kadının Statüsü’nde falan eylem günü, genel müdür ismini söylemeyeyim, bizi toplantıya çağırdığında ben “Hayır yok, bugün eylem var. Gitmemiz gerekir” dediğim için de tepki alan bir insandım. SSK’dan arkadaşlarla dışarıda da görüşüyoruz. İşçi Bulma’dan iş yerlerinde toplantılar yapılırken, beni buldular. Belki biraz da aktif olduğumu bildikleri için. TÜM-DER’den dolayı.
Sonra ben İşçi Bulma Kurumu’nda toplantı yapmaya başladım. Dokuz kurucu üye çıktı topu topu. Gerçi nüfusu az İşçi Bulma’nın. SSK gibi büyük bir kurum değil. Ama şunu diyen çok oldu. “Kurun da bakalım. O zaman bakarız.” Ya da ikinci, üçüncü sendika toplantısında hemen fayda sağlamaya çalışan oldu. Biz konuşuyoruz, ediyoruz da benim kadrom ne olacak gibi, çok kısa sürede fayda sağlamaya çalışan oldu. O yüzden toplantı sayısı da gittikçe düştü. En sonunda dokuz kurucu üye bulmuşuz.
1992, 11 Mayıs’ta kurduk Tüm Sosyal Sen’i. İlk geçici MYK’da vardım. Sosyal ve Dış İlişkiler Sekreteri. Eylül, Ekim gibi ilk Genel Kurul’da tekrar seçildim. Aynı kadro devam ettik. O herhalde iki sene sürdü. Ondan sonra Kadından Sorumlu Devlet Bakanının danışmanı oldum. Önay Alpago’nun. 1994. Hem danışman olup, hem MYK’da sendikada olmak mümkün değildi. Orada şöyle bir şeyim oldu: Kadının Statüsü, Aile Araştırma Kurumu ve Sosyal Hizmetlere bağlı devlet bakanlığında. Burada da Sosyal Hizmet Sen var. Ben Önay Hanım’la çalışırken, kadın konusunda da danışmanlık yapmaya çalışıyordum. Sosyal Hizmet Sen’le Önay Hanım’ı çok görüştürdüm. Hiçbir sendika bu kadar bakanla görüşmemiştir. Ya da bakanla her gittiğimiz ilde sosyal hizmetlerde benim mutlaka Sosyal Hizmet Sen’lilerle ikinci bir toplantım oluyordu. Kendim Tüm Sosyal Sen’liyim. Tüm Sosyal Sen’lilerle toplantım oluyor. Devlet işim bittikten sonra iki ayrı sendikanın toplantılarına da katılıyorum. Geliyorlar konuşuyorlar otelin lobisinde, orda burda. Mutlaka gittiğim seyahatleri değerlendiriyordum. Hatta 20 Aralık 94 eylemi. Çünkü Önay Hanım vardı. O eylemde mi, yoksa daha mı önceydi. Başka bir eylem miydi? O dediğim ne eylemiydi bilmiyorum. Sonuçta Önay Alpago’nun kocası da Konur Sokak’taki hastanenin başhekimiydi. Yıldırım Alpago. İkimiz “Biz yarın yokuz, grevdeyiz” dedik.
Daha sonra tekrar İş ve İşçi Bulma Kurumu’na döndükten sonra, burada baştemsilcilik yaptım. MYK’dan sonra. İşyeri baştemsilciliği. İki dönem MYK’da sonra baştemsilcilik yaptım. Sonra bakanla çalıştım. Döndüm Refahyol döneminde, önce Anayol galiba, o dönemde ben geri döndüm İşçi Bulma’ya (İş ve İşçi Bulma Kurumu). Önay Hanım Tansu Çiller’le çalışmaya başladı. “Ben yapamayacağım, bağışlayın” dedim ve döndüm İşçi Bulma’ya. 1994’te bizim sendikada genel başkan ayrı seçilmiyor. Dokuz kişilik yönetim seçilir. İçinden bir kişi genel başkan olur. Kadın kotası yok. Şimdi var herhalde. O dönem kadın kotası yok. Biz üç kadın. 6’da 3. Yine biraz kota gibi, fena değilmiş! Fakat tabi bu yetmiyor. Biyolojik olarak kadın olmak yetmiyor. Ben her toplantıda, genel başkan olduktan sonra, gündeme ilk madde olarak kadın konusunu getiriyorum. Onu anlaşalım, halledelim, diğer maddelere geçelim. Bir de nabız ölçüyorum. El kaldırıyorum, benim kadın arkadaşlarım bile el kaldırmamışlar. Bir süre sonra, ben bunu daha tatlı sert halletmeye çalıştım. İki yıllık genel başkanlık dönemimde şöyle şeyler yaşadım: İstanbul’daki KESK GYK toplantısında Eğitim Sen’den büyük bir ihtimal, hala görüyorum, nerede oldu tam hatırlamıyorum karşı tarafta bir yerde, biri bu kotayla ilgili çok ağır konuştu: “Acındırıyorsunuz kendinizi. Kota mı istiyorsunuz?” diye. Toplantı bitmek üzere, ben arkadayım. Yeni Genel Başkandım. Böyle böyle masaya vurdum. Sonra tutamadım kendimi öne gittim. Birisi beni tuttu, kolumdan. Sonra akşam kendi MYK üyelerimden Karslı bir arkadaşım, “Ben seni böyle bilmezdim başkan, bayağı feministmişsin!” Çok pişman oldu galiba beni seçtiğine… Bu bir örnek.
Bir başka örnek: O zamanki Sabah gazetesinin ekinde de bir haber çıktı benimle ilgili. “Sendika bir kadına teslim edildi” diye. Beni tanıyan bir kızcağızdı Kadın Bakanlığı’ndan. Hatta eksik de yazmış. Mesela o konuda da bazı MYK üyeleri “Böyle şey bir gazete, burjuva gazetesinde ne işim varmış?” dediler. Burjuva, murjuva! Çıkmış ya gazetede. Sonuçta biz sendikaları daha tanıtma aşamasındayız. Meşruluğunu anlatma aşamasındayız. Yasa masa yok ortada. Milliyet gazetesinin o zaman çalışma sayfası vardı. Atilla Özsever. Onunla çok görüşmem olmuştur. Çok sendika haberimi yayınlamıştır. Yazgülü Aldoğan vardı Günaydın gazetesinde. O benim liseden, yatılı okuldan arkadaşımdır. Onlara “Şunu yazarsanız iyi olur” diye haber uçururdum.
Ben sendikanın görüşlerini, toplantıdan çıkan notları, oturuyorum kendim hazırlıyorum. ‘Şunu hazırla” diye Genel Sekretere söylemiyorum. Şimdiki gibi değildi. Kendi metnimizi kendimiz hazırlardık. “Vereyim de uzmanım, çalışanım hazırlasın”, öyle bir şey yoktu. Her şeyi kendimiz hazırlardık. O yüzden de savunurken, daha kolay oluyordu, daha rahat anlatıyordum duygularımı GYK’da (Genişletilmiş Yönetim Kurulu) konuşurken.
Genel başkan olmadan önce de bir sürü eyleme katıldım. Dayak da yedim. O zaman bir ara Siteler, Etlik’te bir mitingde dayak yemiştim. Dayak yiyen üç kadından biri bendim. Kaçamadım herhalde. Buradaki SSK İş Hanı’nın önündeki bir eylemde de düştüm. Beni karga tulumba kaldırdılar dizlerim yara bere içinde, köpekten korktum falan. O tip şeyler yaşadım. Bir hafta on günlük genel başkandım.
5 Haziran Habitat eyleminde, 1995’te İstanbul’a gittik hem de GYK toplantısı var. Ve benim ilk KESK’e gidişim. KESK bir ara çıkmaz bir sokakta o zaman. Terkoz Çıkmazı. KESK’e gittik. Zaten biraz sonra yol kapandı. Benim de ilk gözaltına alınışım. Karga tulumba biz, Gül Hanım falan. Biz üç kadındık sendikadan Ankara’dan giden. Bir gece kaldık orada. Erkekler burada Ankara’da oturmuşlar. Eşim pasta çörek götürmüş. Telefonlar yazışmalar. Bir de cep telefonu yok. İşin bir zorluğu da o. Bir 11 Aralık eylemiydi, hatırlamıyorum. Altı kez Kızılay Sıhhiye arasında gidip geldiğimi hatırlarım. Orada olay oldu git bak, burada oldu git. Bir tek Eğitim Sen Genel Başkanının cep telefonu vardı, bildiğim kadarıyla. Öyle bir gözaltı olayı var işte.
Kızılay’daki 15 -16 Haziran’da bir disk kayması geçirdim. ikinci kez aday olmadım genel başkanlığa. (Sendikalar Yasası tasarısına dahil edilmemiş olan grev ve toplu sözleşme hakkını koydurmak için) 15-16 Haziran’da Kızılay’ı kapattık. Oturma eylemi. 1995 miydi o? 1996 mıydı? Bayağı kapattık yani. Ertesi gün akşama kadar da orada kaldık. O eylem sırasında belki kadın olmanın zorluklarıyla ilgili bir şey söyleyebilirim. Gece de kalınmaya karar verildi orada. Ankesörlü telefondan eşimi aradım. Dedim ki, „Ben bu gece burada kalıyorum.. “İyi kal, bir daha da geri gelme!” dedi bana. Sonra bir arkadaşım dedi ki “Sen bi git.” Fırladım eve gittim. “Buyur, geldim” dedim. “Ne olacak? Bütün herkes orada, ben buradayım, ne oldu?” Ses çıkarmadı. Masanın üstüne kuruyemiş, incir, bir tane battaniye… “Bunları götürebilirsin, geri gidebilirsin.” dedi. Döndüm.
…
İlk aidat kesimi İşçi Bulma’da başlamıştır. Ondan önce makbuz karşılığı kesiliyordu. Genel Başkanlık dönemim Refahyol dönemiydi. Hakikaten zor bir dönemdi. Çok sürgünlerin yaşandığı cezaların alındığı. Özellikle SSK’da yaşandı. O dönemde Necati Çelik, o da aslında eski bir sendikacı ama Çalışma Bakanı. Çalışma Bakanıyla benim gazete üzerinden “Onun kellesini kopartacağım!”, “Gel kopart!” gibi karşılıklı basın açıklamalarımız oldu. Onları hep sakladım da, kim bilir nerede gazete kupürleri? Ama şöyle bir şey oldu. İşyerinden sürme olayı bu dönemlerde oluyor. Onu yapamadılar ama devlet memuru olarak basın açıklaması yapmam nedeniyle, disipline verildim. Kınama cezası aldım. “Uğraşma, etme” dediler, aylıktan kesim aldım. İkramiyem kesildi.
Mücadeleyi seviyorum. Daha önce de çalıştığım işyerlerinde çok baskı altında kaldığım için, bu bana çok yeni bir baskı yaratmadı. Hatta bir teftiş kurulu, disipline gittiğimde çok açık konuşunca şaşırdı müfettiş. “Ama” dedi “Dobra dobra konuşuyorsun, ceza alırsın Nilgün Hanım.”
Bazı konularda aileyle ilgili sıkıntımız olmasına rağmen, bazı konularda da eşim müfettiş EGO (Elektrik Gaz Otobüs) Genel Müdürlüğü’nde. O Tüm Bel-Sen’e üye değil. Oradaki bazı olumlu uygulamaları bana söylüyordu. Ben ona “Hukuk danışmanımsın benim” diyordum. Bazı şeyleri bana getiriyordu. Akşam oturup, ders çalışıyorduk. SSK mevzuatını öğrenmeye çalıştım. Hiç bilmiyorum. Ama Kılıçdaroğlu genel müdür. Oradan tanırım. Tipik bir devlet memuru. Tabii böyle dürüst, daha demokrat. Ama yine de o bürokratlık tarafı çok ağır basıyor.
SSK’nın önünde yaptığımız basın açıklamalarında, çıkıntıların üzerine çıkarttıklarında beni, o zaman pantolon falan da giyemiyorsun, eteklesin. Seyahatlere pantolonla gidiyorsun… Bir şey derken başka bir şey aklıma geliyor… En son durduğumuz yerde otobüs, nerede şimdiki gibi uçak, özel araç. En ucuz otobüs biletiyle gidiyorsun. Yolda pantolon giyiyorum. En son durakta tuvalette pantolonumu çıkarıp eteğimi giyiyorum. Ama bir erkek arkadaşın böyle bir zorluğu yok. Elini kolunu sallayarak gidiyor. Benim elimde hep çanta var. Onlar çorap bile değiştirmiyor belki, allah bilir. Bu KESK GYK’sında (Genişletilmiş Yönetim Kurulu) çok konu edilmiştir. Çok yorulduğum, zaman zaman bezdiğim zamanlar oldu. Hatta Zeynep on yaşındaydı. Bir sıkıntı hissettik. Çevremin de biraz ısrarıyla psikoloğa götürdük. “Annesini çok özlüyor!” Kabak benim başıma patladı yani. Sonuçta anne…
…
Ben erkek olsaydım… muhtemelen benim kendi annem bile “Kızım kocandır, geç gelir. Sendikacı o, çalışıyor” derdi ama ben kadın olduğum için “Eee haklı ama Ahmet, Nilgün. Her gece her gece de olmaz geç kalmalar… olaylar…” Mitinglere bazen eşim beni kendi götürmek istiyor. Ama bana diyor ki “Dikkat et kendine.” Ben arabadan iniyorum.
İlk genel kurul bitti, akşam MYK toplandı. Ben genel başkan seçildim. Biliyordum olacağımı. Ama eşim istemiyordu. “Kal, kutlayalım” dediler. Bitirdik toplantıyı. Jeoloji Mühendisleri Odası’nda. Eşimi aradım. Karşımda hepsi oturuyor. Ben Genel Başkan koltuğunda. “Ahmetçiğim” dedim cep telefonu yok. Sendikanın telefonundan. Saat de 21.00 falan. “Seçildin, değil mi?” dedi bana. “Evet” dedim. “İyi halt ettin!” dedi. Belli etmiyorum. “Tamam, evet biz” dedim “şimdi kutlamaya gidiyoruz, gelir misin oraya?” “Ben yemeğimi yedim gelmiyorum” dedi. “Peki, oldu, tamam” deyip kapattık.
Gittik jeolojiye. Yarım saat sonra eşim girdi içeri, elinde bir şampanya şişesi. Herkes tabi bayıldı. “Ne iyi koca”. Onlarla konuştu etti. Dönerken bana dedi ki. “Ya ben, ya sendika. Ya evliliğimiz, ya sendika.” Ben hep gördüm blöfü. “Sendika.” Zamanla o da alıştı ki, dönüşü yok bu işin. ‘Ben bunu yapamayacağım, başını eğemeyeceğim” dedi herhalde. Bunları şimdi gülerek anlatıyorum. O dönemler sabahlara kadar uyumadığım, ağladığım, uykusuz sendikaya gittiğim ve onları hiç belli etmediğim… Bunlar yaşandı.
...
Genel kurullarda konuşma yaparken heyecanlanıyorsun. Boyum kısa, kürsüler yüksek. Bu çok önemli. Mikrofonu çıkarıyorum dışarı, ayrılıyorum kürsüden. Gözükmüyorum kürsüde. Hepsine bir yol buldum. Ama konuşuyordum. Kadın arkadaşların gözüne, yüzüne bakıyordum toplantılarda. Halime’nin de çok katkısı olmuştur. Bazı çok çekindiğim zamanlar da oldu. Çok üstüme geldiler. “Tam tersi” dedi bana “kırmızı ceketini giy” dedi. “Hah, o kırmızılı kadın desinler” dedi. “Daha iyi” dedi. Halime’nin katkısı oldu. Kız kardeşimin oldu. Yakın kadın arkadaşlarımın oldu tabi. Onlarla da mutlaka bir zaman ayırıp konuşuyorduk, ağlaşıyorduk, dertleşiyorduk. Öyle zamanlarım da oldu.
…
Memur sendikalarının, işçi sendikalarından daha çok kadın çalışan sayısı olduğu için, ister istemez kadın üye sayısı fazla. Dolayısıyla yönetimlere yansıyor kota olmasa bile. Ama tabi orada mesela ilk bana sosyal ve dış ilişkiler sekreterliği verilmiş. Sonradan düşününce. Bazen o arkadaşlarla karşılaştığımızda gülerek anlatıyorum. Siz bana böyle yapmıştınız, diye. Kamu Çalışanları Platformu, KÇP döneminde toplantılara gidiliyor. İki erkek arkadaşımız gidiyor. Bir iki üç, İstanbul’da oluyor toplantılar. Beşi İstanbul’da olursa ikisi Ankara’da oluyor. Bir gün ben Kadının Statüsü’ndeyim. Orada Kadın Eserleri Kütüphanesi’ndeyim. Bir toplantım var. Dedim ki “Arkadaşlar devlet verecek parasını, ben Varan Turizmle gidiyorum toplantıya. İki arkadaş, sizlerden biri gelsin, ben de geleyim, göreyim şu KÇP’nin (Kamu Çalışanları Platformu) havasını.” Para da yok tabi, bir şey de diyemediler. Genel başkanla birlikte İstanbul’a gittim. Baktığımda kadın sayısı, gelenler içinde benle birlikte iki, üç diyelim. O kadar erkeğin arasında.
…
Sendika içinde bir arkadaşımız vardı Mali Sekreter. Ben ne zaman feministlik üzerine konuşsam, sonra biraz böyle sıkıntılar yaşadım. Gazete haberleriyle ilgili toplantılarda, kadınlarla ilgili ya da bir yemek yapılıyor “Eşleriniz de gelsin” diyorum getirmiyorlar. Ama çok ağır bir şey yaşamadım açıkçası. Belki ben yaş olarak çok küçük değildim, belki ondan.. Ama mesela başka yaşayan arkadaşlar oldu. Ben “Hanım” ya da “abla”ydım…
Kotayla ilgili tartışmalar benim ayrılma, emekli olma aşamalarında başladı. Ciddileşmeye başladı öyle diyeyim. Kendi sendikamda da elimden geldiğince.. Dergi çıkarttık. Zaten bir tek o dönemde, bir de benden sonra bir iki sayı daha devam etti. Kadın sayfası ayırmaya çalıştık. Oraya yazı toplamak için arkadaşlarımız kadın komisyonu kurdular ama şunu açık söyleyeyim. Çok fazla üretebildiğimizi söyleyemiyorum. Çünkü Refahyol dönemi. Ağır zamanların yaşandığı bir dönemdi. KESK camiasında da böyle sana destek olacak Eğitim Sen’li kadın arkadaşlarımızın dışında açıkçası SES’ten de olabilir ama onun dışında, bizim kendi sendikamızda birkaç arkadaşın sırtında yürüyen bir çalışmaydı. Toplantılara da koşturmaya çalışıyorduk. “Gönderiyorum, gönderemiyorum, ben yetişemiyorum.”
Kadın olmak da yetmiyor. İki kadın genel başkan var. Ya da benden sonra da bir kadın arkadaş Genel Başkanlık yaptı ama o da feminist olmayan bir arkadaştı. Onun için, sözü eksik kalıyor. Şimdi daha iyi olduğunu düşünüyorum. Şu anda değil belki, ama epey bir zaman öncesine kadar kadın sözünün daha çok söylenmiş olduğunu düşünüyorum.
Ya da benim olduğum dönemde henüz yasa mücadelesi, siyasi mücadele veriliyordu. Daha genel bir mücadele verildi. Ondan sonra kotaydı, şuydu buydu, kadın sözünün daha anlaşılır olması, daha ortaya çıkması çalışmaları daha iyi oldu mutlaka.
Şöyle konuşuluyor ya bazen bu biz siyasi partilerde de eğitim hatta ben kapalı devre eğitimden de yana olan biriyim. Gidip gelmek yerine, ayrılmayacağın bir yerde kadınların birbirlerini her türlü tanıması. Gecesiyle gündüzüyle tanıması. Genelde eğitimler böyle yapıldı. Eğitim İş’in bir eğitim programına gitmiştim Önay Hanım’la çalışıyorken, bakan adına gitmiştim. Hayatımın en güzel beş gününü yaşamıştım. Beni bakan danışmanıyım diye -kadın da olsam- biraz şey yaptılar fakat sonradan öyle olmadığım ve sendikacı olduğumu öğrenince çok güzel bir beş gün geçirmiştim. Bunların mutlaka katkısı olduğunu düşünüyorum. Eğitim çalışmalarının güç verdiğini, özgüveni artırdığını, hani bu yönetimlerde bazen denir ya, kota yoluyla geldi. Nasıl olsa beş kadın gelecek. Beşinci kadın da geldi kota yoluyla. Ben hep şunu savunuyorum. Geldi, ama bazen de zorunda kaldı. Evden çıkmak zorunda kalıyor. Gitmem gerekir, diyor. Bir geliyor, iki gelmiyor. Ama bu onda mutlaka zaman içinde kafasında soru işaretleriyle birlikte, onun cevaplarını yaratacaktır ve daha fazla gelmeye gitmeye başlayacaktır. Özgüveni artacaktır. Kendini göstermek isteyecektir. Konuşmak isteyecektir. Oraya geldiğinde erkeklerin bile konuşamadığını, hepsinin aynı şeyi tekrarladığını kürsülerden, ama aslanlar gibi bağırdıklarını görecektir. Ben bunlardan daha iyi konuşurum, diyecektir.
Hepimiz çok yaşamışızdır genel kurullarda. Kürsüden konuşurken onlar bağıra bağıra konuşurlar. Beş erkek çıkar, beşi de aynı şeyi söyler. İki erkekte, bir kadın söz hakkı istersin. Zorla zorla hatırlatırsın divan başkanına. “Atladınız. İki erkek çıktı şimdi sıra bir kadında.” Biz kadınlar, senin söylediğini ben söylememeye çalışırız. Senin bıraktığın yerden alırım. Ama erkekler öyle değildir. Daha böyle hamaset yüklü konuşurlar. Daha rahat konuşurlar daha rahat saçmalarlar. Sen saçmaladın mı, gülerler. Bunu çok yaşamışımdır.
Sendikada da kürsüden konuşurken böyle müztehzi gülen erkek simaları çok yakalamışımdır. Hatırlatırım da. Ya da sendikada değil ama ha siyasette de böyle. Çok kalın sesli uzun boylu bir erkekten sonra eğer il başkanı, ilçe başkanı gibi biri geldiğinde, arkadaşlar, üyeler seni daha böyle hafife alıyorlar. Kadın… kim o, sarışın kadın gelmiş. Aday olmuş. Emekli Sen genel kuruluna davetliyim. Geldim. Genel başkanım ve konuşma yapmak durumundayım. Hangi salon, Yılmaz Güney olabilir şimdi hatırlamıyorum. Bir baktım Rıdvan Budak var DİSK genel başkanı. CHP’den bir milletvekili. Karizmatik sesli, hatırlamıyorum. Ben tabi konuşma yapmak zorundayım. Şöyle bir kürsüye baktım Rıdvan Budak çıktı. Birine işaret ettim orada. “Hocam” diye geldi. “Ben konuşma yaparken buradan bir şey getirebilir misin kürsünün altına?” dedim. “Tamam” dedi. Benim konuşmamın ilk cümlesi belli oldu. Rıdvan Budak esti köpürdü. Ben çıktım. Hemen getirdiler oraya. İlk cümlem öyle başladı. “Burada bile eşitsizlik var”, dedim. “Kürsüler bile normlara uygun yapılmıyor, size göre yapılıyor. Herkes sizin kadar gür sesli olmayabilir.” Kahkaha, alkış, malkış derken girmiş oldum heyecanımı da yenmiş oldum.
Bir kere sendika, bir anlamıyla siyasetin de beşiği diye düşünüyorum. En azından sendikalarda olmak sendikalarda görev almak bir anlamda da siyasetin içinde olmak, partilerde görev almanın yolunu açtı. Bu birincisi. Ondan sonra, demin de söylediğim gibi evde belki eşitlik, ailede dayanışma, eşitlik belki başta zor oldu ama bir süre sonra zorunlu hale gelmeye başladı. Kendi ailemden örnek verirsem. ÖDP’de daha rahat ettim ben. Sendikada mücadele ettim ama ÖDP’de daha rahat ettim. Artık evde yemek yapan bir eşim vardı. Benim gibi pek çok kadın bunu aşmıştır. Kendilerini yetiştirmede de sendikada olmasa, KESK’te olmasa, şurada olmasa burada olmasa edineceği bunlar olmayabilirdi. Bilgi edinmek, bilgi birikimi kendilerinin yaşadığı. Böyle olunca da erkeklerle tartışmaya daha rahat girer oldular. Erkekler de daha biraz geç fark ettiler ama ettiler. Sonuçta ettiler.
Sendikal süreç, bizim çok sıradan, hatta, devlet memuru kalıplarımızı kırmış oldu. Klasik devlet memuru kalıbını kırdı. Siyaset yapamaz devlet memuru. Kalıbı kırıldı. O kalıp kırıldıktan sonra, siyasette daha rahat adım atmaya başladık, daha çok görev almaya başladılar. Dolayısıyla kadın bu işlerle ilgileniyorsa aile de artık ilgilenmek zorunda kalıyor. Anne baba etkileniyor. Koca etkileniyor, çocuklar etkileniyor. Çocuk böyle bir ailede büyümeye başlıyor. Anne, çünkü siyasetle ilgileniyor. İşbölümü değişiyor evde işbölümü değişiyor. Çocuk onun farkına varıyor. Küçücük bir çocuk ben bunu Zeynep’te yaşadım, kitaplardakine itiraz etmeye başlıyor. İlkokulda “Hayır, ütüyü benim babam yapıyor.” diyor mesela.
KESK’le ilişkilerim, o lafı çok seviyorum, benim gurur duyacağım bir şey. Şimdiye kadar örgütlendiğim her kurumda olduğum için “İyi ki olmuşum” diyorum. Bana bir sürü zarar verdi. Yaşıtlarım ya da aynı eğitimde olan, hatta çok daha düşük eğitimde olan bir sürü insan, bir sürü kadro alırken, bunları alamadım. Ama iyi ki ben böyleyim. Daha farklı gördüm kendimi.
Nilgün Aklar, kendisiyle yapılan sözlü tarih görüşmesi esnasında bahsetmeyi unuttuğu, Muş’ta Eğitim Sen’li kadın öğretmenlerin göz altında bekaret muayenesine zorlanmasını ve bunun üzerine Muş’a yaptıkları ziyareti daha sonra yazılı olarak paylaştı:
Muş Şubeler Platformuna TEM baskın yapıyor ve orada olanları gözaltına alıp emniyete götürüyor. Aralarında üç Eğitim Sen’li kadın da var. Kadınları ayrı ayrı araçlara alıyorlar ve yol boyu sözel tacize tutuluyorlar. Emniyette ise kadınların yine bir kadın polis tarafından çok ağır ve rencide edici biçimde çıplak olarak arandıkları, ayrıca bekaret kontrolü için bir devlet hastanesine götürüldüklerini öğrendik…. Ne isabet ki orada bulunan doktor “İzinleri olmadığı sürece ben muayeneyi yapmam” diyor. KESK olarak bu haber alındıktan sonra KESK MYK ve GYK’sından (Genişletilmiş Yürütme Kurulu) dört erkek arkadaş ve ben ertesi sabah ilk uçakla Muş’a gittik. Havaalanından itibaren şehre gelene kadar defalarca kontrolden geçtik, üstümüz başımız arandı. İlk işimiz platformun bulunduğu binaya gitmek oldu. Bina, şehrin merkezinde, içinde derneklerin siyasi partilerin bürolarının ağırlıklı bulunduğu bir iş hanıydı. Oradaki görüşmemizde özel olarak ben kadın arkadaşlarla konuşmaya çalıştım ama o kadar ağır şeyler yaşamışlar ki anlatmada zorluk çektiler… Ertesi gün binada bulunan bazı parti ve dernek bürolarını ziyaret ettik ve durumu anlattık. Ayrıca Valiliğe gittik. Valinin yanında bir askeri komutan ile il emniyet müdürü vardı. Vali son derece lakayt biçimde “Bunlar olabilir, kadın polis aramış, bekaret kontrolünde ne var” benzeri laflar etti. Tabii bir kadın olarak “Kadın da olsa ben istemeden kimse vücuduma dokunamaz” dedim. Ayrıca hastanede kontrol için yatırılan masanın amacı dışında kullanılmasının bir işkence olduğunu söyledim. Ayrılırken konu ile ilgili savcılığa suç duyurusunda bulunacağımızı belirttik. Valinin “hiç merak etmeyin, siz gittikten sonra bu arkadaşlarınız bize emanet” demesi kanımı dondurdu ve ayrılırken elini sıkamayacağımı söyledim, öyle ayrıldık. Sürekli sivil polislerin takip ettiği bir şehirden ayrıldıktan sonra Ankara da bir basın açıklaması ile konuyu kamuoyuna duyurmaya çalıştık.